38.22
  
43.38
  
94758.00
  
88.84

Bir Elmanın İki Yarısı-4.Bölüm

Bir Elmanın İki Yarısı-4.Bölüm

   4. BÖLÜM

 Şafağın sökmesine az bir zaman vardı. Karanlık çekilmeye, üzerindeki siyah perdeden kurtulmak için önce grileşmeye doğru gidiyordu. Uykusundan uyanan Güneş doğup yükseldikçe dünya karanlığın etkisinden kurtuluyordu. Karanlık ve şafağın arasındaki o gri an aydınlığın müjdecisiydi. Murat ve Kemal şafak sökmeden evden ayrıldılar. Henüz sönmemiş olan sokak lambalarının ışığında kaldırım taşlarıyla döşenmiş caddede yürürken her ikisinin de aklında yapacakları eylem vardı. Kapalı dükkanların önünden geçerken sessizliğin huzur verici atmosferinin soluyorlardı.

Günün bu saatinde caddeler ve sokaklar boş olurdu. Uyuyan yalnız insan değildi, tabiattaki güzel sesli kuşlar dahi henüz yeni yeni ötmeye başlamışlardı. Gecenin ve sabahın tek sahibi olan Allah’ın askerleri olarak birazdan gerçekleştirecekleri eylem için güç ve kudret sahibinden yardım dilemek için ağızlarında bir şeyler mırıldanıyorlardı. Kopacak olan kıyametten sağ salim kurtulmak için O’na dayanıp güveniyorlardı. Ondan başka sığınaklarının olmadıklarını biliyorlardı. Kıyamet öncesi son sessizliğin arefesindeydiler.

Ofis semtindeki Enfes pastanesinin önüne geldiklerinde tek tük insanların evlerinden çıktıklarını gördükçe vaktin azaldığını anladılar. Şafağın üzerindeki karanlık örtüsünden yavaşça sıyrıldığı demde, aydınlığın atmasıyla birlikte insanların dışarı çıkması arasındaki paralelliği görebiliyorlardı. Yeni bir güne daha merhaba diyenler, yarını görüp göremeyeceklerinden emin olmadan yaşıyorlardı.

Enfes pastanesinin açıldığını görünce heyecanlandılar. Vaktin geldiğini anlamalarıyla kalp atışlarının hızlanması bir oldu. Bunu her seferinde yaşarlardı onlar kalp ve vicdan sahibi askerlerdiler. Enfes pastanesini açan sahibi birazdan gelecek olan müşteri için masaları düzeltip silerken her gün yaptığı gibi rutin işleriyle meşgul olmaya başladı. Bugünün farklı bir gün olacağını düşünmüyordu. Murat ve Kemal Enfes pastanesine müşteri gelmeden işlerini bitirmek üzere planlarını yapmışlardı. Korkuları o an herhangi bir müşterinin zarar görme ihtimaliydi. Bu riske girmemek için en uygun vakti seçmişlerdi. Tedbirli davranmaya çalışıyorlardı. Aldıkları tedbir dışında olacak olanları kontrol etmenin güçlerinin dışında olduğunun farkındaydılar. Sahip oldukları iradeyi kullanıp gerçek güç ve külli irade sahibi olan Allah azze ve cellenin iradesine tabi olduklarını biliyorlardı. Allah’ın iradesinin tüm iadelerin üstünde olduğunu ilmel ve aynel yakin biliyorlardı.

Eylemi gerçekleştirmek için tüm şartların uygun olduğu görünüyordu. Pastaneyi işleten Davut isimli şahsı cehenneme göndermenin vakti gelmişti. Davut Baği topluluğun önde gelenlerinden biriydi. Kardeşkanının dökülmesinde aktif olmakla kalmamış bununla birlikte İslam’i Cemaat fertlerinin kanını akıtan birimleri oluşturmuştu. Koyun postuna bürünmüş sinsi bir kurt denince akla gelen ilk kişi Davut olurdu. Ondaki İslam’i Cemaat fertlerine karşı beslediği kin bir başkaydı. Mürted örgütün yaptığı tüm zulümlere sessiz kalan korkak herif söz konusu İslam’i Cemaat mensupları olunca aslan kesili verdi. Boşuna “Müslümanların kanı tatlıdır” dememişler. Müslüman kanını içmeye meğer ne kadar meraklı kişi varmış görülmüş oldu. Ama unuttukları bir şey vardı. İslam’ın aziz evlatlarının bu vampirlerin dişini sökmeye güçlerinin olduğunu akıllarından çıkarmışa benziyorlardı. Bazen bunu onlara hatırlatmak gerekiyordu. Davut’un verdiği talimatla İslam’i Cemaat mensubu olan Abdulkadir ve Recep’in şehit edilmişti. Bunu kendi yanlarına kalacağını zannediyorlardı. Bu dünyadaki cezaları belliydi. Ya ahirette onlar nasıl Şedidül ikab olan Allah azze ve celleye hesap vereceklerdi?

Davud’un keyfi yerinde işine gücüne bakıyordu. Yaptıklarından kimsenin haberi olmadığını düşündüğünden rahatça işine odaklanmıştı. Bilmez mi ki Allah dostlarının pak canlarına kıyıp aziz kanlarını akıtanlar bu dünyada asla iflah olmazlar. Kardeşlerin kanını yerde bırakmamaya yeminli kardeşleri olduğu sürece yaptıklarının hesabını bir gün mutlaka sorulacağını akletmezler mi? İşte bugün hesap günüydü, dişe diş kana kan… Kemal harekete geçmek için Murat’a işaret verdi. Artık konuşmak yoktu, şu andan itibaren söz silahların olacaktı. Murat etrafı gözetlemek için gözlerini dört açtı, Kemal silahını konuşturduğunda olabilecek herhangi bir müdahaleye karşı tetikte bekledi. Murat’ın görevi Kemal’i korumak ve kollamaktı. Kemal Enfes pastanesinin kapısından girince Davut ilk müşterisi geldi diye sevinip onu karşılamak üzere karşısına geçince Kemal önüne koyduğu silahını çekti. Kemal, Davut’un kafasına sıkmadan önce göz göze geldiler. Davut, celladını gören tavşan gibi olduğu yerde donup kaldı. Gördüğü gözlerden hipnoz olmuş gibi kımıldama ve hareket etme özelliklerini yitirdi. Olduğu yerde donup kalmıştı. Kemal’in şimşek çakan gözlerinde gördüğü ışıltı onu kör etmeye yetmişti. O an zaman durmuş yaşadığı hayat bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmişti. O kısa an da hissettiği korkuyu hayatı boyunca yaşamamıştı. Son korkusunun da eceline faydası olmayacaktı. Yapıp ettiklerinin, dökülmesini istediği kanlar onu boğmaya gelmişlerdi. Her amelin bir karşılığı vardı. Şehit ettikleri Allah dostlarının kanlarının hesabının sorulma vakti olduğunu anladı. Kemal’in gözlerinin içinde Abdulkadir ve Recep’i görmüştü. Korkusundan dili tutulmuştu. Arkadaşı şeytanı çağıraçak olduysa da şeytan Kemal’i gördüğü gibi onun niçin geldiğini anladığında sözünde durmayıp arkasına bakmadan “Ben senin yapıp ettiklerinden beriyim. Allah’tan korkarım” diye topukları yağlayıp kaçmıştı. İslam’i Cemaat mensuplarının kanına girmesini ona süslü gösteren, kulağına cazibeli gibi üfleyen şeytana “Kaçma! Beni bir başıma yalnız bırakma” diyecek takati kalmamıştı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Yere düştü düşecekti. Gözleri hala Kemal’in gözlerinin içine bakıyordu. Şehit ettiği Abdulkadir ve Recep’in gülümsediklerini görebiliyordu. Hesap vaktinin geldiğini anladı. Hesap verecek yüzü olmasa da bundan kaçış da yoktu. Kemal, Davut’un gözlerinin içine baka baka silahın namlusunu alına dayayıp bir el ateş etti. Davut’un arkasındaki beyaz fayanslar bir anda kırmızıya boyandı. Davut yere yığılıp kaldı. Kurşun sesi sabahın sessizliğini yırtmakla kalmamıştı, bu sabah kutlu olduğunu da haykırmıştı. Dünyadan bir mikrop daha temizlenmişti.

Murat duyduğu silah sesiyle birlikte irkilmişti. Aynı zamanda da seviniyordu. Kemal’in üzerine düşeni yaptığının habercisi olan silah sesinden sonra elini önünde duran silahına atıp bir müddet öyle tetikte bekledi. Gözlerini bir şahin gibi açıp etrafta olan biten her şeyi o kadar çabuk anlayabilmek için beyninin tüm idrakini kullanmaya başlamıştı. Kemal’in pastaneden sağ salim çıkıp uzaklaştığını gördükten sonra rahat bir nefes aldı. Çok kısa bir süre daha olay yerinde bekledikten sonra aksi bir durum olmadığından olay mahallinden ayrıldı.  Ayrı yollardan arkalarını kontrol edip takip edilmediklerinden emin bir şekilde kaldıkları eve geldiler. Birbirlerini gördükten sonra konuşmadan yorum yapmadan abdest alıp iki rekat şükür namazı kıldılar. Çünkü otuz sekiz yıllık bir çınarın cehenneme düşüşüne vesile olmuşlardı. Ardından ellerini rablerine açıp “Sonra onları siz öldürmediniz, lakin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lakin Allah attı. Bu da müminleri güzel bir imtihandan geçirtmek içindi. Allah işitendir, bilendir” diye Enfal suresinin ayetlerinin okudular. Bu ahlakı onları Hasan öğretmişti. Kendi nefisleri için bir pay çıkarmamaları için bu ayet onlara gerçeği hatırlatıyordu. Kibirden ve kendini beğenmişlik hastalığından kurtulmak için Allah’ın ayetlerinden daha güzel bir şifa olamazdı.

Akşam karanlık çöktükten sonra Hasan arkadaşlarının durumunu görmek için Murat ve Kemal’in kaldığı eve geldi. Onları iyi gördüğüne sevindiyse de bunu belli ettirmemek için sevincini içinde yaşadı. Murat’la odaya geçtiklerinde sehpanın üzerine duran kül tablasındaki sigara izmaritlerinin yanı sıra içeri sinmiş koku burnunun direklerini kıracak kadar rahatsız edici buldu. “Bunları sen mi içtin” diye Murat’a sordu. Kemal’in sigara içtiğini biliyordu. Murat “Bir ikisi dışında diğerleri Kemal’e ait” deyince Hasan’ın kafası karıştı. “Misafiriniz mi vardı?” diye sormadan edemedi. Murat gayet rahat bir şekilde “Bir iki tanesini ben içtim” deyince Hasan hepten şaşırdı “Senin sigara içmediğini biliyordum” diye sorunca Murat “Bugüne özel olarak içtim” deyince Hasan beyninden vurulmuş döndü. Yetiştirdiği öğrencilerinin hala istediği gibi olmadıklarını kendi eksikliği olarak gördü. O kadar kızmıştı ki “Ne zamandan beri eylemlerinden sonra sigara içiyorsun” diye kızarak sordu. Murat hala Hasan’ın neden kızdığını anlayabilmiş değildi. “Sadece bugün içtim” derken sanki çok basit bir şeye cevap verir gibi söylemişti. Hasan “İçme! Eylemden sonra yapmadığın bir şeyi yapma. Hele sigara gibi bir illeti hiç yapma” dediğinde kızgınlığı artmıştı. Murat “Abi! Sadece bir tane içtim” diyerek kendisini savunmaya kalkınca Hasan’ın tepkisi arttı “Eylemlerinizden sonra stres atmak için, kutlama için veya rahatlamak için sigara içemezsiniz. Bunu bir daha yapma” dediğinde burnunda soluduğu belli oluyordu. Murat, Hasan’ın neden kızdığını yeni anlamaya başladı. Her ne kadar niyeti öyle değilse de yanlış anlamalara kapı aralamaması gerektiğini kavradı. Hasan’a sıcak demli bir çay getirip hararetini aldıktan sonra Murat “Abi! Eğer müsaaden olursa yarın ailemi ziyarete gidebilir miyim?” diye izin istedi. Hasan söz konusu aile olunca hassaslaşıyordu. İslam’i Cemaat mensubu gençlerinin birçoğu davalarına rahat bir şekilde hizmet edebilmek için baba evinden ayrılıp ya öğrenci evlerinde ve ya uygun olan cami hücrelerinde kalıyorlardı. Arkadaş ortamında olmak her ne kadar güzel olsa da hiç bir sıcaklık aile ortamının verdiği sıcaklığı sağlamıyordu. Hasan “Dikkatli git gel” deyip Kemal’i düşündü. Kemal’in ziyarete gidecek bir ailesinin olmayışına üzüldü. Ailesiyle yaşadığı fikir çatışması yüzünden evden ayrıldığı günden itibaren bir daha evini ziyaret etmemişti. Bu konu da Musab Bin umeyr’e çok benziyordu. Diyarbakır gibi koca bir şehirde bazen kendisini yalnız hissettiği anlarda olsa da tek tesellisi sahip olduğu davası ve inancıydı. “Allah içindir bu da geçer” deyip teselli oluyordu. Birkaç defa, o da genellikle bayramlarda Hasan onun gidebileceği uygun aile ortamında kalması için ayarlamalar yapmıştı. Kemal için o günler gerçek Bayram gibi geçiyordu. Hasan öğrencilerine sohbet tadında nasihat ettikten sonra vedalaşıp evden ayrıldı.

Murat ve Kemal yaptıkları şeyi unutmuş, hiç yaşanmamış gibi kaldıkları yerden hayatlarına devam etmeye başladılar. Yaşanmamış bir şey olarak gördüklerinden de üzerinde konuşma gereği duymuyorlardı. Olanlar olmuş gereken yapılmıştı. Geçmişe takılı kalmadan geleceği düşünmeden anın tadını çıkarmaya çalışıyorlardı. Unutmak kolay bir eylem değildi. Özellikle de hayatının çok önemli karesinden bir anın hiç yaşanmamış kabul etmek zannedildiği gibi kolay bir şey değildi. Önemli şeyleri unutmak her zaman için zordu. Sıradan bir anı olsaydı mesela, çay içmek, su içmek veya yemek yemek gibi… Onlar çok çabuk unutulabilirdi. Bir eylemi unutmak adını unutmak gibi zor ve imkansıza yakındı. Hayat boyunca zihninizde kalacak, sizin bir parçanız olacak bir şeyi görmezlikten gelmek mümkün değildi. İlk birkaç gün rüyalarında bile sık sık kendisini hatırlatan bu görsel anıyı yok saymak için belki de tekrardan doğmak gerekliydi. Zamanla biriken anılarla hafızasının çöplüğüne doğru itilen birçok anı gibi silik duruma getirmek mümkündü.

Murat öğle namazına doğru evden ayrılıp Şehitlik semtinde ki baba evine geldi. En çok annesini özlemişti. Sevgileri gibi özlemleri de karşılıklı olan ailesini görmeyeli iki ay oluyordu. Telefon kullanılması sakıncalı olduğu için tek yol onları ara sıra ziyaret etmekten geçiyordu. Bazen o kadar çok hizmete vakit ayırıyordu ki ailesini bile düşünecek vakti bulamıyordu. Bunun bir yere kadar yanlış olduğunu kabul etse de hizmeti her daim ön planda tutarak da ailesiyle daha yakından ilgilene bileceğini kabul ediyordu. Ama nedense bilmek ve yaşamak bazen paralellik göstermiyordu. Anne ve babasının teselli bulacağı bir kız ve bir erkek çocukları daha vardı. Oysa Murat’ın davası tekti biricikti. Davasını yalnız bırakmaya kıyamıyordu. Allah’tan isteği ailesinin hidayet bulmasıydı. Onlarında Rablerini bilen ve ona ibadet eden kullarından olmasını arzulayıp bunun için dua ediyordu.

Erkek kardeşiyle araları genellikle bozuk olsa da onunla yakından ilgilenemediği için kendisini de suçlu hissediyordu. Bir ağabey olarak sorumlulukları vardı. Kardeşlerini kol kanat germesi gerekiyordu. Bunu yeterince yapamıyordu.  

Oturdukları evin altında babasını işlettiği Birlik fırını vardı. Eve çıkmadan babasının yanına uğrayıp selam verdi. Unlu ellerine aldırmadan saygıyla babasının ellerinden öptü. “Nasılsın baba” diye sordu. Babasını her gördüğüne mutlu olduğunu bilse de babasının bunun görmesini istemiyordu. Bu özelliğini babasından almıştı. Armut dibine düşmüştü. Babası “Neredesin, ne yapıyorsun, bunca zaman niçin gelmedin, annen ve kardeşlerin seni özlediler” dediği halde “Ben de özledim” demedi, diyemedi. Babası çocuklarının kendisini duygusuz ve gamsız bilmeleri için çabalasa da yüreğinin yandığını biliyorlardı. Bunun için bazen kötü davrandığı bile oluyordu. Murat babasının kalbinde iyilik ve merhamet olduğunu biliyordu. Onu ortaya çıkarmak için çok çabaladıysa da şu ana kadar bunu başaramamıştı. Murat babasının iyi kalpli biri olduğunu ispatlayabilmek için kalbinin derinliklerine indiyse de babasının sevgisini gün yüzüne çıkarması mümkün olmadı.

Babası taş kalpli biri olduğunu yalnız Murat’a hissettirme çalışmıyordu. Aile fertlerine de aynı tavrı sergiliyordu. Onun aslında iyi biri olduğunu bilen tek kişi belki de eşiydi. Murat bu konuda babasını suçlamıyordu. Babasının içinden büyüdüğü toplumun gelenek ve göreneklerinin ne kadar katı olduğunu az çok yaşamış görmüştü. Babasının gelenek ve göreneklerine bağlı olduğunu biliyordu. Bu tabuyu yıkmamanın imkansıza yakın olduğunu bildiği halde yine de uğraşıyordu.

 Babası Batman’ın Gercüş ilçesindeki Birlik aşiretinin ferdiydi. Kendi babasından gördüklerini yapıp taklit ediyordu. Yanlış ve doğru diye sorgulamadan gördüklerini kendi hayatına almış uyguluyordu. Belki de babası da baba sevgisi, şefkati görmeden büyüdüğü için böyle davranıyordu. Bilmediği, görmediği şeyi kişi nasıl yapabilirdi? Ailesini sevse de onu nasıl yapacağını bilmedikten sonra ne işe yarardı ki. Yapmaya çalışsa dahi eline gözüne bulaştırmadan, korkutup kaçırmadan, kızıp öfkelenmeden yapamıyordu. Belki de baba otoritesinin sarsılmasından dolayı o kadar sert ve katı davranmaya çalışıyordur. Kim bilir…

Murat evin en büyüğüydü. Henüz iki yaşlarındayken ailesi Gercüş’ten Diyarbakır’a taşınmaya karar vermişti. 1975’de Diyarbakır’a yerleşmeye çalışan ailenin sıkıntısı bitmek bilmiyordu. İşsizlik, maddi sorunlar, çevreye uyum derken çok zorlandılar. Oturdukları evin altındaki fırını satın alıp işletmeye başladıktan sonra rahat bir nefes aldılar. Her sıkıntının ardından bir ferahlık olduğu gibi gerçekleşmişti. Murat’ın ailesi de çektikleri sıkıntılardan sonra rahata ermişlerdi. Oysa huzur rahatlıktan da daha önemliydi. Huzur kalp ile rahatlık mal ile oluyordu. Malları olmuştu ama huzurları hala eksikti. Çünkü kalpleri hala katı ve sertti yumuşamıyordu.  

Allah azze ve celle bir kuluna lütufta bulununca ona kendi katında göz aydınlığı olacak güzel nimetler verirdi. Dünyanın en güzeli nimeti olan çocuk hiçbir şeyle kıyas dahi edilmezdi. Murat’ın bir kız ve erkek kardeşi oldu. Onları seviyordu, onlarla birlikte büyüdü. Aralarındaki kavgalar ne kadar artmaya başladıysa da onlar kardeştiler.  Çocuk kavgaları işte…

Murat, babasının “İyiyim” dediğinde ki o surat ifadelerini umursamadı. Babasıyla “Baba oğul” olarak sohbet etmek istiyordu. Ne soracağını, ne anlatacağını bilmediğinden susup kaldı. Bir çocuk babasıyla nasıl konuşur onu bilmeyen Murat’ın içinde bir hasret ateşi olarak kalan bu arzusunun bu seferlikte gerçekleşmeyeceğini kabul etmek zorunda kaldı. Babasıyla sohbet etmek istese de çekiniyordu. Sanki ilk adımı kendisi atsa babasının ters bir şey demesinden çekinir gibi bir hali vardı. Babasıyla konuşmadan yanından sessizce kaldı. Onunla aynı havayı teneffüs etmekle yetindi. O bile bir şeydi, işiyle meşgul olan babasının bir fırsatını bulup konuşur diye umutla bekleyişi netice vermiyordu. Babasının hiç oralı olmadığını görünce umudunu hepten kaybedip “Müsaaden olursa ben bir eve annemi görmeye gideyim” deyip izin aldığında bile babasının “Gitme biraz daha kal” demesini o kadar çok istedi ki babasına içinden kızmaya bile başlamıştı. Babasıyla ilgili kurduğu hayalleri bir başka bahara kalmıştı. Tekrar babasının elini öpüp fırının üstündeki evlerine çıkmak için kapıdan çıkacağı vakit babası arkadan “Murat” diye seslendi. Bir anlığına bile olsa içinde hissettiği o kısacık anın bile kendisine neler yaşattığını tarif etmekte zorlanıyordu. Babası elindekini hiçbir şey demeden Murat’ın pantolonun cebine yerleştikten sonra tek kelime etmeden işinin başına döndü. Sevmeyen ilgi duymayan biri çocuğu sıkıntı çekmesin diye cebine harçlık bırakır mıydı?

Murat’ı kapıda gören annesi boynuna sarılıp onu öpüp kokladı. Babasını da böyle sarılması için neler vermezdik ki… Annesi onu “Murat’ım” diye sevmeye başladı. Annesini böyle mutlu görünce babasının tavırlarını unuttu. Annesi kadar olmasa da o da annesini iyi gördüğü için sevinmişti. Kaçan keyfi biraz olsun yerine gelmişti. Annesine yaşattığı sevinçle mutlu olmasını bilmişti. 

Kapı eşiğinde annesinin sevinç çığlıklarını duyan kız kardeşi merakından odasından çıkıp gelenin kim olduğunu, annesini bu kadar mutlu eden şeyi merak ettiğinden yerinden kalkmıştı. Kapıda Murat abisini görünce ne yapacağını şaşırdı. Beklenmeyen misafiri gelmiş gibi şaşkın olsa da ona olan kızgınlığından yüzünü ekşitip hiçbir şey demeden odasına geri döndü. Aylarca görmediği abisine “Hoş geldin” bile demeden odasına kapanan kız kardeşine kızmıyordu. Onu anlıyordu. Hatasının farkındaydı. Annesi kızının yaptığından dolayı ona beddua etti. Murat “Öyle deme anne, o da senin canındır” dediyse de annesi onu dinlemedi. Muradına yanlış yapan her kim olursa olsun ona tahammülü yoktu. Bu çocukları dahi olsaydı onlara beddua etmekten bir mazur görmezdi. Kız kardeşinin abisine olan öfkesinin altında evden ayrılıp kendisini yalnız bıraktığına inandığından kaynaklanıyordu. Abisini o kadar çok seviyordu ki onun varlığı sayesinde hayata ve ailesine tahammül etmeyi öğrenmişti. Babasının, annesinin ve kardeşinin hışmından onu koruyan meleğini yitirmenin ne demek olduğunu ondan daha iyi kimse bilemezdi. Koruyucusunu kaybetmişti, hem de ona en çok ihtiyaç duyduğu gençlik yıllarında bir başına kalmıştı. Yalnızlığı ilk kez abisi evden ayrıldıktan sonra hissetmeye başlamıştı. Ardından geçen abisiz günlerde ise iliklerine kadar yalnızlığı hissetmeye başlayınca abisine olan sevgisi nefrete dönüştü. Abisine olan kırgınlığını ve öfkesini ona soğuk davranarak belli etmeye çalışıyordu.

Murat bunun farkındaydı, kız kardeşi kadar olmasa da onun da içi yanıyordu. “Keşke gittiğim yere kız kardeşimi de götürebilseydim” diye içinde yaşadığı pişmanlığını kimse bilmiyordu. Ne var ki kendisinin bile doğru dürüst kalacak bir yeri yoktu. Uzun bir müddet kaldığı cami hücreleri bir kıza göre değildi. Evinde kaldığı ailelere yeterince yük olduğunu düşünüyordu. Şimdiki öğrenci evini bile Kemal’le paylaşıyordu. Eve gelip giden başkaları da vardı. Kız kardeşini buraya da getiremezdi. Onu en güvenilir yer olan baba evinde bırakmanın doğru bir karar olduğunu düşünmüştü. Ve hala da öyle düşünmeye devam ediyordu. Kız kardeşinin öfkesine, kırgınlığına takılmadı. Onları iyi ve sıhhatli görmüştü ya bununla yetindi.

Annesi muradını alıp oturma odasına götürdü “Çok zayıf olmuşsun ana kurban” dediğinde Murat kendini tutamayıp göldü. İki ay önce geldiğinde annesi yine aynı şeyi söylemişti. İki ay boyunca kilo aldığını bildiği halde şimdi annesinin gözüne zayıf görünmüştü. Murat kısa boylu, tıknaz, hafif kilolu ve esmerdi. Anne yüreği oğlunu eliyle beslemediği sürece kalbinde hep Murat’ın aç olduğunu hissederdi. Annesi mutfağa gidip Murat’ı için bir şeyler hazırlamaya, kendi eliyle bu kısa sürede oğlunu şişmanlatmaya çalışacaktı. Murat bunu fırsat bilip kız kardeşinin odasının kapısını çaldığında kimin geldiğini bilen kız kardeşi oturmuş olduğu yatağında gözyaşlarını silmeye başladı. Ağladığını abisinin görmesini istemiyordu. Murat içeri girdiğinde “Oturabilir miyim?” diye sorduğunda kendisine cevap vermeyen kız kardeşinin oturduğu yatak ucuna çektiği sandalyeye geçip oturdu. “Nasılsın?” diye sorduğunda kız kardeşi yine cevap vermedi. Konuşmak istemiyordu, duygularının açığa çıkmasından endişe ettiği için suskunluğu tercih ediyordu. Murat cevap vermeyen kız kardeşinin gardını düşüreceğini umarak “Bana hala kızgın mısın?” diye sordu. Kız kardeşinin neler hissettiğini tahmin edebiliyordu. Her şeye rağmen kız kardeşini çok özlediğini, içinden bir kez olsun ona sarılabilmeyi istese de dargın olan kız kardeşinin nasıl bir tepki vereceğini bilmediğinden hislerini açamadı. Kız kardeşinin de benzer duygular taşıdığından emin olsa bile bunu yapamadı. Duygularından emin olsa da buna ondan duymaya ihtiyacı vardı. “İnsan hiç sevmedi birini özler miydi? Özlem de sevgi gibi değil miydi? Yanlış mı biliyordu?” diye düşündü. Taş kalpli görünmek bu ailenin genlerinde varmış gibi kız kardeşi bir türlü yumuşamıyordu. Kız kardeşi başını önüne eğmiş abisinin gözlerinin içine bakmamak için direniyordu. Oysa duyguların dili olsaydı kim bilir neler anlatırdı. Özlemini, sevgisini ve hasretini nasıl da dile getirirdi.

O babasının kızı olduğu kadar annesinde kızıydı, annesinin duygularını açık ve rahat ifade eden genleri onda da vardı. Annesinin yaptığı gibi abisinin boynuna sarılıp onu öpüp koklamak istiyordu, bunu yaptığı takdirde ondan nefret edemeyeceğinden korktuğu için duygularını kontrol etmeye çalışıyordu. Duygularını kontrol etmede kendisine yardımcı olan öfkesinden güç alarak abisinin boynuna sarılmıyordu. Murat “Konuşmayacak mısın?” diye hüzünlü bir sesle sorduysa da kız kardeşini hepten kaybetmiş olmaktan korktu. Bugüne kadar içinde taşıdığı endişelerden biri olan ailesini kaybetme korkusuyla yüzleşiyor oluşu kalbini fena bir şekilde acıtmıştı. Korktuğunun başına geldiğini düşünüp üzüldü. Şimdi içi her zamankinden daha çok yanıyordu. Kız kardeşi yatak nevresimin püskülüyle oyalanıp duruyordu. Bu onun abisine odaklanmasına engel oluşuna yardımcı oluyordu.

Mutfaktan çıkan annesi elindeki yemek tepsisi ile kızının odasının önünde durup “Haydi oğlum! “Gel bir şeyler ye” deyip oturma odasına gitti. Murat, kız kardeşi ile iletişime geçemediği için kendisini kötü hissetmeye başlamıştı. Odadan çıkmak için ayağı kalktığında “Bir gün beni affetmeyi çok isteyeceksin, ama o gün ben hayatta olmayacağım” diye ağzından gayri ihtiyari kelimeler döküldü. Kız kardeşinin başından öpüp odasından çıktı. Arkasından odasının kapısını hışımla kapatan kız kardeşinin ağlama sesini duyduğunda yıkıldı. Tekrar odaya girmek istediyse de buna cesaret edemedi. Oturma odasındaki annesinin “Bırak o şımarığı” deyişini ve kalbinin param parça oluşunu hayatı boyunca unutmadı. Annesinin hazırladığı yemekten aldığı lokmalar boğazına takılıyordu, zor yutkunuyordu. Annesinin hatıra olmazsa bir lokma dahi yemeden sofradan kalkardı. Yemek yediği için sevinen annesinin hatırı için kendisini yemeye zorluyordu. Çocuklarının mutluluğu ile mutlu olmak annelerin doğasında var galiba. Çocuğu yedikçe kendisi yiyormuş gibi mutlu oluyordu. Murat annesinin her seferinde “Şundan ye biraz da bundan ye” diyerek ısrarı üzerine önüne konulan yemekleri silip süpürdü. Karnının patlayacakmış gibi şişmesine aldırmayan annesin tabakların bitmesine sevinmişti.

Murat “Kardeşim nerede?” diye sorduğunda annesinin gözlerine birden bir hüzün çöktü “Bırak o hayırsızı” dediğinde bile içinin yandığını gizleyememişti. Dili ile kalbi aynı şeyi söylemiyorlardı. Annesine göre tek hayırlı evlat olarak Murat’ı görüyordu. Kız ve erkek kardeşlerinin de onun gibi olmasını istediyse de ne hikmetse bu duası henüz kabul edilmemişti. Kızının asilliğinden, küçük oğlunun ise hırsız ve soytarılara takılmasından dert yanmaya başladı.

Murat’ın neden eve gelmediğini anlamasa da onun Rabbine ibadet eden ve İslam’i Cemaat saflarında hizmet ettiğini bildiği için gönlü biraz olsun huzur buluyordu. En azından kötü bir yola girmediğinden emindi. Annesinin gözünde “Her kim olursa olsun Rabbine kulluk etmiyorsa, namaz ve ibadetlerini yerine getirmiyorsa hayırsızdır” diye etiketlerdi. Bu onun canının bir parçası olan çocukları dahi olsa değişmez bir ilkesiydi. Murat, erkek kardeşinin mahallenin soytarılarına takıldığını öğrenince çok üzüldü. Eve uğradığı kimi zamanlarda kardeşine Rabbini tanıyabilmesi için nasihat edip namaz kılmasının neden çok önemli olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Anlattığı şeylerden dolayı kardeşinden değişen bir şey olmamıştı. Ya da kalbi paslanmış olan birisine sözlerin etkisi olmuyordu. Murat bunu bilemezdi, elinden geldiğince onlarla ilgilenmeye çalışıyordu. Onların haline üzülse de elinden gelen başka bir şey yoktu. Dualarında ailesinin hidayet bulması için Rabbine yalvarıyordu. Eğer İslam’i hizmetlerinden dolayı kardeşleriyle pek fazla ilgilenmediğiyle ilgili bir düşüncesi olsaydı, bu hatasını telafi etmenin bir çaresine bakardı. Eve geri dönme pahasına bile razı olurdu.

İlk kez namaz kıldığı ana gidince duygulandı. Kimse görmesin diye öğle namazını bir çırpıda kılıp hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışmıştı. Suç işliyormuş gibi namazını gizli kılmıştı. Namaz kılmaktan utanmıyordu, daha çok babasının nasıl bir tepki vereceğini bilmediği için endişesinden dolayı namazını gizli kılmıştı. Korktuğu gibi de olmamıştı. Babasının fırınında çalıştığı sıralarda bir ikindi vakti namazı geçmek üzereydi, namazını kazaya bırakmamak için fırının arkasındaki hamur hazırlama bölümünde namaza durduğu sırada babası onu görmüştü. Farklı bir şey olmamış gibi, sanki oğlu namaz kılmak için sürekli bunu yapıyormuşçasına sıradan karşılamıştı. Oysa Murat babasının kendisini namaz kılarken gördüğü için kıyameti koparacağını zannetmişti. O gün akşam on da fırın kapanıncaya kadar Murat babasının bir şeyler söylemesini bekleyerek geçirdiyse de babası namazla ilgili hiçbir şey demedi. Fırını kapatarak eve gittiklerinde babasının sakin hali hala devam ediyordu. Kızgın veya öfkeli değildi. Murat bunu hayra yordu ve o günden sonra namazlarını gizli kılmaktan vazgeçip vaktinde ve zamanında namazını bir an önce kılmak için elini çabuk tutmaya çalıştı. Babası hakkındaki yanılgısı için Rabbinden istiğfar dileyip hidayete ermesi için duasını sürdürdü. Bir müddet sorunsuz bir şekilde namazlarını kıldı. Ne zaman ki kardeşlerinle namaz kılmaları gerektiği yönünde nasihat etti, işte o zaman kıyamet koptu. Kardeşi, abisine karşı çıkmakla kalmayıp onunla tartışmaya girmekten çekinmedi.  Ailesiyle mücadele böylelikle başlamış oldu. Meğer mücadelenin en çetini ailesiyle hak ve batıl kavgası olduğunu bizzat yaşayarak öğrendi. Sahabe hayatlarındaki benzer durumları yaşamaya başlayınca sahabeleri daha iyi anladı. Onlarla empati kurup nasıl davranacağını öğrenmeye çalıştı. Ailede annesinden yalnız destek görse de bu yeterli gelmiyordu. Annesini Allah’ın bir lütfu olarak görüyordu, onu her zaman yanında hissetmenin verdiği huzurla davasına sahip çıkmaya devam ediyordu. Allah kulunu yalnız bırakmazdı. Kendi davasına yardım edene yardım ederdi. İçinde bulundukları sıkıntılardan onlara bir kapı açardı. Annesinden aldığı güçle babasına ve kardeşlerine İslam’ı anlatmaya, onlara Allah’ı tanıtıp neden ona kulluk etmek zorunda olduklarını anlatmaya çalışıyordu.

Hidayetin tek sahibi Allah azze ve celleydi. O dilediğine hidayeti nasip ederdi. Layık olan kuluna hidayeti nasip edip ona lütufta bulunan yalnız oydu. Kişi sevdiğini hidayete erdiremezdi. Bunu ne kadar çok istese de, elinden gelenin en iyisini yapsa da İlahi takdirat olmayınca olmuyordu. Murat bunları öğrenmişti. Yine de umudunu kaybetmeden ailesine İslam’ı anlatmaya devam ediyordu. Özellikle de erkek kardeşinin anlattıklarına tepki vermesine aldırmadan onun kalbine dokunabilmek için bir yol arıyordu. Kız kardeşinde gördüğü yumuşama ise verdiği mücadelenin semeresiydi. Kişide hayır olmayınca edilen duanın da etkisi görülmüyordu. Kalplerdekini bilen Allah azze ve celle hayır gördüğü kullarına kendi yollarını öğretirdi.

Çocukluğunun geçtiği bu evde o kadar çok güzel anılaı vardı ki… Kardeşleriyle birlikte gülüp oynadığı, bazen kavga ettiği bu ev şimdilerde çok kasvetliydi. Çok sevdiği kardeşleriyle konuşamaz olmuştu. Murat daha çok kardeşlerinin hidayetine vesile olmak istiyordu. Aralarının iyi olmadığının farkındaydı. Bu yeni bir şey değildi, çocukken ne kavgalar etmişlerdi, ama sonunda tekrar barışmışlardı. Küskünlükleri hep kısa sürmüştü. Yaşadıkları kırgınlıkları unutabiliyorlardı. Hiçbir şey olmamış gibi oyun oynayarak geçmişin üzerine sünger çekebiliyorlardı. O günleri hatırladıkça çocuk kalmayı istedi. Aile olduklarını hissettiği eski zamanlara geri dönmeyi, orada kalmayı arzu etti. Şimdi karşı karşıya kaldığı ailesine en çok ihtiyaç duyduğu bir yaştaydı. Onların desteğine, sevgisine, yanında olduklarını bilmesine ihtiyacı vardı. İşinin çok zor olduğunun farkındaydı. Kendisini çok çaresiz hissetmeye başlamıştı “Allah’a kulluk etmek istemeyen birisine ne anlatırsan anlat hangi mucizeyi gösterirsen göster yine de iman etmezler” deyip içindeki duygularının kelimelere döktü. Her şeye rağmen kalbinde hala umut kıvılcımları taşıyordu.  Vazgeçmek gibi bir niyeti yoktu. Çünkü onlar onun ailesiydi. Onları seviyordu.

Oyunlar oynayarak büyüdüğü mahallesinde de anıları çoktu. Henüz ilkokula yeni başladığı dönemlerde mahallede tatlı satmaya çok heves etmişti. Babası onun hevesini gerçekleştirmek için ona izin vermişti. Babası “Tatlı satabilmen için bağırman gerek, sen nasıl bağıracağını biliyor musun?” diye sorduğundu Murat hiç beklemeden “Tatlı besra, besra” diye bağırmaya başladı. Murat’ın dili peltekti.  “Ş” özürlüydü “Ş” nin yerine “S” çıkarırdı. Bu özrü tatlı satmakta ona avantaj sağlamıştı. Onu sevecen yapıyordu. “Tatlı besra, besra” diye bağırdığında telaffuzundan hoşlanan müşterileri dahi olmuştu. Tatlı satarak kazandığı parayı annesine verdiğinde mutluluktan uçuyordu. Kendini eve katkı sağlayan koca bir adam olarak görmeye başlamıştı. Oysa babası onun tatlı satmasını istemiyordu. Hevesini alıp bırakacağını düşünmüştü. O, oğlunun okumasını istiyordu. Kendi okumamıştı, hayatın ne kadar zor ve acımasız olduğunu iyi biliyordu. Aynı şeyleri oğlunun da yaşamasını istemiyordu. Maddi durumları aham şaham olmazsa da kimseye muhtaç olmadan yaşadıkları için Allah’a minnettardı. Murat, babasının “Okul ya da tatlı satma arasında bir karar vermelisin” diye yaptığı teklife düşünmeden “Okul” deyişi bu hevesinin geçtiğine işaret ediyordu. Sabahın erken saatlerinde kalkıp tatlı satmanın zevkli bir şey olmadığına karar vermişti.

Yaz tatillerinde babası onu fırında çalıştırmaya başlamıştı. Onu o kadar çok çalıştırıyordu ki Murat’ın o küçük bedeni ağır yük nedeniyle akşam eve gittiğinde yorgunluktan bitap düşüp yatıyordu. Annesi sitem etse de babasının oğluna bir ders vermek için böyle davrandığını bildiği halde kalbi buna razı gelmiyordu. Babasının planı işe yaramıştı. Murat “Yaz tatili bitse de okula başlasam” diye sabırsızlanmaya başlamıştı. Hayatın ne kadar zor olduğuna dair ilk dersi babası vermiş oldu. Zor da olsa hayatın acımasızlığını böylelikle görmüş oldu. Bir daha babasının ağır şartları altında kalıp çalışmamak için kendisini derslerini verdi. Okula sevgi ile bağlandı.

Akşam ezanı okunduğunda gitme vaktinin geldiğini anladı. Akşam namazını kılıp annesinden müsaade isteyip elini öpüp helallik aldı. Kız kardeşinin kapısını tıklatıp açtı “Seni Allah için seviyorum. Allah’a emanet ol” deyip kapıyı kapatıp evden çıktı.

Minibüs durağına doğru yürürken takip edilmediğinden emin olabilmek için sık sık arkasına baktı. Allah’ın takdirinin önüne geçemeyeceğini biliyordu. O sadece tedbirli olmaya çalışıyordu. Minibüs durağına geldiğinde durakta bekleyen kalabalığa karıştı. Onlardan biri gibi davranıyordu. İşten çıkıp evine gitmek isteyen sıradan birisi gibi… Minibüs durağında fazla beklemesine gerek kalmadan gelen minibüse sıkışan yolcuların hallerini yadırgamadı. Yolcular bir an önce evlerine gitmek için bu çileye katlanmaları zorunluymuş gibi kabul etmişlerdi. Minibüsteki insanların yüzüne bakıp onların hangisinin sivil polis olduğunu anlamaya çalıştı.  Birbirlerine benzeyen onlarca insan arasında çok zor gibi görünse de bu Murat için sorun değildi. Bu konuda Allah vergisi bir kabiliyeti vardı. Yüzüne baktığı kişinin polis olup olmadığını anlayabiliyordu. Bir diğer kabiliyeti de bir kes gördüğü yüzü bir daha asla unutmuyor olmasıydı. Minibüste her şey yolundaydı. Bağlar Dörtyol dolmuş durağında inip on dakika uzaklıktaki evine sokak aralarında yürüyerek gittiği. Yeni ayrıldığı ailesini hala aklından çıkarabilmiş değildi. Yaşadıklarının etkisindeydi. Onları düşünmeden edemiyordu, onlara faydası olmamıştı. Onlar için üzülse de elinden bir şey gelmediği itiraf etmek zorunda kaldı. Hidayet arayan, Rabbini bulmak isteyenlere el atmak onlara kılavuz olmak için kaldığı yerden davasına hizmet etmesi gerektiğini biliyordu. İslam dinini saf duru ruhlara ulaştırmak için çalışmalarına daha fazla hız vermeye karar verirken sanki az çalışıyormuş gibi hissediyordu. İslam’i Cemaat mensubu kardeşleriyle bunun mücadelesini veriyordu. Allah’tan yardım ve inayet isteyip İslam’ı arayanlara ellerini uzatıyorlardı. “Birinin kurtuluşu demek dünyanın kurtuluşu demekti” deyip eve girdi. Kemal’i kardeşinin yerine koyup ona sıkıca sarıldı “İyi ki varsın kardeşim” deyip Allah’a verdiği kardeşleri için şükretti.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar