
Farklı Hayatlar-11.Bölüm
11. BÖLÜM
Rehabilitasyon merkezinde sorunsuz gün geçmiyor gibiydi. Nedense sorunlar ya sabah saatlerinde ya da akşam vakitlerinde gerçekleşiyordu. Sorunlu olan hastalar mıydı yoksa onlara bakıcılık yapanlar mıydı?
Kahvaltıdan sonra kadınlar bölümünde bir telaş yaşanıyordu. Bağırmalar merkezde yankı yapıp her yere inletiyordu. Erkek bakıcılar mecbur kalmadıkça kadınlar bölümüne geçemezlerdi. Personel amiri Zeki bey ile o anda kurumda hazır bulunan rehabilitasyon uzmanı soluğu kadınlar bölümünde aldılar. Personel amiri görmek istemediği bir manzara ile karşılaşmıştı. Bunu görünce öfkelendi yirmi iki yaşındaki yetişkin hasta çocuklardan biri altına büyük tuvaletini yapmış diye bakıcısı tarafından çok fena darp edilmişti. Sinir krizi geçiren bakıcısı kendisini kaybedip içinde biriktirdiği tüm hıncını zavallı kızdan çıkarmıştı. Diğer bakıcılar yetişmeseydi kızı öldürebilirdi. Bakıcı anneler “Bu kadarı fazla” diyerek kriz geçiren bakıcı annenin elinden kızı almışlardı. Bu bağrışmayı duyup gelen personel amiri bakıcı anneye haddini bildire bilirdi, ama yapmadı. Nedim’e yaptığı gibi ona da güzel bir tokat atmadı. O ve diğer bakıcı anneler öfkeyle “Defol buradan” diye tepki göstermekle yetindiler. Şiddet uygulayan bakıcı anne hiçbir şey demeden gidip eşyalarını topladı. Sonra da kimseyle vedalaşmadan rehabilitasyon merkezinden ayrıldı.
Darp edilen yetişkin kız ise merkezde tedavi edilemeyecek kadar çok hırpalanmıştı. Onu hastaneye götürdüler. Zavallı kızın yüzü kanlar içinde kalmıştı. Burnu kırılmış, vücudunda da morluklar oluşmuştu. Personel amiri aldığı doktor raporu ile şiddet uygulayan bakıcı anne hakkında da suç duyurusunda bulundu. Rehabilitasyon merkezdekiler bu hadiselerin yaşanmasını arzulamasalar da bir şekilde oluyordu. Henüz bunun önüne geçebilecekleri bir formül bulunabilmiş değillerdi. En iyi formül bu insanlara hak ettikleri değeri ve saygıyı göstererek, onları hasta kabul edip her ne yaparlarsa yapsınlar onlar “Hasta deyip” tahammül göstermekten geçiyordu. Bu mümkün müydü bunu başarabilen var mıydı? Çok sayıdaki şefkatli kişilerin başarabildikleri bir şeydi. Onların sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi.
Sefa kahvaltının ardından çocuklarla daha yakından ilgilenmek adına onlarla birebir ilgilenmeye başladı. “Onları çok iyi tanırsam faydam dokunur” düşüncesiyle hareket etmeye karar verdi. Onlar yetişkin çocuklar olsalar da sıkıntılarını farklı şekillerde dile getiriyorlardı. Onların dilini bilmeden ne istediklerini anlayamazdı. Bu konuda kendisini geliştirmeye, yetiştirmeye kararlıydı. Her birisi ile ayrı ayrı ilgilenip onları tanımaya, dillerini, psikolojilerini anlamaya çalışmak için çabalıyordu. Onlar çocuktan daha çocuktular. Her birinin algılısı ve iletişim şekli farklı çalışıyordu.
Sefa on yedi yaşındaki yetişkin bir çocuk olan Mehmet ile işe başladı. Zekası bir yaşındaki çocuktan farksızdı. Konuşabildiği tek kelime “Baba beni sevirsin” idi. Bu kelime bile onun hakkında çok şey anlatmaya yetiyordu. Ama babası artık rehabilitasyon merkezindeki bakıcılardı. Babasının yapmaktan korktuğu bakımı onlar üstlenmişlerdi.
Mehmet çok agresifti. Onu rahatlatmak diğerlerinden daha zordu. Kriz geçirdiğinde tek başına bir kişinin onu zapt etmesi imkansızdı. Sanki bunların zekaları yerine fizikleri gelişiyordu. İyi ki ne kadar güçlü olduklarını bilmiyorlardı. Bilseydiler rehabilitasyon merkezini yerle bir ederlerdi. Mehmet’in bir diğer kötü alışkanlığı ise giydiği pantolon ve gömleği yırtmasıydı. Gerçi bunu birçoğu yapıyordu. Ama Mehmet en çok yapanlar arasındaydı. Bunun da bir tepki olduğunu söyleniyordu.
Mehmet giydiği kıyafetleri resmen parçalıyordu. Bunun bir türlü önüne geçilemiyordu. Mehmet’in bu alışkanlığını değiştirmek için yapılan rehabilitasyon seansları fayda vermiyordu. Sürekli gözlem altında tutulup elbisesini parçaladığını gördüklerinde eline vurup “Yapma” demekten başka yol bulamamışlardı. Yetişkin çocuklar için giyinik olmakla çıplak olmak arasında hiçbir fark yoktu. Hatta onların çıplaklığı tercih ettikleri bile söylenip espri konusu oluyordu.
Sefa, Mehmet “Baba seni sevir” dediğinde Mehmet de aynı şeyi söyleyip duruyordu. Sefa kendisini taklit eden Mehmet’e başka bir kelime söyletmek için çabaladıysa da Mehmet’in ağzından “Baba beni sevirsin” kelimesinden başka bir kelime çıkmadı. Mehmet sıkılmış olmalıydı ki pantolonu ile oynamaya başladı. Sefa Mehmet’in elbiselerini nasıl yırtığını merak ettiğinden pantolonu ile oynamasına ses çıkarmadı. Mehmet önce işaret parmağını pantolonuna batırıp delik açtı. Ardından deldiği yerden bir kaç parmağını sokup deliği genişletti. Ardından genişleyen yeri çekip pantolonu parçalamaya başladı. Bunu bilerek yaptığı o kadar belli oluyordu ki, ama Sefa bunun farkında olmadıklarından emindi. Mehmet gibi birisi pantolon yırtma işini çok iyi biliyorlardı. Yaptıkları belki de en güzel şey elbise parçalamaktı.
Mehmet üzerindeki pantolondan kurtulana kadar paramparça etti. Yırtılan pantolonu üzerinde çıkarıp atınca rahatladı. Sırada üzerindeki elbiseye gelmişti ki Sefa ellerine vurup “Yapma” diye ikaz edince Mehmet durabildi.
Sefa çocukları Hüseyin’e emanet edip elbise deposundan Mehmet’e bir pantolon getirdi. Mehmet’in bunu da kısa bir süre için yırtacağını bildiği halede onu giydirmek zorunda olduğunu biliyordu. Birazdan çocukların rehabilitasyon dersi başlaya çaktı. Onu pantolonsuz götüremezdi. Sefa uzmanların onlarla nasıl iletişim kurduklarını yakından görmek için dikkatle izledi. Gelecekte yapmayı düşündüğü bir meslek olarak gördüğünden şimdiden kendini yetiştirmeye çalışıyordu. Rehabilitasyon merkezi onun için güzel bir staj imkanı sağlıyordu.
Yetişkin çocukların rehabilitasyon programı bittiğinde hemen bahçeye koştular. Kendilerini belki de tam olarak özgür hissettikleri belki de tek yerdi bahçe. Orada diledikleri gibi koşup oynayabiliyorlardı. Bahçede onlara karışan olmuyordu. Onlarda elbise yırtmıyorlardı. Yaz aylarında bahçe gerçekten de güzeldi. Güneşli havada, yeşillikler içinde dertsiz ve tasasız olmayı kim istemez ki? Kışın ve yağmurlu günlerde yetişkin çocukları bahçeye çıkarmazlardı. Onun yerine televizyon seyretmeleri için rehabilitasyon merkezinde vakit geçirmeleri istenirdi. Televizyon bahçe gibi olmasa da çocukları sakinleştirmede iyi bir iş yaptığı kesindi. Yetişkin çocukları sakinleştirmek için televizyonu bir koz olarak kullanan bakıcılar vardı. Amaç yetişkin çocukların rahatını sağlamaktı. Nasıl ve ne şekilde olduğunun bir önemi yoktu.
Personel amiri her zamanki gibi çalışanları kontrol etmek için rehabilitasyon merkezini dolaştığı sırada Kaan’la karşılaştı. “Müdür bey seni çağırıyor” deyip onu birinci Müdür’e yolladı. Kaan bunu bekliyordu. Birinci Müdür’e hesap verme vaktinin geldiği anladı. Birinci müdürün son yaşanan hadisenin ardından kendisini mutlaka çağıracağından emindi. Sadece sırasının gelmesini bekliyordu.
Kaan eğer memur olmasaydı personel amiri onu hiç düşünmeden işten çıkarırdı. Ne var ki memurlar için çalışma ve işten atma koşulları farklıydı. Personel müdürüne kalsa Kaan gibilerini belki de rehabilitasyon merkezine bile sokmazdı. Ne var ki onu da kendisini de devlet işi almıştı. Personel amiri ne kadar tavizsiz olarak tanınsa da bazen yasalar onunda elini kolunu bağlıyordu. Personel amiri hata yapan her kim olursa olsun asla onun gözünün yaşına bakmazdı. Hatta şirket elemanları kendi aralarında “Personel amiri bizden daha çok hastalara ilgi gösteriyor” diye şikayet ettikleri bile oluyordu.
Oysa şirket elamanları izin almak ya da erken çıkmak için izin istediklerinde personel amiri onlara yardımcı oluyordu. İnsani halleri anlayan, ailevi durumları bilen olgun biriydi. Şirket elemanlarının da sorunlarının olabileceği gerçeğinin farkındaydı. Personel amiri iyi biriydi. Hayat tecrübesi kadar Meslek tecrübesine sahipti. Tek kırmızıçizgisi hastalara kötü muamele ve şiddetti. Bu ister şirket elemanından isterse memurlarından birinden gelsin fark etmezdi. Mutlaka müdahale ederdi. Hastalara yapılan kötü muameleyi asla kabul etmiyordu. Sanki yüce Allah azze ve celle yetişkin hastaları korusun diye onu yaratmıştı.
Şirket elemanlarının işten çıkarılmasını gerektiren bir hatlarını gördüğünde onları sorgusuz sualsiz işten çıkarma kendi inisiyatifindeydi. Yanlışı ve hatayı gördüğü gibi onlara yol verirdi. Bile istiye göz yummazdı. Nasıl olsa istediği kadar elemanı şirket birkaç gün içinde gönderebiliyordu. Oysa memurları işten çıkarması öyle kolay değildi. Bu onun yetkisi alanında değildi. Ona kalsa şirket elemanlarını işten çıkarabildiği gibi memurları da işten çıkarırdı. Neyse ki bu onun yetkisinde değildi. Yoksa rehabilitasyon merkezinde çalışacak eleman bulamazdı. İyilik yapayım derken rehabilitasyon merkezindeki yetişkin çocuklarla bir başına kalırdı.
Kaan birinci müdürün odasının kapısını çaldığında gergindi. Zihninden söyleyeceği şeyleri geçiriyordu. Bahane üretmek için zihnini zorluyordu. Kurum müdürünün “Gir” demesiyle Kapıyı açıp odaya girdi. Gergin olduğu her halinden belliydi. Yaptığı suçu biliyordu. Selam verdiğinde bile sesindeki tonu “Ben suçluyum” der gibi çıkmıştı. Birinci müdür “Geç otur” dediğinde gözü Kaan’ın üzerindeydi. Onu tepeden aşağı süzdü. Gergin olduğunu anlayınca bunu iyiye yordu. Kaan koltuğa oturduğunda dizleri titremeye başladı. Birinci müdürün kendisini niçin çağırdığını bildiğinden ne soracağını da tahmin etmesi zor değildi. Yanlış ve hata yapmıştı. Yaptığı şeyin yanlış olduğunu bile bile yapmıştı. Yapılan her hatanın bir bedeli vardı. Onun da bedel ödemesi gerekiyordu.
Birinci müdür “Nasılsın Kaan?” diye sorduğunda amacı Kaan’ın biraz olsun rahatlamasını sağlamaktı. Kaan “İyiyim, teşekkür ederim müdürüm” dediğinde sesi titrek ve kısık çıkmıştı. Belli ki işini kaybetmekten korkuyordu. Disipline verileceğinden ve işten uzaklaştırma alacağından emin gibiydi. Bunu engelleyecek bir imkana sahip değildi. Birinci müdür “Geçen gün mesai saati içinde yerinde değilmişsin, neredeydin?” diye sordu. Kaan “Şey müdürüm” diyerek kekelemeye başladı. Birinci müdüre yalan söylemeye hazırlanıyordu ki birinci müdür “Nerede olduğunu biliyorum, ama bunu senin söylemeni istiyorum” diyerek sözlerine dikkat etmesi gerektiğini belirtti.
Kaan “Sabaha karşı merkezde her şey yolunda gözüküyordu. Bir şey olmaz deyip erken çıktım” dediğinde kafasını önüne eğmiş mahcup bir haldeydi. Birinci müdür “Çıkarken kimden izin aldın? Önceden personel amirine bildirmiş miydin?” diye sorduğunda Kaan gerilmeye başladı “Hayır efendim kimseden izin almadım. Personel amirinin de haberi yoktu. Mesaimin bitmesine az kılmıştı bir şey olmaz deyip izin almadan çıktım” dedi. Birinci Müdür “Nereye gittin” diye sorduğunda Kaan’ın yüzü birden renk değiştirdi. “İçmek için açık bir yer bulmaya” diyemeyeceği gibi yalan da söyleyemezdi. Bu soruya ne cevap vereceğini bilemiyordu. Rehabilitasyon merkezinden neredeyse herkes şirket elemanları ve memurlar iş çıkışı Kaan’ın kafayı bulmak için bir yerlere gittiğini bilirdi. Bu gizli bir bilgi değildi. Mesai saatleri içinde olmadığı sürece kimse ona karışmazdı. Kaan “Müdürüm biliyorsunuz” demekle yetindi. Birince müdür “Ben biliyorum, ama bu yeterli değil. Senin de söylemen gerek. Eğer senin hakkında bir karar vereceksem bunu kendi bildiklerim değil, senin söyleyeceklerin üzerinden vereceğim” dediğin sesi çok net çıkmıştı. O bir kurumun müdürüydü. Bir memuru kendi fikri doğrultusunda işten uzaklaştıramazdı. Kaan’ın ifadesini alması ve o an nerede neden ve niçin sorularının cevap bulması gerekiyordu. Hakkında tutulacak olan tutanakta memurun ifadesinde bulunması gerekiyordu.
Müdürün sorularından kaçamayacağını, eninde sonunda anlatacağını bilen Kaan “Alkol sorunum var müdürüm. O an kriz tuttuğu için daha fazla dayanamayıp gitmek zorunda kaldım” dediğinde sesi çok zor işitiliyordu. Belli ki yaptığından pişmanlık duymaya başlamıştı. Kaan “Yer yarılsa da yerin dibine geçsem” diye düşünse de artık bazı şeyler için çok geçti. Son pişmanlığın fayda vermediği bir eşikteydi. Birinci müdür “Neden içiyorsun? Bir derdin veya sıkıntın mı var? Varsa amirin olarak, büyüğün olarak benimle paylaşabilirsin. Elimden geldiğince sana yardımcı olmaya hazırım” dediğinde o an Kaan yaşadığı ailevi sıkıntıları anlatmak istemiyordu. Bir erkek hanımından şikayet edip dert yanmazdı. Seçenekleri çok basitti. Ya sever onunla iyi geçinir ya da sevmez ondan ayrılırdı, ama bu o kadar kolay değildi. Ayrılmak istiyordu, ama buna engel olan iki ve beş yaşlarında biri kız diğeri erkek iki çocuğunu düşünüyordu. Onlara tek başına bakacak gücü yoktu. Onlardan da ayrılmak istemiyordu. Çocuklarını iş yerine getiremezdi. Buradaki hastaların durumunu da yakından bildiği için korkuyordu. Çocukları zarar görmesin diye eşine katlanmak zorunda kalıyordu. Belki de bu karşılıklı bir duyguydu. Her ikisinin de tek başlarına çocuklarına bakacak gücü yoktu.
Kaan bu derdini unutmak için kendine yeni bir yoldaş bulmuştu “Alkol” o kadar iyi bir arkadaş olmasa da başka seçeneği yokmuş gibi “Denize düşen yılana sarılır” misali gibi alkole sarılmıştı. Müdürün sorduğu soru için suskun kalmayı tercih etti. Birinci müdür Kaan’ın suskunluğundan meselenin önemini anladı “Ailevi bir sorun mu yaşıyorsun” diye sorma gereği hissetti. Kaan daha çok yerin dibine girmek istedi “Yakında halledeceğim müdürüm” dediğinde o an içinde bulunduğu hal yüzüne yansımıştı. Birinci müdür meselenin ciddiyetini anladı. Bu öyle bir dertti ki ne anlatılabilirdi ne de unutmak mümkündü. Bu dert insanı içten içe bitirirdi. Ondan kurtulmak sanıldığı gibi kolay değildi. Boşanma çözüm değildi. Öyle olsaydı erkeklerin büyük çoğunluğu boşanırdı. Bu da erkeklerin alın yazısıydı. Erkekler doğdukları günden itibaren hep bir kadına muhtaç haldeydiler. Onlar için kadınsız bir hayat mümkün değildi. Kadınla da olmuyordu. Bu çıkmazdan çıkabilmek için yapabileceği tek şey en az zararlı olanı tercih etmekte. Birinci müdür bu konuda bir yerden okuduğu bir şiiri hatırladı “Kadın hem cennettir hem cehennem
Tatlı dilli güler yüzlü cennetten
Acı sözü kem gözleri cehennemden
Analık verilmiş Rabbi rahimden
Başa kalkıp durur erkek milletinden”
Birinci müdür hatırladığı bu şiiri ilk okuduğunda kendi kendine “Bu kadın milletini çok güzel özetliyor” demişti. Tabii bu müdür beyin bakışını yansıtıyordu. Kim bilir onun yerine kadınlar olsaydı neler söylerdi neler.
Birinci müdür Kaan’a acıdı. Kaan’ın kötü alışkanlığı vardı, ama hastalarla da yakından ilgileniyordu. Hastalarla arası iyiydi. Bu da birinci müdürün gözünde onu değerli kılıyordu. Birinci müdür Kaan’a yardımcı olmak adına “İstersen bir müddet izin alıp gidip tedavi olsan daha iyi olur bence. Tedaviden sonra hala bu işi yapmak istiyorsan gelirsin. İstemiyorsan dilekçe verip yapabileceğin bir başka göreve geçiş yaparsın. Burası hassas bir yerdir. Burada hataların sonuçları ağır olabilir” diye uyardı. Kaan müdür beyin iyi bir insan olduğunu biliyordu, ama bu kadarını kendisi de beklemiyordu. Korktuğu gibi olmadığından morali biraz olsun yerine gelmişti. İşten uzaklaştırma Kaan için ailevi sorunların daha kötüye gitmesi demekti. Müdür beyin tavsiyesine uyup izin istedi. Müdür beye de teşekkür edip odadan çıktı.
Müdür bey insanların hayatlarını karartma yerine onlara ikinci bir şans vermeyi tercih edenlerdendi. “Her insan ikinci bir şansı hak eder” diye düşünüyordu. Kaan’ın düzelmesini umuyordu. Hayattan nasıl bir sille yediğini bilmiyordu. Hayatın bir anda alt üst olması çok basitti. Bazen küçük bir şey dahi yolunda giden hayatı tarumar etmeye yeterdi. Bunun da kimin başına geleceğini öngörmek imkansızdı. Yalnızca Allah’ın bildiği bir şeydi. Kaan’ın meselesi de hal edildiğine göre artık kendiişlerine dönebilirdi.
Rehabilitasyondaki hastaların günü nasıl geçtiği ile ilgili bir endişeleri yoktu hafızaları balık hafızasından farksızdı sadece kendilerine iyi veya kötü davrananları unutmuyorlardı. Sevmedikleri kişilerden korkmadıkları çok sinsi olabiliyorlardı. Fırsatını bulduklarında tokat yapıştırıyorlardı. Onlardaki kin deve kininden farksızdı. Sefa bunu öğrendiği için sevinmişti. İyilikleri unutmamaları da güzel bir şeydi. Yapılanların boşa gitmediğini bilmekle kendisini iyi hissetti. Sefa onlara iyilik yapmanın farklı yollarını bulmak için arayışa girdi. Onların o saf ve masum kalplerinde yer edinebilmek için onlara nasıl davranması gerektiğini araştırmaya başladı. Her şeyin bir yolu vardı. Onların da Kalbine dokunmanın bir yolu olmalı diye araştırma yaparak yol aradı.