38.22
  
43.38
  
94743.00
  
88.84

Ayten-12. Bölüm

Ayten-12. Bölüm

  12. BÖLÜM

Aydınlık yerini karanlığa terk edeli epey olmuştu. İnsanlar yarınki iş günü için istirahate çekilmişlerdi. Ayten’in gözünde ise uyku yerine yine endişe vardı. Nereden çıktığını bilmediği Halit’in düşüncesiyle uykusu kaçmıştı. Onunla birlikte geçirdiği vakitleri düşünüyordu. Düşünmek bile o kadar hoşuna gidiyordu ki kendini bu tatlı zehirden alamıyordu. Zihninin kendisine oyunlar oynadığını bilse de bu oyuna kendisini kaptırmıştı. Halit’in gülüşünü ve yüzündeki tebessümü hatırlayınca gayri ihtiyarı olarak kendisi de tebessüm etti. Sanki o anda birbirlerine bakışıp tebessüm ediyorlarmış gibi hissetti. Kalbi bu heyecana daha fazla dayanamadı. Öylesine hızlı atmaya başlamıştı ki, sakinleştirmek için sağ elini kalbinin üzerine bastırıp;

“Ey benim deli gibi çarpan kalbim! Nedir sendeki bu hal? Bir hayalde bile bu kadar hızlı atmana vesile olan şey nedir? Eğer bu atışların Halit içinse hiç heveslenme, Halit benim için yasak olan bir meyveden başka bir şey değildir. Allah’ın izniyle bu yasağa asla yaklaşmayacağım. Şeytan’a uyup nefsime zulmetmeyeceğim. Rabbime karşı asi olmaktansa bu canı teslim etmeyi yeğlerim. O yüzden sakinleş,” diye içli içli kalbine seslendi.

Elini kalbinin üzerine daha sıkı bastırıp “Allah” diye zikir çekmeye başladı. Kısa bir süre sonra kalbinin atışları normal haline dönmüştü. Kalbi tamamen sakinleştikten sonra Halit’i kalbinden söküp atmanın yollarını tekrar düşündü. Halit’ten kurtulmak için defalarca niyet etmişti. Nedense her seferinde bu niyetine sadık kalmadığını ya da kalamadığını pişmanlıkla görüyordu. Halit’ten kurtulmak için yeni yollar düşündü, ama aklına gelen hiçbir yol onu tatmin etmiyordu. Nefsi buna hazır değildi. Elinden bebeği alınan bir kız çocuğu gibi Halit’ten ayrılık fikrine karşı morali bozuluyordu. Aklına gelen her türlü fikri bir bahane bularak reddediyordu. Ruhu, aklı ve duyguları arasında bir savaş veriliyordu. Nazik bedeni bu savaşa sahne olan bir yere dönmüştü. Kendisini mi kandırıyor yoksa gerçekten de yardan uzaklaşmayı mı istiyordu. Buna doğru cevap veremeyecek kadar dağılmıştı. Kulun çabasının karşılığı samimiyeti ölçüsünde olurdu.

Bu sırada Necip Fazıl’ın bir şiiri aklına geldi. Şöyle diyordu Sultan-ı Şuara; 

 

“Neye yaklaşsam sonu uzaklık ve kırgınlık

Anla ki yok Allah’tan başkasıyla yakınlık”

 

Allah’a yakın olmayı düşündü. Halit’i düşündüğü gibi Allah’ı düşünseydi nasıl olacağını hayal etti. Saliha ve muttaki biri olmanın hazzını hissedebilirdi. Bunu nasıl gerçekleştirebileceğini düşünmeye başladı. Yardımı yine Rabbinin kelamında buldu. Okuduğu ayeti düştü kalbine. Onu yalnız bırakmayan Rabbi kendisini bu şekilde gösterip hatırlatıyordu. Ayten’e; “Öyle ise O'ndan bağışlanma dileyin, sonra da O'na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim (kullarına) pek yakındır, duaları kabul edendir.”[1] diye sesleniyordu.

Rabbinin kendisine yakın olduğunu ve şu anda bile kendisini gördüğünü düşündü. Allah’ı daha yakın hissetmeye çalıştı. Allah’ın benzer ayetlerini düşünüp O’nun azameti üzerinde tefekküre daldı. Düşündükçe gözleri ağırlaşmaya başlıyordu. Saatin alarm sesiyle kendisine geldiği zaman, vakit sabah namazına yakındı. Gece ibadeti için kurmuş olduğu saati çalmıştı. Geceyi yine uykusuz geçirdiği için gözleri açılmak istemiyordu. Biraz daha uyumak için gözleri kapanıyordu. Gözlerindeki bu mahmurluğu gidermek ve şeytanı uzaklaştırmak için besmele getirip abdest almaya gitti. Yüzüne çaldığı suyla kendine gelmişti.

En çok sevdiği anlar gece vakitleriydi. Sıcak yatağından sırf Allah için kalkıp namaz kılmaktan hoşlanıyordu. Rabbiyle gecenin bu sessiz ve sakin saatinde buluşmayı, O’na içindekilerini anlatmayı seviyordu. Ve bunu ibadet maksatlı olarak, yalnız Allah’ın rızasına nail olmak için yapmanın şuuruyla... kıldığı gece namazı için hiç kimseden bir aferin beklemiyordu. Hatta elinden gelseydi aldığı abdesti ve kıldığı namazı dahi Allah’ın dışında hiç kimsenin görmemesini isterdi. Bu pek mümkün olmuyordu tabi.

Önceleri saati çaldığında uyanan ablası, zamanla saatin sesine aşina olmuş ve artık saatin alarmına tepki vermez olmuştu. Ayten’in gece namazı için kalktığını bildiği için tekrar gözlerini uykunun şirin ve tatlı kollarına bırakırdı. Sabah namazı vaktinde Ayten’in kendisini kaldıracağından emindi. Bu rahatlıkla uyumaya devam ediyordu.

Abdest alırken uyanan annesi ve babası, Ayten’in gece namazı için kalktığını bildiklerinden memnuniyet duyuyorlardı. Kızlarının Allah’a ibadet eden bir kul olması onları sevindiriyordu. Her gece Ayten’in gece namazı için erken kalktığına alışmıştılar. Ayten her gece ailesini rahatsız etmemek için elinden geldiğince sessiz olmaya çalışsa da yine de ailesi her gece Ayten’le birlikte kalkmaya devam ediyordu. Bu onlar için güzel ve hayırlı bir rahatsızlıktı.

Namaz için kıyama durduğu andan itibaren artık bunların hiçbir önemi kalmıyordu. O anda Rabbiyle baş başa olmanın tadını çıkarıyordu. Dış dünyayla bağını kesmeyi başarabildiği tek yerdi namaz. Gece namazları huşuyu yakaladığı eşsiz bir andı onun için. Gündüz kıldığı namazlarda bu hazzı ve huşuyu yakalayamıyordu. Bunun nedenini düşündüğü zaman aklına gelen tek şey, gündüzün meşguliyetleri oluyordu. Oysa şimdi zihni ve kalbi sadece Rabbinin huzurunda olduğunun idraki ile namaz kılıyordu.

Secdeye kapanıp içindekileri Rabbine arz etmek neredeyse her gece yaptığı bir şeydi. Ölmeden önce hesap verip, işlediği günahlar için O’ndan af dilemek için bu fırsatı değerlendirmenin yanı sıra, kimselere söyleyemediği şeyleri rahat bir şekilde Allah’a arz edip O’ndan yardım diliyordu. Sanki secde ve dua bir bütünmüş gibi, her zaman ki gibi içinden geldiği gibi;

“Ey Azamet ve ululuk sahibi olan Rabbim! Tüm eksik ve noksan sıfatlardan münezzeh Sübhan olan Allah’ım! Kalbime söz geçiremesem de biliyorum ki Sen’den daha sevgili biri yok benim için.  Vazgeçmeyeceğim yalnız Sen’sin. Senin dışında olan her şeyden ve herkesten vazgeçmeye hazırım. Nefsime yenik düşmüş olsam da, Sana ait olması gereken gönül kapılarımı başkalarına açmış olsam da beni affet. ‘Sen af edicisin ve affetmeyi seversin. Beni de affet.’ Söz konusu Sen olunca Sen’den başkasının hiçbir kıymet ve değeri yok yanımda. Kirlenmiş olan kalbimi kendi nurunla temizle. Orayı tüm kirlerden arındır ki Sana layık bir mekân olsun,” diyerek Allah’ı, bildiği güzel isimleriyle birlikte zikredip durdu.

Gece namazından sonra sabah namazına kadar tefekküre dalmayı âdeti edinmiş olduğu üzere Allah’ın isimlerini ve ayetlerini tefekkür etti. Hiç beklemediği bir anda aklına Halit düştü. Nerden ve nasıl olduğunu bilmiyordu. Şaşırmıştı. Daha önce de buna benzer durumu birkaç kez yaşamıştı.

Halit’e karşı duyduğu sevgi Allah’ın bir lütfu olabilir mi? diye düşündü. Halit’i kendi isteği ve arzusuyla sevmemişti. Onu karşısına çıkaran Allah azze ve celley di. Neden olmasın diye düşündü. Sevgisinin İlahi bir lütuf olmasını arzuladı. Ama aklı bunu olduğu gibi kabul etmiyordu. Allah’ın sevgisinin yerine başka bir sevginin olmasına razı değildi. Kalbi ise her ne kadar Allah sevgisi ile dolu olsa da Halit’in sevgisinin de kalbinde olmasında hiçbir sakınca görmüyordu.

Aklıyla kalbi arasında kalmıştı. Aklı, iki sevginin kalpte yer etmesine karşı çıkarken kalbi bundan daha fazla sevgiyi alabileceğini söylüyordu. Hangisinin doğru olduğunu bir türlü kestiremiyordu. Kalbinde var olan sevgilerden şikâyetçi olmakla birlikte korkuyordu. Bu düşüncesinin nefsi istek ve arzularından kaynaklanmasından endişeleniyordu. Nefsine dönüp soruyordu. Nefsi kalpte, Allah sevgisi dışında başka sevgilerin olabileceğini fısıldıyordu. Halit’e karşı hissettiklerinin yanlış olmadığını, Allah’ın yarattığı bir başka kulunu sevmenin Allah’a giden bir başka yol olduğunu ilham ediyordu.

İçindeki seslere bir kez daha kulak verdi. Bu seslerden hangisinin Rahmani, hangisinin Şeytani olduğunu anlamaya çalıştı. Bu hiç de kolay anlaşılacak bir durum değildi. İçindeki; “Allah’ın sevgisiyle birlikte Halit’in sevgisi de bir kalpte olabilir,” sözlerinin Melekler tarafından ilham edildiğini düşündü. Sonra da “Ya Allah’ı gücendirecek bir haldeysem,” diye bu düşüncenin şeytan tarafından verilen bir vesvese ve aldatmaca olduğuna karar verdi. Vehmin kendisine oynadığı oyunlarla çok yorulmuştu. Neye karar vereceğini bir türlü kestiremedi.

Gözlerini kapatıp hiçbir şey düşünmeden zikre kaldığı yerden devam etmek için kendisini zorlardı. Aklı ve kalbi sükûna erdi ve sonra biraz olsun rahatladı. Kalbine yeni şeyler doğdu. Halit’i oradan çıkarmanın mümkün olduğunu ona fısıldayanın rahmani bir nefes olduğundan şüphesi kalmadı.

Allah’ın sevgisinin olduğu bir yerde ne Halit’e ne de bir başkasına kapı açmanın doğru olmadığını düşündü. “Bir kalp ki Allah’ın sevgisiyle doluysa, orada O’ndan başkasının yer etmesi yakışık kalır mı?” diye nefsine telkinde bulundu. Vardığı kanaate göre doğru istikamette olduğunu biliyordu. O halde kalpte mevcut olan Halit dışındaki sevgilere ne demeliydi? Bunu cevabını bilemedi.

Allah’ın azze ve celle sevgisi dışında kalbinde Halit’ten başka, anne ve babası, abisi, ablası, akrabaları, Hocaları ve arkadaşlarının da sevgisi vardı. Halit’in dışındaki hiçbir sevgi ona acı vermediği gibi onlar için hissettiklerinden dolayı vicdanında en küçük bir sızı yoktu.  Tam aksine onları sevdiği için o sevgiden ayrı bir tat alıyordu. Bunlara nasıl bir cevap bulacağını bilemedi. Düşündükçe daha bir kafası karışıyordu. Çünkü sahip olduğu bilgiyle bunun üstesinden gelemiyordu. Kalbindekilerin ne anlama geldiğini bilemiyordu. Tek istediği Allah azze ve celle dışında orada hiçbir sevginin olmamasıydı. Şayet olacaksa da bu sevginin yine de Allah’ın razı olduğu bir sevgi olmasını istiyordu.

“Bir kalp bu kadar sevgiyi barındırabiliyorsa Halit’i de barındırabilir,” diye tekrar düşündü. Ama Halit’in sevgisini nereye yerleştireceğini bilemedi.  Ailesine karşı duyduğu sevginin fıtri bir kaynağı vardı. Akraba sevgisi de öyle. Arkadaş ve Hocalarına karşı duyduğu sevginin her biri sadece Allah içindi. Allah rızası için ailesini ve arkadaşlarını seviyordu. Onlarda gördüğü güzel amellere binaen onları seviyordu.

Ama Halit’e olan sevgisi nefsi istek ve arzudan kaynaklanıyordu. Eğer Halit’i de bir Müslüman olduğu için sevseydi, bu sevgi ona zarar vermemekle birlikte, bundan sevap dahi kazanabilirdi. Ama o zaman kalbinde hissettiği hiçbir şeyi hissetmemesi gerekirdi. Dualarında ismini zikretmediği sadece Müslüman olduğu için kendilerine dua ettiği nice insanlar vardı. Onların hiçbiri Halit gibi aklını ve kalbini meşgul etmiyordu. Bu sevgilerin her biri Allah içindi. Allah için olan sevgiye nefis karışmamalıydı. Nefsi için sevebileceği tek erkek, ona helal olacak olan müstakbel eşi dışında başka hiç kimse olmamalıydı.

Bu işi daha iyi araştırıp öğrenmeliydi. Aklına gelen tek şey bunu Selma Hoca’ya sormak oldu.

Ayten yine bir dersin ardından Selma Hoca’ya zihnini meşgul eden soruyu sorma fırsatı buldu.

“Hocam! Kalbimiz bir tane olduğu halde nasıl oluyor da içinde birçok sevgi barındırabiliyor?”

Selma Hoca, Ayten’in bu öğrenme merakını seviyordu.

“Sana bunu Peygamber efendimizin Hz. Ali’ye sorduğu bir soruyla cevap vermemi ister misin?”

“Sevinirim, lütfen.”

“Sevgili Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam bir gün Hz. Ali’ye hitaben; “Ya Ali, Allah-u Teâlâ’yı sever misin?” dedi.

Hz. Ali: “Evet, severim ya Resulullah.”

“Peygamberini sever misin?”

“Evet, severim ya Resulullah.”

“Peygamberin kızı Fatıma-i Zehra’yı sever misin?”

“Severim ya Resulullah.”

“Hasan’la Hüseyin’i sever misin?”

“Severim ya Resulullah.”

“Ya Ali, bir tek gönüle bu kadar sevgiyi nasıl sığdırırsın?” diye buyurunca; Hz. Ali hemen cevap veremeyip, üzülerek evine dönmüştü.

Hz. Ali´nin üzüntüsünü yüzünden sezen Hz. Fatıma-i Zehra;

“Ya Ali niçin üzgünsün? Eğer dünya içinse bu size yakışmaz. Ama ahiret içinse söyle de biz de bilelim,” dedi.

Hz. Ali, Sevgili Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam ile aralarında geçen konuşmayı anlattı. Hz. Fatıma; “Ya Ali, bu sorunun cevabı şöyledir, git babama deki, ‘Ya Resulullah, bir kişinin nasıl sağ–sol, ön–arka, alt–üst gibi yönleri varsa gönlün de buna benzer vardır. İşte ben de Allah-u Teâlâ’yı akıl ve imanımla, sizi iman ve ruhumla, Fatıma’yı insani nefsimle, Hasan’la Hüseyin’i de tabii babalık şefkat ve merhametimle severim,’ diye söyle.

Hz. Ali bunun üzerine doğruca Sevgili Peygamberimiz aleyhisselatu vesselamın huzuruna giderek Fatıma-i Zehra’nın cevaplarını aynen arz etti.

Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam; “Ya Ali! Bu getirdiğin senin değil, ancak Peygamberlik ağacının dalından toplanmış bir yemiştir,” diyerek kısa kelimelerle akılları durduracak cevabı veren Hz. Fatıma-i Zehra’nın ilahi ilim ve hikmetten ne kadar nasibdar olduklarını açıkça anlatmış oldu.

Kalbindeki tüm sevgilerin mutlaka mantıklı bir izahının olması gerektiğini anlamıştı. Şimdi kimi neden ve nasıl seveceğini dahi iyi anlamış oldu. Artık kalbi ve aklı arasında kalmak istemiyordu. Yanlış yaptığını görüyordu. Halit’e olan sevgisi nefsiydi, nefsin arzu ve isteklerine gem vurmalıydı. Nefse teslim olmayı düşünmüyordu. Direnerek nefsini ıslah etmeye karar verdi. Bu yanlıştan bir an önce vazgeçmeliydi.

Henüz Halit’in sevgisinin kalbinde kök salmadığını ve onu oradan kolay bir şekilde söküp atabileceğini düşünmek istiyordu, ama söküp atmanın hiç de kolay olmadığını o da çok iyi biliyordu. Defalarca bunu denediği halde bir türlü başaramamıştı. Sadece başarısızlıklarını kendisine itiraf etmekten korkuyordu. Daha fazla düşünmek istemiyordu. Aklını kaçıracak gibi olmuştu. Gözlerinin kapanmaya hiç niyeti yoktu.

Yatağına girdiği zaman; “Allah’ım işlerimde sebat isterim Senden, doğru yolda gayretli ve becerikli olmayı isterim Senden, nimetlerine karşı şükür etmemi, güzelce ibadet ve kulluk yapmayı isterim, doğru dil ve selamet bulan bir kalp isterim Senden. Bildiğin her zararlı şeyin şerrinden Sana sığınırım. Bildiğin her faydalı şeyin hayrını Senden isterim. Bildiğin her bir günahımdan dolayı bağışlanma isterim Senden. Şüphesiz Sen kimselerin bilemeyeceği gaybı bilensin,” şeklindeki Peygamber efendimizin öğrettiği duayı okuyarak yatmaya çalıştı!

 

[1] Hud Suresi: 61

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar