“Yaşamak mı daha zor yoksa ölmek mi?” Murat bütün gün bunu düşünerek iç çatışma yaşayıp durdu. Hangisinin zor ya da kolay olmasından, hangisinin hayırlı olacağı düşüncesine döndü. “Ölmek basittir, ya ölümden sonrası?” diye düşününce orada takılı kalıyordu. Ölümden sonrası için bir garantisi yoktu. “Cennet mi yoksa cehennem mi?” meçhul İki seçenek önünde duruyordu. Her şey belki de hayat serüvenin son anındaki nefeste saklıydı. Nasıl bir ölümle ya da sonla bu dünyaya veda edeceği gizliydi. Allah’ın dışında kimsenin bilmediği bir bilgiydi bu. Bir bilinmezlik vardı ölümde ve ölümden sonrasıyla ilgili… “Peki, ya yaşamak!.. Nefsin hoşuna giden yaşamak, hayat çok mu güzeldi?
Ekrem’in sevenleri onun yokluğunu sindirmeye çalışıyorlardı. İslam’i Cemaat mensupları ayrılık hakikatinin bilincinde olsalar da yine de içleri yanıyordu. Başa gelene, kadere ve takdirata karşı boyunları kıldan inceydi. Yüreklerinde hayatları boyunca açılan bir yara olarak kalacağını bildikleri bu ıstıraba karşı tek tesellileri yine Allah azze ve celleydi. Anne ve babası şimdi istemeyerek de olsa onun yokluğuna sabretmeyi öğreneceklerdi. Ciğerleri sökülüp alınmış gibi ölmeden ölmüş gibi oldular.
Kalbe ve düşünceye gelen, sinirleri yatıştıran, gözyaşlarını sevince dönüştüren şehadet kokusunu alır gibi hissetti. Öğle ezanı okuduğunda Ofis camisine gidip namazını orada kıldı. Dua ederken şehadeti düşünüyordu. Şehadet; ayrılmak, kopmak istemediği bir sevgili gibi düşüncelerindeydi. Kaybetmekten korktuğu, elinden uçup gidecekmiş gibi endişe ettiği, ürkütmekten çekindiği bir serçe gibi nazlı ve hassastı.
Namık Kemal Lisesi öğrencileri şoktaydı. Bekledikleri ve çok sevdikleri şehadet onlara değil de henüz namazla ve Rableriyle gerçek anlamda yeni tanışan saf yüreklere nasip olmuştu. Mücadele saflarında olmak, her gün “Şehadet ne zaman bize uğrayacak” diye beklemekle ve hayal ederek gerçekleşen bir şey olmadığını tekrar anladılar. Şehadet layık olana gelen İlahi bir lütuftu. Şimdi bu lütfa Mehmet Ali ve Tevfik layık görülmüştü. Onları bir yandan kıskanıp öte yandan imrenmeleri layık görüldükleri lütuftan dolayıydı.
Şehit olan kardeşleri aklına düşünce hüzünlendi. Mayısın serinletici havasını bile hissetmez oldu. İçi yangın yerine dönmüş, tutuşmasına az kalmıştı. Sokak ortası olmasaydı üzerindeki gömleğini dahi çıkaracak kadar yanmaya başlamıştı. Serinlemeye, kaynayan kanının serinlemeye ihtiyacı olduğunu biliyordu. Şimdi gömleğini çıkarsa ona deli derlerdi. Delirmemişti, ama delirmek üzereydi. Baği topluluk çok sevdiği şehit Ahmet Arık’ın kanına girmişlerdi. Belki öğrencilerine şehidi anlatıp onun “Yaşayan şehit” lakabını nasıl kazandığı hakkında ders yapabilirdi.
Her anne çocuğunu sevgi ile büyütürdü. Ekrem, annesinin gülüydü. Sevgi pınarından beslenmişti. Annesiyle aralarındaki muhabbet ve sevgi karşılıklıydı. Ekrem’in babasının da hakkını yememek lazım, onu da sever ve sayardı, ama kalbinde annesinin yeri bir başkaydı. Bir ara arkadaşlarıyla vakit geçirip sohbet etmek için kaldıkları öğrenci evine gitmişti. Sohbet koyulaşıp uzadığında vakit gece yarısına gelmek üzereydi. Annesini merak edip endişeleneceğini bildiğinden daha fazla oturmak istemedi. Nefsi “Arkadaşlarınla kal, bu güzel ortamda istifade et” diye söylediyse de kalbi “Annen seni merak edecek” dediğinde kalbinin sesini dinlemişti.
Hasan’ı askeri kanat sorumlusu olarak tanıyordu, oysa Hasan bundan ibaret değildi. O aynı zamanda bir eşti. İslam’i Cemaate karşı sorumluluğu olduğu gibi eşine karşı da sorumluluğunun farkındaydı. Murat bilmese de Hasan’ın evine gelip giden misafirlerin ağırlanmasında ki asıl Kahraman eşiydi. Hasan bu minnettarları ona söylemekten de bir beis görmüyordu, hatta Hasan evlendiği günden sonra onunla “Evimize gelen misafirlere çayı sen hazırla, misafir gittikten sonra da ben sana çay hazırlarım” diye teklif edince eşi bu teklifin lafta kalacağını düşünmüştü, ama zamanla bunun gerçek olduğunu görünce evine misafirlerin gelmesini arzuladı. Hasan verdiği sözü yerine getirmişti. Eşine çay hazırlamaktan gocunmuyordu. Tam aksine misafirlerden sonra birlikte çay içip konuşmaktan hoşlanır olmuşlardı.
Saf olan ruhu gençlik hevesleriyle kirlenmemişti. Kalbi hala ilk günkü gibi temizdi. Kalbinde siyah lekelere yer yoktu. Bediüzzaman hazretlerinin zamanında yaşasaydı onu sadık talebeleri arasında göreceğinden şüphe yoktu. “Kişi sevdiği ile beraberdir” hadisine göre o da Üstadıyla beraber olmayı umuyordu. Ekrem’in İslam’i Cemaat saflarına katılmasına vesile olan da Risale-i Nur’du. Okuduğu, hayatına tatbik ettiği Risaleleri kendilerine düstür olarak seçen İslam’i Cemaat mensuplarının da kendisinden bir farkı olmadığını görünce hiç düşünmeden İslam’i Cemaat saflarındaki yerini almıştı.
Günün bu saatinde caddeler ve sokaklar boş olurdu. Uyuyan yalnız insan değildi, tabiattaki güzel sesli kuşlar dahi henüz yeni yeni ötmeye başlamışlardı. Gecenin ve sabahın tek sahibi olan Allah’ın askerleri olarak birazdan gerçekleştirecekleri eylem için güç ve kudret sahibinden yardım dilemek için ağızlarında bir şeyler mırıldanıyorlardı. Kopacak olan kıyametten sağ salim kurtulmak için O’na dayanıp güveniyorlardı. Ondan başka sığınaklarının olmadıklarını biliyorlardı. Kıyamet öncesi son sessizliğin arefesindeydiler.
Suyun akışını görmek için uzandığı yerden doğruldu “Şimdi içimdekilerini suyu atsam onları alıp başkalarına ulaştırır mı?” diye sesli düşündü. Oysa zihnini bulandıran fikirlere Dicle nehri yabancı değildi, neler görüp yaşadığını Mustafa’ya bir anlatabilseydi Mustafa hala nefes alır mıydı? Bu acıya dayanabilir miydi? “Rabbim yardım et” diye bir feryat kopardı. Böyle bağırmaya alışkın olmadığı için endişelenip etrafta birilerinin olup olmadığını anlamak için sağına soluna baktı. Yalnız olduğunu anlayınca rahat bir nefes aldı. “Rabbim bu işte senin rızan yoksa beni uzak tut. Yanlış yapmama müsaade etme” diye Allah azze ve celleye içini açıp yalvardı. “Rabbim! Bana hakkı hak olarak göster ve ona tabi olmayı nasip et. Batılı batıl olarak göster ve ondan uzak durmayı nasip et” diye dua etti.
Gözlerinin yanıldığını düşündüğünden olsa gerek elleriyle gözlerinin ovuşturup daha iyi göreceğine inandığı saate tekrar baktı. Gördüğü şey değişmemişti. Saat 9:15’i gösteriyordu. İmkansız gibi gelse de saatin gösterdiği rakamlar onun yatağından fırlamasına neden oldu.
Diriler kabrine konulan İslam’i Cemaat mensupları için Nisan ayının anlamı bir başkaydı. Heyecan ve coşkunun zirvesini yaşadıkları bu ayda İslam’i Cemaat mensupları tatlı bir telaşın içine giriyorlardı. Dört duvar arasındaki yaşamın dünyaya açılan penceresinden bakıp şehadet kuşunu hayal ettikleri, Yeşil kuşun kursağından cennete nasıl uçacaklarını düşünüp maziye dalıp gittikleri bu ayın anlamı ve hissettirdiklerini seviyorlardı.