38.22
  
43.38
  
94776.00
  
88.84

Ayten-15. Bölüm

Ayten-15. Bölüm

  15. BÖLÜM

Ayten için ablasından sonrası hiç de kolay olmadı. Evde annesi ve babasıyla yalnız kalmışlardı. Ahmet abisinden de uzun süredir haber alamıyordu. Asıl canını sıkan şey ise Halit’i özlüyor oluşuydu. Halit’i bir türlü unutamıyordu. Çok istediği halde ondan kurtulmayı henüz başaramamıştı. Ama çabalıyordu. Onun sevgisiyle savaşıyordu. Savaştan bazen mağlup bazen de galip ayrılıyordu. Okulda, evde, yolda kısacası her yerde onu hatırlıyordu. Halit’in silueti her daim gözlerinin önündeymiş gibi onu sık sık görmeye başlamıştı.

Bazı geceler Halit’in silueti ile sohbet ettiği dahi oluyordu. Bu sohbetler hayattan tat aldığı eşsiz anlardan biriydi. Yalnızlığını bu şekilde telafi ediyordu. Yalnız bundan kimseye söz edemiyordu. Böyle bir şeyi söylediği anda kendisini tımarhaneye kapatabilirlerdi.

Sırrını taşımak zorundaydı. Kimselerin bilmesine gerek yoktu. Bu sohbetlerin bitmesini istemiyordu. Belki de hiçbir zaman sahip olamayacağı bir aşkı kendi hayal dünyasında geliştirdiği için bozulmasına razı olamıyordu.

Halit’in varlığı ve onunla gerçekleştirdiği hayali sohbetler Allah’a azze ve celle olan yakınlığına engel teşkil etmiyordu. Zira ibadetlerine daha bir ihtimam ve özen gösteriyordu. Vaktinde ve düzenli bir şekilde eda etmeye dikkat ediyordu. Hiçbir şeyin ibadetlerinin önüne geçmesine izin vermiyordu. İbadet vakti geldiği zaman Halit’i bir kenara bırakabiliyordu. Ondan ayrılmak zorunda kaldığı için de hiçbir üzüntü duymuyordu. Ondan daha güzel ve hayırlı bir sevgiliyle buluşmaya gittiğinin şuurundaydı.

Söz konusu Rabbi olunca Halit’i bir kenara bırakabildiği için diğer vakitlerde rahat bir şekilde Halit’le ilgili hayaller kurabiliyordu. Halit onun için dünyanın en güzel süsüydü. Ama asıl olan ahiretti. Ahiret hayatı ise Rabbe yakın olmakla elde edilebilirdi. Bu şuur ve bilinçle ibadetlerini eda ediyordu. Allah’ı anımsatan ve O’nu düşündüren şeyleri seviyordu. En çok da şiirleri seviyordu. Abdürrahim Karakoç’un adeta kendisini tasvir eden bir şiirine meftundu. Şiiri tane tane okudu; meltemli havada bırakılan bir gül yaprağı gibi: 

 

“Aşktan yana söz duyunca

Ben hep seni düşünürüm

Uçsuz hayaller boyunca

Ben hep seni düşünürüm

 

Yıldızlar kayar yüceden

Renkler sıyrılır geceden

Yüreğim sızlar inceden

Ben hep seni düşünürüm

 

Aklın ucu değer hiçe

Yol ararım içten içe

Kâinat uyur sessizce

Ben hep seni düşünürüm

 

Korkunun bittiği yerde

Haz duyarım perde perde

Bir mezar görsem bir yerde

Ben hep seni düşünürüm

 

Zaman zaman sonsuza akar

Meyve dökülür, dal kalkar

Çiçeklere bakar bakar

Ben hep seni düşünürüm

 

Rüzgâr eser ilden İl’e

Sağlıkta bitmez bu çile

"Var" dan öte, "Yok" ta bile

Ben hep seni düşünürüm”

 

Uzun süreden beri Halit’i göremediği için onu çok özlüyordu. Onu sorabileceği hiç kimse yoktu. Selma Hoca’sına gitse belki abisinden ve ondan bir cevap getirebilirdi. Abisi tamam da ya Halit’i nasıl soracaktı,  bunu hangi sıfatla yapacaktı. Halit onun için bir komşunun oğlu, abisinin arkadaşı ve de Hocasının oğluydu. Ayten, Halit’i özlediğini ve onu çok merak ettiğini nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Hocasına söylemesi bir yana, bir başkasının yanında onu düşünmekten dahi çekiniyordu. Ağzından Halit’le ilgili bir sözün çıkmaması için elinden geleni yapıyordu. İçindeki Halit sevginin boyutunu sadece Allah Teâlâ biliyordu. O’nun bilmesi de yeterliydi.

Halit’in özlemi içini yakmaya devam ediyordu. Onunla hayal âleminde konuşmak dahi içindeki özlemi dindirmeye yetmez olmuştu. Hayalde değil, gerçekte de Halit’i görmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Bu düşünce onun gün boyunca hep dalgın olmasına sebep olmuştu. Bunun farkında dahi değildi. Onun tek istediği, bir şekilde Halit’in karşısına çıkıp onu görmekti.

Bugüne kadar bu derece bir isteği yüreğinde hissetmemişti. Halit’e bu kadar bağlı olduğu için kendi nefsini kınayıp durması kâr etmiyordu. Yüreğine söz geçiremiyordu. İçi yanıyordu. Aşkın kavurucu ateşi yüreğini yakıyordu. Bu öyle bir ateşti ki onu söndürecek bir şey yok gibiydi. Aşk ateşinin yakıcı ve kavurucu yönüyle ilk kez karşılaşıyordu. Daha önceleri de Halit’i özlediği olmuştu. Ama o özlemler gün içinde biraz olsun diniyordu. Özellikle camiye gidip öğrencileriyle bir araya gelince Halit’i hepten unutuyordu.

Bu seferki özlemi daha önce yaşadıklarına hiç benzemiyordu. Halit’in yokluğu hayatını alt üst etmişti. Hiçbir şeyden tat almaz olmuştu.

Bu durum onu her açıdan rahatsız ediyordu. Bir yandan Halit’e bu kadar çok bağlandığı için nefsini kınarken, öte yandan onu kalbinden çıkarıp atmaya kıyamayacağının da farkındaydı. Halit’ten kurtulmalıydı, ciddi bir karar alıp ardından durmalıydı. Daha önceden aldığı kararlara hiç benzememesi gerekiyordu. Çünkü daha önce de Halit’le ilgili almış olduğu kararların hiçbirini uygulamaya sokamamıştı. Bu sefer bunu başarmak istiyordu. Halit’ten kurtulmak istiyordu.

Halit, onun için her açıdan yasak olan bir düşünceydi. Onunla her ne şekilde olursa olsun yakınlaşmamalıydı. Cehennem olmasa da cennet olmadığı kesindi. Halit’in hayalleri her zaman hoşuna gidiyordu. Ama boş bir hayalden ibaret olan silueti ona istediğini vermekten çok aciz ve uzaktı.

Ne yapacağını düşünürken yine imdadına yetişen, Allah dostları hakkında söylenen ve İlahi aşkı en güzel şekilde anlatan şu cümleler oldu.

 

“Aşk öyle bir ateştir ki, yanarsa eğer,

Maşuktan başka her şeyi yakar, kül eder.

 

Haktan gayrıyı katl için, (LA) kılıcını çek,

(LA) dedikten sonra, bir şey kaldı mı bir bak!

 

(İLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi gitti.

Sevin ey aşk! Hakka ortak kalmadı bitti.”[1]

 

Tüm düşünce ve kalbiyle Halit’in yakıcı aşkına karşı tek aşka sarılmalıydı. Allah-u Teâlâ’yı zikretmekten başka hiçbir kılıç aklına gelmiyordu. Bu kılıcı çekmeye hazırdı. Yüreğindeki Halit’i bu zikir kılıcıyla kesmek için “LA” dedi. Bunu yürekten söyledi. Yüreğinde Allah’tan başka her şeye ve herkese “Hayır” diyordu. Bunu gönülden istiyordu.

Ne var ki, daha ilk zikirde kalbinde hissettiği şey acı olmuştu. Bu, belki de Halit’in feryadıdır diye ikinci zikri çekemeden bıraktı. Halit’e bir zarar gelmesine dayanamadı. Halit’e bir zarar gelmesindense yüreğini olduğu yerden söküp atmaya razıydı. Halit’i kalbinden söküp atacak gücü kendisinde bulamadı.

Her bir zikir kılıcı Halit’in bedenine inen bir darbe gibi gelmişti ona. Kendi eliyle maşukunu yaralayamazdı. Bunu yapacak kadar cesareti ve gücü yoktu.

Halit’ten kendi iradesiyle kurtulamayacağını biliyor yine de denemekten vazgeçmiyordu. Halit’i hasta yüreğinden söküp atmak istiyordu. Bunun için gerekli olan gücü vermesi için Allah’a yalvardı.

Odasında tek başına halini düşünürken hayal kuşu onu alıp Halit’e götürmüştü bile. Hayalindeki Halit’le buluşup kendisini rahat bırakmasını isteyecekti. Fakat Halit’i görünce almış olduğu kararı hatırlamaz oldu. O an için varsa yoksa Halit’ti. Halit’in yanında olduğu zamanlar hiçbir şey umurunda değildi.

Bir hayal olduğunu bildiği halde bu hayalden uzaklaşmak istemiyordu. Halit’ten nefret edebilmek için onda kusur araması dahi boşunaydı. Aşkın gözü gerçekten de kördü. Halit’te hiçbir kusur bulamıyordu. Tüm kusur ve eksikliği kendisinde görüyordu. Halit, onun için mükemmelliğin temsilcisiydi adeta.

Halit’i vazgeçilmez kılan şey, ona karşı hissettiği derin sevgiydi. Bir başkasına buna benzer duygular hissetmiyordu. “Güzel olan sevgili değil, sevgili olan güzeldir,”  sözü sanki onun için söylenmişti.

Hiç kimseyi Halit’in yerine koyamıyordu. Bunu başarabilseydi belki de Ayten için bir umut olabilirdi. En azından Halit’in vazgeçilmez olduğu düşüncesinden kurtulurdu. Ama bunu yapamıyordu. Bu aşk ateşi onu yakmaya devam ediyordu. Yine çaresiz kalınca sesini duyurabildiği tek melceye sığındı.

Allah’tan daha sağlam bir sığınak bulamayacağını biliyordu. Halit’i içinden söküp atamasa da en azından bu melceye sığınarak kötü düşünce ve hayallerden kurtulabiliyordu. Gönlü bu sığınakta biraz olsun huzur bulabiliyordu.

Ayten de çok iyi biliyordu ki dermansız bir derdin müptelası olmuştu. Bu dert her geçen gün onu yiyip bitiriyordu. Ağlamaktan göz pınarları kurumuştu. Yemeden içmeden kesilmişti. Hastalanması an meselesiydi. Annesinin gözünden bunlar kaçmasa da Ayten’in hiçbir şey anlatmaması üzerine annesi ona dua edip duruyordu.

İçindeki sırrı pek kimseye açmadan tek başına bunun üstesinden gelebilmek için inat ediyordu. Bu inadı, daha çok acı çekmesine sebep oluyordu. Acılar paylaşıldıkça hafiflerdi. Yalnız bu öyle bir sırdı ki bir defa ağızdan çıktıktan sonra asla geri dönüşü yoktu. Sırrını ifşa edecek olsa artık o sırrın esiri olurdu.

Yalnız başına taşımak zorunda olduğu bu sırrı kimseye anlatamazdı. En iyi arkadaşları olan Kübra ve Şule’ye anlattığı şeyler yaşadıklarının sadece bir kısmıydı. Henüz hiç kimseye Halit’le ilgili bir şey söylemiş değildi. Söylemeyi de düşünmüyordu.

Sırrı, içini kemiren bir kurda dönüşmüştü. Bunu birisiyle paylaşmak istiyordu. “Dertler paylaşıldıkça azalırdı,” ama bu derdi nasıl paylaşabilirdi? Bunu nasıl anlatabilirdi? Hem bunu ailesine anlatsa, onlarla halini paylaşsa dahi onu anlarlar mıydı? Onu yakan sevdaya bir çözüm bulabilirler miydi? Hayır, onları da içine düştüğü bu ateşe atamazdı. Onlara sırrını anlatmanın, bu ateşi onların da yüreklerine taşımak anlamına geleceğini bilmekteydi. Bu yüzden ateşin sadece kendisini yakmasına razı oldu.

Şule ve Kübra, onun en yakın arkadaşlarıydılar. Onları çok seviyordu. Ve onların çaresizliğini görmüştü. Aşk ateşi ile kirlenmiş gönlü ile onların da gönüllerini yakmıştı. Onlardan dahi daha fazla yardımcı olmalarını istemeye hakkı olmadığını düşünüyordu.

Kendisi biraz rahat edecek diye sevdiklerini ateşe atacak kadar bencil biri değildi. Elinden gelseydi arkadaşlarının ve sevdiklerinin bile dert ve kederini çekmeye razıydı. Yanması gereken biri varsa bunun da sadece kendisi olması gerektiğine inanıyordu. Yanmak ise o kadar kolay değildi. Dil ile söylemek gibi değildi. Bir kor yüreğe düşmeyegörsün o zaman yanmanın ne demek olduğu çok daha iyi anlaşılırdı.

Derdi ve sıkıntısı zahiri olsaydı işi bu kadar zor olmazdı. Ama onun yarası içerdeydi. Hem de en derinlerde. Ulaşılması imkânsız bir yerde çöreklenmiş ve kök salmıştı. Zahiri hastalıklar için birçok ilaç vardı. Ya manevi hastalıklar için? Manevi hastalığın tek şifası vardı, Allah, Allah, Allah…

Yüreğinde kor halini almış sevdasını düşünüyordu. Düşündükçe yanıyordu, yandıkça Halit’i bir başka düşünüyordu. Halit’i düşünüp yandıkça da “Allah” diye zikir çekiyordu. Mecazi aşkla İlahi aşkı aynı anda yaşıyordu. Ne ondan vazgeçebiliyordu, ne de diğerinden. Halit gözünün feri iken Allah azze ve celle kalbinin nuruydu.

Aşka düşmüş biçareydi. Bunu biliyordu. Bundan sonra her ne yapsa nafileydi. Kor olmuş sevdasının adıydı Halit. Halit’le öğrenmişti aşk ile yanmayı. Bu sayede öğrenmişti İlahi dergâha el açmayı. Halit’in aşkıyla yandıkça kalbi “Allah” demeyi, Allah dedikçe yanan kalbinin sakinleşmesini ilk kez bu şekilde tecrübe etmişti. Halit sayesinde okumuştu İlahi aşkı anlatan kitapları. Ve onun sayesinde öğrenmişti kalbini aşk ile doldurmayı. Öğrendiği günden beri tek isteği kalbini İlahi aşk ile doldurmaktı. Allah sevgisi ile yanmak, O’nun aşkıyla kendinden geçmekti.

“Şayet aşkın bu kadar kavurucu olduğunu bilseydim yine de bir aşka düşmek ister miydim?” diye kendine sordu. Evet yanıyordu. Ama bu yanma sayesinde çok şey öğrenmişti. Yanmalar sayesinde Allah’a daha bir yakın olmuştu. Allah’a yakın olduğu için seviniyordu. O’nun için de yanıyordu. Allah için yanan bir kalbi vardı. Ve buna vesile olan Halit’ti. Bu yüzden olsa dahi Halit’e teşekkür etmesi gerektiğini düşünüyordu. Her ne kadar Halit yüzünden yansa da bunun hiçbir önemi yoktu.

Halit’i düşündüğü anların verdiği mutluluğu düşündü. Bu mutluluğu yaşamak için bir asır yanmaya değerdi. Neler düşündüğüne şaşırıp kaldı. Bu yanmalardan kurtulmak istemiyordu. Bu yanmalar içinde aldığı tadı düşündü. Böylesine bir zevki başka hiçbir şeyde bulamayacağını biliyordu. Bu duygular için dahi olsa âşık olmaya değer diye düşündü.

“Ya Rab! Beni yakan Halit’in aşk ateşi değil. Beni yakan içine düştüğüm sevda ateşi değil. Beni yakan senin aşkındır. Sana karşı duyduğum korkudur. Senin çizdiğin sınırı aşmaktan korkuyorum. Yasaklarını çiğnemekten korktuğum için acı çekiyorum. Yoksa Halit’i her düşündüğümde neşeleniyorum. Ama daha sonra bunun hata olduğunu düşününce beni yakmaya başlıyor. Senin bir yasağını çiğnemektense hissettiğim sevinçten vazgeçerim.

Ya Rabbi! Her şeyin bir çaresi vardır. Mutlaka bunun da bir çaresi olmalı. Ey derdi veren Allah’ım! Derdimin dermanını gönder. Beni bu ateşten kurtar. Yanacaksam eğer Senin için yanayım. Sevda çekeceksem Senin sevdanı çekeyim.”

Ayten düşünme melekelerini yitirmiş gibiydi. Sanki aklı onu terk etmişti. O an hiçbir şey düşünemiyordu. Çektiği acı dışında hiçbir şeyin farkında değildi. Düşündüğü tek şey içindeki ateşti. Yandığını biliyordu ve yangınını söndürmek için yardım bile isteyemiyordu.

Onu yakan Halit’in de böyle yanmasını istedi. Aşkın yakıcı ateşini tatmasını diledi. Onu belki o zaman biraz olsun anlayabileceğini düşündü. Ama Halit’e kıyamazdı. Onun da yanmasına dayanamazdı. O, aslında her ikisinin yerine yanıyordu. İki kişilik bir yangının ortasında tek başına mücadele etmek zorundaydı. Bu yangın öyle bir yangındı ki kurtulmaya çalıştıkça daha fazla yanıyordu. Bu ateşin, “Serin ve selametli,” olması için her şeyiyle Allah’a tam olarak tevekkül etmesi gerekiyordu. Bu özelliklere sahip olmak ise hiç de kolay değildi.

İçindeki aşk yangınını tutuşturanın kim olduğunu düşündü. Hiçbir şeyden haberi olmayan Halit mi, yoksa her şeyden haberdar olan Allah azze ve celle mıydı? Vehminin kendisini yeni bir oyunun içine çekmiş olabileceğini düşündü. Buna karşı tedbirli olmak istiyordu. Daha temkinli davrandı. Aklını yokladı. Düşüncesinin nerden kaynaklandığını anlamaya çalıştı. Nefsinin bundaki payını hesaba kattı. Şuuru yerindeydi. Olayları analiz edebiliyordu. Az önceki sözlerini bir daha düşündü. Kendisince sözlerini ölçüp biçti. Yaptığı kıyasın doğru olup olmadığını anlamaya çalıştı. Halit ile âlemlerin Rabbi arasında yaptığı kıyasın bu sefer yanlışlığına karar verdi. Rabbine tövbe ve istiğfar etti. Halit gibi birisinin dahi kalbinin üzerinde hiçbir gücünün olmadığını biliyordu. Kalplere söz geçiren ve orada hükmü geçen tek gücün Allah olduğuna yakini bir şekilde inanıyordu. Halit dahi kendisi gibi İlahi Kudret elinden çıkmış bir mahlûkattan başka bir şey değildi. Halit’in bu işte hiçbir dahli yoktu. O belki de bu aşk oyununda en masum kişiydi. Sorumlu ve hatalı olarak yalnız kendisini görüyordu. Hatasını kabul ediyordu. Halit’in sevgisini içinde büyüten ve onu karşılıksız seven nefsini temize çıkarmaya çalışmadı. Böyle düşünmediği takdirde daha büyük bir hatanın kapısını açacağını da fark etti.

Kalplerin tek sahibine sığındı. Oraya hükmü geçen tek güce yalvardı. Kalbinde istemediği halde var olan sevgiden dolayı pişman olduğuna, gözyaşlarını şahit göstererek yalvarıp yakardı. Nefsinin, elinde olmadan içine düştüğü bu aşk ateşinden kurtulmak istemediğini itiraf etti. Çünkü hala aldığı doyumsuz lezzetten aşk ateşinin her yanını sarmasını istiyordu.

Kim bilir belki de hatalarının karşılığı olarak böylesine bir aşk ateşinde yanması gerekiyordu. Bir an için günahlarının ve hatalarının ancak ateşle temizlenebileceğini düşündü. Hatalarını hatırlamaya çalıştı.  Her bir hatası için pişmanlık duydu. Bunların içinde en büyük hata olarak Halit’i gördü. Halit hem hatanın adı hem de kefaretiydi. Aslında Halit’le ilgili kurduğu düşüncelerinin hiçbirinde günah sayılabilecek bir durum yoktu. Her ne kadar durum bundan ibaret olsa da bu onu haklı çıkarmıyordu. Çünkü Halit bir yabancıydı, namahremdi. Ve bir yabancıyı ve namahrem birini aşk seviyesinde düşünmenin bir vebali vardı. Bu vebal günah olarak yeterdi. En azından o öyle düşünüyordu saf anlayışıyla.

Bu yüzden olsa bile cehennemde yanmayı hak ettiği düşünüyordu. Yanarak temizleneceğini bilseydi, belki de buna katlanması daha kolay olurdu. Bir ateş çemberinin tam ortasında duruyordu. Hatası onu ele geçirmişti. Kalbinde kara bir leke olarak büyümeye çalışıyordu. Tüm bedenini ele geçirmeye çalışan bir virüs gibiydi. Kalbinde taşıdığı şeyin hevesten gelen bir zevk olmadığına çok emindi. Bu gelip geçici bir şey değildi. Saçma sapan bir şey hiç değildi. Bu aşktı, sevgiydi. Yalnız yanlış kişiye duyulan bir sevgiydi. Aşkın gerçek sahibine yönelik olması gerekiyordu.

Kalbinin Allah sevgisiyle dolup taşmasını arzuluyordu. Hat kaha    aHatalarını ancak böyle temizleyebileceğinden emin olsa da bu hiç de kolay bir şey değildi. Halit’i kalbinden çıkarmak imkânsız gibi geliyordu. Hayal âleminde bile olsa her gün gördüğü birini nasıl görmezden gelinebileceğini düşündü. Bu işin düşündüğünden de zor bir şey olduğunu gördü. Zaten bunun kolay olmasını beklemiyordu. Halit’i bu kadar kolay kalbinden çıkarıp atabilseydi sevgisinden şüphe ederdi. Sıradan bir sevgiden söz etmiyordu. Aşk ile yoğrulmuş bir sevgiyi kesip atmak kolay değildi. Halit’i kalbinden çıkarıp atacağı zaman, orasının bomboş kalacağını düşündü. Bomboş bir kalp ile hayatın ne anlamı olurdu ne de manası kalırdı diye düşündü. Belki de bu yüzden Halit’i kalbinden söküp atmak istemiyordu. Böyle düşününce içinde bulunduğu durumunu dahi sevmişti. Kalbini dolduran sevgi onu hayata bağlamıştı. Yaşamın mana ve anlamını öğreten bir muallim olmuştu. Nefse heyecan ve zevk veriyordu.

Halit’in varlığı yaşamının kaynağı gibiydi. Onu oradan söküp atacak olsa yaşayamamaktan korkuyordu. Halit’i oradan söküp attığı zaman dünyanın yaşanılacak bir yer olmayacağı aşikârdı. Bu dünya yaşamına anlam katan biri varsa o da Halit’in ta kendisiydi. 

Bu aşkın tek panzehiri vardı. O da Allah’ı zikretmekti. Hiç vakit kaybetmeden parmaklarıyla “Allah” zikrini çekmeye başladı. Parmaklarıyla zikir çekmesinin sebebi çektiği zikirleri saymak, kaç tane zikir çektiğini bilmek için değildi. Bir alışkanlıktan ileri geliyordu. “Allah” zikrini, kalbi yatışıp rahatlayana kadar çekerdi. Kalbini işgal eden Halit’i oradan çıkaramayacağını bilse de en azından Allah’ın adını zikrederek kalbinin siyah lekeler tarafından ele geçirilmesine engel oluyordu. “Allah” zikrini çektikçe kalbindeki siyah lekelerin küçüldüğünü hissediyordu. Onu orada yok etmese de etkisini kıracak derecede kalbi nur ile temizlenip paklanmıştı. Çektiği zikir ile rahatladığı an kendisini daha iyi hissediyordu.

Kanda bulunan alyuvarlar ve akyuvarlardan her biri “Allah” zikrine eşlik edinceye kadar zikrine devam ederdi. O zaman gerçek sükûneti bulabiliyordu. Bu halinin Halit’e karşı duyduğu sevgiden daha güçlü bir sevgi olduğunu biliyordu. Halit’in sevgisini ancak ondan daha güçlü bir sevgiyle alt edebiliyordu. O sevgiyi bulmuştu. Ama onu bulmak yetmiyordu. Onunla yaşamak gerektiğinin de farkındaydı.

Allah’ın sevgisiyle kaplanması gereken bir yerde, O’na ait olan bir mekânda O’nun sevgisinden büyük bir sevginin yer etmiş olması bile başlı başına bir vebaldi. Allah’ın olması gerektiği yerde Halit de vardı. Oysa Allah hiçbir şekilde kendisine ortak kabul etmez. Bu yüzden Allah’a olan sevgisinin daha güçlü olması gerekiyordu. Buna rağmen kalbinde hâkim konumunda olan Halit, bir çelişkiydi. Bu çelişkiyi nasıl aşacağını hala düşünüyordu.

Sevmekten, sevilmekten, sevgiyle kalbi doldurup aydınlatmaktan zarar gelmezdi. Kalbin gerçek sahibi olandan ne kadar uzak olursanız olun O hep sizinledir. Sesinizi duyduğu gibi sizi görüp gözeten Allah’ın kulları olduğunuzu hatırlamanız gerek. İsteyene vermekten bıkmayan, istemekten bıkan insan nasıl bir Kudretin sanat eseri olduğunu düşünmez mi?  Size türlü nimetlerle ikramda bulunan, özel isteklerinize henüz cevap vermedi diye O’nun hakkında yanlış düşünme hatasına düşmekten daha acı ne olabilir. İstemekten bıkmamak kaydıyla sabredip tevekkül etmek gerek.

Durumunun bu kadar açık ve net olmasına sevindi. Sadece anlamadığı şey, Halit’in sevgisinin bu derece güçlü bir kıvama nasıl geldiğiydi. Yine mağlup olsa da Allah’ın sevgisini istemekten bıkmayacaktı. Israrla bu sevginin kalbinde yer etmesini isteyip duracaktı. 

Aslında Halit’in sevgisinin güçlü bir şekilde kalbinde bulunuşuna dair bir cevabı vardı. Bildiği bir şeyi dillendirmese de bunun tek sebebi olarak Halit’i düşünürken hissettiği ve hoşlandığı duygular olduğunu biliyordu. Halit’i düşünmenin onu mest eden bir güzelliği vardı. Halit’i düşündüğü anlarda onunla birlikte düşler âleminde kaybolmanın hazzı bir başkaydı. O anlarda kendinden geçtiğini ve aşk sarhoşluğu yaşadığını biliyordu. O âlemin cezbedici tek güzelliği ise yalnızca Halit’in yanında olmasıydı. Halit onun yanındaydı ve onunla sohbet edebiliyordu. Bundan daha güzel bir anın olmayacağını düşünüyordu. Bu anın hiç bitmemesi için zamanın durmasını diliyordu. Bir ömür boyu Halit’le birlikte bu düşler âleminde yaşamaya razıydı. Bitmesini istemediği bu anlarını düşündü. Ve kalbinin asıl sorununun Halit olduğunu ve neden kalbine hâkim olup orayı istila ettiğini daha iyi anlayabiliyordu.

Düş olsa dahi Halit’le birlikte olduğu anlar dışında hiçbir şey umurunda olmuyordu. Okuyup öğrendiği bilgileri bu aşk karşısında bir fayda vermiyordu. Aklı ve kalbi sadece Halit’le meşgul oluyordu. Halit dışında her şey boş gibi geliyordu. Gerçek ve hakikat olan tek şey ise Halit’ti. Onun varlığı nurdu, aydınlıktı, hayatını aydınlatan kandildi.

Halit’siz geçen her anı karanlıktı, zülumattı, hayatının sıkıntılı ve zifiri karanlık anlarıydı. Halit, onun severek ve isteyerek büyüttüğü hatasıydı. Bu hatasını çok sevmişti. Ondan vazgeçmek düşüncesi bile onu üzüyordu. Halit’i düşünmeden edemiyordu. Bu İsteyerek olmuyordu. En azından salt bir istemeyle olmuyordu. Belki bunu tüm kalbiyle istediği için onu düşünmekten bir an için olsun vazgeçemiyordu. Hayatının her karesinde Halit vardı. Yaşamının adı bile Halit olmuştu. Kalbini çok fena kaptırmıştı. Kalbini ele geçiren bu hatasından kalbini terk etmesini istemesi ise samimiyetten çok uzaktı. Bunun günah olmamasını dilemekten başka çaresi kalmamıştı. Halit gibi güzel bir şeyin günah olmamasını dilemişti Rabbinden.

İçine düştüğü bu aşkın ağır yükü altında zorlanıyordu. “Keşke hiç Halit’le karşılaşmasaydım,” diye içinden geçirdiği oluyordu. “Halit’i tanımasaydım bunlar da başıma gelmezdi,” diye düşünse de artık bazı şeyler için çok geçti. Kaderi değiştiremeyeceğini biliyordu. Bir kere tanımıştı bu “Hatasını” onunla birlikte geçirdiği anıları vardı. Yıllarca birlikte okula gidip gelmeleri sayesinde oluşan dostlukları vardı. Bunları değiştiremezdi. Bunları hiç yaşanmamış gibi davranamazdı. Her ne kadar o zamanlar aralarındaki bu dostluk saf ve masumane bir arkadaşlıktan öte bir anlam ifade etmese de her şeyin başlangıcı olarak çocukluk yıllarını görüyordu.

İlk karşılaştığı anda elinde taşıdığı eşyayı almasaydı belki de bunların hiçbiri olmayacaktı. O zaman ondan çok nefret etmeseydi bugün onu bu kadar sevmezdi belki de. Nefret ettiği şey şimdi onun için vazgeçilmez olmuştu. Bunda tek suçlu vardı. O da nefretiydi. Neden ondan o kadar çok nefret etmişti ki? Unutup gitseydi ya. Aklına takmasaydı, umursamasaydı yine de böyle olur muydu? Nefret etmeseydi yine bu kadar sever miydi Halit’i?

Belki de ilk sevgisi henüz buluğ çağına gelmeden saf ve temiz bir fıtrata sahip olan bu çocuğa karşı nefret duyması sayesinde olmuştu. Ama o zamanlar kendisinin de bir çocuk olduğunu ve yaptığı şeyin farkında bile olmadığını hatırladı. Bunun ona teselli vermesi gerekiyordu. Ama hiç de öyle olmadı. Günahsız küçük bir kız olması ona bir başkasından nefret etme hakkı vermiyordu. Bunu haklı gösterecek hiçbir geçerli mazereti yoktu.

“En azından nefretin karşılığı sevgi olmamalıydı,” diye düşündü. Ondan nefret etseydi belki daha rahat ederdi. Onu düşünmekten vazgeçmesi o zaman daha kolay olurdu. “Nefretimle kalsaydı daha mı iyi olurdu. Ama o zaman sevginin ne demek olduğunu nereden bilecektim,” diye söylendi. Sevginin bu kadar güçlü ve kuvvetli bir şey olduğunu bugün öğrenmişse bunda nefret ettiği Halit’in payı çok büyüktü. Nefreti, aşkı doğurmuştu. Aşkı ise onu Allah’a yakın kılmıştı.

Neler düşündüğüne baktı. Hala Halit’e karşı hissettiği şey için geçerli bir mazeret peşinde olduğunu gördü. Kendisini haklı gösterecek bir şeyler arıyordu. Her şeyi birbirine karıştırmıştı. Çocukluğuna kadar gidip şimdiki duygularının tek suçlusu olarak o yıllarda masum olan dostluğunda bir şeyler aramaya başlamıştı. Bu da başka bir yanlıştı. Ama bunu anlamıyordu. Bu sevginin kökünü bulabilirse onu kalbinden söküp atmanın daha kolay olacağı düşüncesiyle böyle davranıyordu. Halit kalbinde ve aklında sökülüp atılamayacak kadar kök salıp kopması imkânsız bir hale gelmişti. Bunu kabul etmese de hakikat buydu.

“Ey Halit! Ey benim tatlı ve güzel hatam! Ne olur affet beni. Senden nefret ettiğim çocukluk yıllarımda içimde sana karşı beslediğim kötü duygularımın karşılığı olarak bu ceza çok fazla ne olur çık artık kalbimden,” diye kendi kendine mırıldanmaya başladı. Bu sızlanmalar ve yakarışlar çok çaresiz oluşunun alametiydi. Çok aciz durumdaydı. N NeyeeNe yapacağını ve ne düşüneceğini bilemez olmuştu. Aklı başından gitmişti. Sağlıklı düşünemiyordu. Saçma sapan şeyler ile aklı o kadar meşgul oluyordu ki şuurunu kaybetmek üzere olduğunu düşündü. İçine girdiği bu çetrefilli hal aklını da esir almıştı.

Tüm kalbiyle her şeyden kurtulmak adına var gücüyle “Allah” diyebildi. Bir kez daha “Allah” dedi. Bunu art arda tekrarlamaya başladı. Şuursuzdu, ama bunun bir önemi yoktu. “Allah” demek iyi geliyordu. Aklını içinde bulunduğu bataklıktan kurtaracak tek kelime “Allah” zikriydi. “Allah” zikri dışında her şey boştu. “Allah” zikri dışında her şey onu daha çok Halit’e yaklaştırıyordu. Her şey bir şekilde ona Halit’i hatırlatıyordu.

Aynada gördüğü yansıması bile ona Halit’i hatırlatmaya yetiyordu. Kendi güzelliğine bakıp, bu güzelliğini sadece bir tek kişinin görmesini istiyordu. Sonra yüzü utancından ve düşünceleri yüzünden al al olup aynanın karşısından uzaklaşıyordu.

Ona bu güzelliği verenin kim olduğunu biliyordu. Asıl şükretmesi gereken kişinin Allah olduğunun farkındaydı. O’nun için güzelleşmesi gerekiyordu. Bu güzellik fiziki güzellik değildi. Manevi bir güzellikle Allah’a şükrünü ifade edebilirdi. Allah’a, verdiği tüm nimetler için minnettardı. Hatta Halit için bile O’na minnet duyuyordu.  Ve her şeyin yaratıcısı, Allah’ın azze ve celle güven veren dergâhını sığınak edinmeliydi.

“Allah” demeye devam etti. Sadece Allah’ın ismini zikretti. Öyle ki bu zikir saatlerce sürdü. Artık dili kendiliğinden “Allah” zikrini telaffuz eder olmuştu. 

“Allah” zikri kalbine iyi gelmişti. Kalbinin hissettiği tek şey Allah’ın azameti olmuştu. Bu azametin tezahürleri bir bir gözlerinin önünde görünmeye başlamıştı. Gözlerinin önündeki perdeler tek tek kalkmaya başlıyordu. Gördükleri şeylerin hiçbirine aldırış etmiyordu. Ne cennetin eşsiz güzelliği, ne de Halit’in silueti. O “Allah” demeye devam ediyordu.

Gözlerinin önünde daha önce hiç görmediği bir âlemin penceresi açılmış olsa da, bunların hiçbirine aldırış etmeden ilerliyordu. İlerledikçe bir başka perde daha gözlerinin önünden kalkıp, ona gördüklerinden daha güzelini gösteriyordu. O anda gözleriyle gördüğü şeylerden daha çok kalbinin gördüğüyle ilgileniyordu.

Kalbi, eşsiz bir nur ile aydınlanmıştı. Bu nurun tüm bedenini sarması için teslim oldu. Gözlerinin önündeki hiçbir şeyle ilgilenmek istemiyordu. Kalbi, Halit’in aşkından daha büyük bir sevgili ile doyumsuz bir aşk yaşıyordu. Ne tuhaftır ki yaşadığı bu olağanüstü anın farkında bile değildi. Kendinden geçmişti. Cezbe halindeydi. Ruhu belki de ilk kez bu kadar özgür oluyordu. Bu durumun hiç de normal olmadığı aklına bile gelmiyordu. Sanki şimdiye kadar hep bu âlemde yaşıyormuş gibi bir şeyler arıyordu. Ne olduğunu bilmiyordu. Aradığı şeyin Halit olmadığını ondan daha güzel bir şey olduğunu bilecek kadar şuuru yerindeydi.

Eşsiz güzellikler ve manzaralar onu yolundan alıkoymadan yoluna devam ediyordu. Aradığı şeyin buralarda bir yerde olduğunu umuyordu. Kalbindeki Halit’i oradan tamamıyla sileceğini umduğu şeyin tam olarak nasıl bir şey olduğu hakkında en küçük bir fikri yoktu.

Daha önce hiç görmediği çiçekler ona selam veriyorlardı. Çeşit çeşit şelaleler dahi ilgisini çekmiyordu. Aradığı tek şey vardı. Ve onu bulmaya kararlıydı. 

“Allah” zikrini dilinden düşürmeden dolaşıp duruyordu.  Gördüğü tüm güzellikler ona Allah’ı hatırlatıyordu. Aradığı şeyi bulmanın peşindeydi. Yüreğindeki boşluğu dolduracak bir şeyi arıyordu. Ona bilmediği dünyaların pencereleri açılmış olsa da o bunların hiçbirini göremeyecek kadar kendinden geçmişti. Kalbiyle “Allah” demeye devam ediyordu. Kalbinin sakin oluşuna şaşırıyordu. Sevdiğinin peşine düşmüş Leyla gibiydi. Cennet bahçesinde şuursuzca aşkını arıyordu. Aşk perdesi gözlerinin önüne inmiş, sevdiği dışında başka bir şeyle ilgilenmez olmuştu.

Gezdiği yerlerde kendisine tazimde bulunan eşsiz çiçekleri dilindeki zikriyle selamlıyordu. Gördüğü her güzellik karşısında “Allah” deyip geçiyordu. Onların Allah’ın birer ayeti olduğunu biliyordu. Allah’ın ayetlerini yakini olarak müşahede ediyordu. Dili Allah’ı andıkça kalbi tutuşuyordu. Kalbi tutuştukça da dili daha bir zevk ile dönmeye devam ediyordu.

Belki de İlk kez böylesine yanıyordu. Halit için çok yanmıştı. Ama bu seferki başka bir ateşti. Bu, aşkın ta kendisiydi. Bu, tarifi olmayan bir sevdaydı. Gördüğü hiçbir güzellik onu yolundan alıkoyamıyordu.  Gördüğü güzellikler karşısında şaşırmış olsa da buna neden şaşırdığına hiçbir anlam veremiyordu. Yolunu kaybetmiş bir yolcu gibi yoluna devam ediyordu. O’nu bulan neyi kaybetmişti ki; O’nu kaybeden neyi bulmuştu ki?

Manzaralarla birlikte onlara eşlik eden nice güzel insan görmeye başladı. Daha önce hiç karşılaşmadığı bu insanlar onu çok sıcak karşılıyorlardı. Onlar onu tanıyormuş gibi yanından geçtiklerinde ona selam dahi veriyorlardı. Ayten de selamlarına başıyla karşılık veriyordu.

Yalnız bu gördüğü insanların her birinin yüzünde daha önce hiçbir kimsede görmediği bir nur vardı. Onları nurlarından tanıyordu. O nurlardan birinin de kendi alnında olduğunu göremiyordu. O nurlar sayesinde o âlemdeki tüm insanlar birbirlerini tanıyormuş gibi hissediyordu. Gördüğü insanlardan dolayı ne bir endişeye ne de telaşa kapılıyordu. Sadece şaşkındı. Yolunu kaybetmişti, ama hiç de endişeli değildi. Bu durum çok tuhaftı.  Endişe etmesi gerekiyordu, ama o çok rahattı. Normal bir durummuş gibi davranıyordu. Her ne kadar bunun öyle olmadığını bilse de. Karşıdan gelen bir takım kimseleri görünceye kadar böyle devam etti.

En güzel Cennet bahçesinin içindeki bir evden iki kişi çıkmıştı. Henüz onlardan çok uzaktaydı. Ama onları hem simalarından hem de alınlarındaki nurdan tanımıştı. Bunlardan birisi Ahmet abisi diğeri ise Halit’ti. Onlara yetişmeye çalıştı. Abisine seslendi. Ahmet ve Halit birlikte evden çıkmış Ayten’in önünde yürüyorlardı. Ayten’i görmüyorlardı. Ayten abisinin ardından var gücüyle seslenmeye devam etti. Onlara yetişmek için adımlarını ne kadar hızlandırsa da bir türlü aralarındaki mesafeyi kapatamıyordu. Koşmaya başladı. Bir yandan “Abiii” diye sesleniyor öte yandan onlara yetişmek için var gücüyle koşuyordu. Her ne yaptıysa nafileydi. Aralarındaki mesafede değişiklik olmuyordu. Sanki onlar da ondan kaçıyormuş gibi hep aynı uzaklık olduğu gibi kalıyordu. Bir türlü aralarındaki mesafeyi kapatamıyordu. Koştuğu için çok yorulmuştu. Nefes nefese kalmıştı. Artık koşacak takati kalmamıştı. Olduğu yerde durup,  “Halit” diye çok cılız bir sesle seslendi. Halit duyduğu bu sesle dönüp arkasına baktı. Ayten’i görüp tebessüm etti.

Onu dürten bir el, “Ayten kızım!” diye sesleniyordu. Kendisine geldi. Annesinin yanı başında olduğunu görünce az önce yaşadıklarının bir rüya olmasından dolayı üzüntü duydu ve ağlamaya başladı. Pişmanlık gözyaşları gideni geri getirmeye çare değildi. Annesine baktı. Daha sonra odasına baktı. Hiç de az önceki gibi bir manzara yoktu. Nerede o güzellikler, nerede bu oda? Gördüklerinin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Onlar bir hayalden daha gerçektiler. Her şeyi tüm varlığıyla yaşadığından emindi.  Hala nefes nefese kalmış haldeydi. Tıpkı az önce koştuğu için nefessiz kaldığı gibi.

Annesi; “Ne oldu kızım! Niye ‘Ahmet abi,’ diye sesleniyorsun. Yoksa kâbus mu gördün?

“Bilmiyorum anne. Ne gördüğümü ben de bilmiyorum. Abimi gördüm ona seslendim ama beni duymadı. Ardından koştum ama ona bir türlü yetişemedim.”

“Allah hayırlara vesile kılsın kızım. İnşallah kötü bir şey yoktur.”

“Yok anne, çok güzel şeyler gördüm. Gördüğüm şeyler gerçek gibiydi. Ve abim gayet iyiydi. Keyfi yerindeydi.”

“Bunları beni teselli etmek için söylemiyorsun değil mi?”

“Hayır anne, gerçekten de abimi iyi gördüm. Sadece ona yetişip konuşmak için bağırıyordum. Sesim size kadar geldi mi?”

“Senin bağırdığını duydum. Korktum. En sonunda bir isim daha söyledin, ama o kadar cılız bir şekilde söyledin ki anlayamadım. Abinin yanında başka biri mi vardı?”

 

[1] İmam Rabbani–Mektubat–ı Rabbani: 35. Mektup

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar