41.39
  
48.32
  
0.00
  
96.57

Allah (c.c) İle Bağlarımız

Allah (c.c) İle Bağlarımız

ﺑﺴﻢﷲﺍﻟﺮﺣﻤﻦﺍﻟﺮﺣﻴﻢ

İMAN NEDİR?

A)İMANIN TANIMI

  1. a) İmanın sözlük anlamı; bir şeye kesin olarak inanmaktır.
  2. b) İmanın dini terim olarak tanımı; Allah’ın varlığına, birliğine ondan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemin O’nun kulu ve elçisi olduğuna yürekten inanmak (tasdik) ve dil ile söylemektir. Buna (ikrar)
  3. B) İNANILMASI GEREKEN ŞEYLER BAKIMINDAN İMANIN KISIMLARI

1- İcmali İman: Bu, imanın özü ve en kısasıdır. Bu da “Kelime-i şahadet” ile özetlenmiştir:
Anlamı: “Ben şahitlik ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur; yine şahitlik ederim ki, Hazret-i Muhammed O’nun kulu ve peygamberidir.”

Bu, imanin ilk derecesi, İslam’ın ilk basamağı ve temel direğidir. Allah’ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemin Allah’ın peygamberi olduğunu yürekten tasdik etmek demek, O’nun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak demektir. Ancak, Hz. Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemin haber verdiği ve tebliğ ettiği şeylerin hepsine birden iman ettiğinden, inanılacak şeyleri ayrı ayrı söylemediğinden dolayı buna “icmali veya toptan iman” denmektedir.

Bir kimseye mümin diyebilmek için o kimsenin icmali imanı “Kelime-i şahadeti” kalbi ile tasdik dili ile söylemesi gerekir. Bir insan için birinci farz budur.

2- Tafsili İman: İcmali imandan sonra dinin diğer hükümlerini ve iman edilmesi gerekli olan şeylerin her birini ayrı ayrı öğrenip onlara da iman etmek farz olur. Tafsili iman, imanın en geniş şeklidir. İman esaslarının hepsini içine alır.[1]

  1. C) İMANIN ŞARTLARI

İmanın şartları altıdır:

1- Allah’ın varlığına ve birliğine,

2- Meleklerine,

3- Kitaplarına,

4- Peygamberlerine,

5- Ahiret gününe,

6- Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır.

  1. D) İMAN BAKIMINDAN İNSANLAR

İman bakımından insanlar üçe ayrılırlar:

  1. Mümin: İslam dininin iman ve itikat esaslarını gerçekten kalben tasdik edip dili ile söyleyen (ikrar eden) kimsedir. Bunların yaptığı bu işe iman denir.
  2. Kâfir: İslam dininin iman esaslarına inanmayan Hz. Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemin peygamberliğini kabul etmeyen kimsedir. Bunların yaptığı bu işe küfür denir.
  3. Münafık: Müslümanların arasında inandığını söylediği halde kalbi ile İslam dininin iman esaslarına inanmayan kimsedir. Bunların yaptığı bu işe nifak denir. Dışı mümin, içi kâfir olanlardır. Konuştuklarında yalan söylerler, söz verdiklerinde tutmazlar, emanete hainlik ederler.
  4. E) İNANMA İHTİYACI VE ALLAH’A İMAN

İnsan, beden ve ruhtan oluşan bir varlıktır. Yeme, içme, nefes alıp verme gibi olaylar bedenimizle; inanmak, sevinmek, mutlu olmak gibi olaylar da ruhumuzla ilgilidir. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran başlıca özellik, işte budur. İnsan, beden ve ruh yapısıyla bir bütündür.

İnsan ruh yapısının en belirgin özelliği inanmaktır. Yeryüzünde, günümüze kadar inanma ihtiyacı duymamış bir topluluk yoktur. Bunu, insanlığın kültür, sanat ve geleneklerinde görmekteyiz.

İnanç, maddi hayatımızla da ilişkili bir güçtür. İnsanın zorluklara ve güçlüklere karşı dayanıklı olmasını sağlar. İnsana çalışma, yaşama ve başarma gücü verir. İnsan, hayata inançla başlar ve O’nun la değer kazanır. Çünkü inancı olan kişi, bu inancının gereği olarak kendisine ve birlikte yaşadığı insanlara faydalı olur. İnanç, insanı yeni bilgiler kazanmağa götürür. Kişi, inancını kuvvetlendirmek için pek çok şeyleri öğrenmek, öğrendiklerini düşünüp değerlendirmek ve böylece hayatını düzene sokmak durumundadır. İyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini böylece ayırt edebilenler, ahlâk ve davranış yönünden de kişilik kazanırlar.
Demek ki inanç, insanın yaratılışı gereği olan tabi bir olaydır. Bütün insanların buna ihtiyacı vardır.

Çevremizde gördüğümüz ve göremediğimiz yüz binlerce varlık vardır. Yeryüzünde çeşit çeşit insanlar, irili ufaklı pek çok hayvanlar, renk renk çiçek ve bitkiler görürüz. Gökyüzünde de ay, güneş ve sayısız yıldızlar yer alır. Bunların hepsini gözümüzün önüne getirip düşünürsek kendiliğinden var olmadığını, bütün bunları

Yoktan var eden bir yaratıcının bulunduğunu anlarız. Evrende hiç bir şey kendiliğinden, kendi kendine var olmuş değildir. İşte her şeyi yaratan bu yaratıcı, Allah’tır. Gözlerimizle Onu görmesek bile evrenin bu eşsiz düzeni bize O’nun varlığını göstermektedir. İslam dininde, bütün evreni ve her şeyi yaratan bu varlığa “Allah” denir. Biz Allah’ın varlığına ve birliğine gönülden inanırız.

Sözlük anlamı olarak Dinin ortaya koyduğu doğmalara inanma, din inancı, kutsal inanç, inanç, itikat manalarına gelir.

İslam dininde ise iman deyince akla gelen ilk şey Allah’a imandır. Allah’a iman O’nun birliğine, Kudretine ve her şeye Malik oluşuna…

Allah’a iman söylemi lafzi ve kalbi inançtan daha öte bir anlama gelmektedir. İçinde yetiştiğimiz toplumda, büyüdüğümüz kültürde bize Allah inancı verilmiştir. Bunu hiç sorgulamadan kabul etmişizdir. Oysa iman ettiğimizi söylediğimiz Allah’a olan inancımız çoğu zaman taklidi bir imandır. Yani yüzeyseldir. Oysa Rabbimiz “Ey iman edenler! Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitap'a (Kur'an'a) ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) edin! Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, muhakkak uzak/derin bir sapıklıkla sapıtmış olur.”[2] diyerek bizden hakiki bir şekilde iman etmemizi istemektedir. Peki, Allah’a hakiki imanı nasıl elde edebiliriz? O’na gerçek anlamda iman edebilmek için ne yapmalıyız?

Her şeyden önce inandığımızı iddia ettiğimiz Allah’ı daha yakından tanıyarak işe başlamalıyız. İnandığımız ve O’na kulluk yapmakla mükellef olduğumuz Rabbimiz kimdir? O’nu tanımadan O’na gerçek anlamda iman etmemiz mümkün değildir.

Allah’ın varlığını kabul etmek ilk adım olarak kayda değerdir. Allah’a iman ettiğimizi söylediğimizde bu sözümüz bir tasdik olur. Bu sözümüzle Allah’ı tüm isim ve sıfatlarıyla kabul ettiğimizi belirtmiş oluruz. Asıl sorunda bundan sonra ortaya çıkmaktadır. Birçoğumuz bu ilk adımla yetinir gerisi için hiçbir çaba içine girmeyiz. İkinci adımı atmayı düşünmeyiz. Sanki Allah’a iman ettiğimizi söylemekle tüm sorumluluklarımızdan kurtuluyormuşuz gibi… Oysa Allah’a iman etmekle kurtulamayacağımızı yine bize rabbimiz bildiriyor. “İnsanlar imtihan edilmeden sadece "iman ettik" demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?”[3] Müslümanlar olarak her birimiz bu ayetin muhatabıyız. Salt iman etmekle kurtulamayacağımızı bildiğimize göre hakiki imanı nasıl elde edebileceğimizi öğrenmemiz her birimiz için farz–ı ayın olur.

Dil ile ikrar ettiğimizi kalbimizin de tasdik etmesini istiyorsak inandığımız Allah’ı daha yakından tanımalıyız. Tanımadığımız, hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz Allah’a her ne kadar iman ettiğimizi söylesek de bu söylemimiz bir noktadan sonra taklidi olmaktan öteye geçmez. Gerçek imanın lezzetini almak istiyorsak, o eşsiz tadı tatmak ve kalbimizin iman pınarına dönmesini arzu ediyorsak Allah’ı çok iyi tanımalıyız. Tanımadığımız, hakkında çok az ve kulaktan duyma bilgilerle Allah’a gerçek iman etmemiz zordur. Bunun için her şeyden önce âlemlerin yaratıcısı olan Allah azze ve celleyi yakından tanımalı O’nun hakkında her şeyi bilmeliyiz. O’nu tanıdıkça O’nun Kudretini öğrendikçe azametinin önünde severek ve isteyerek eğiliriz.  İşte o zaman gerçek imanın tadına varır imanın o eşsiz lezzeti ile zevk almaya başlarız. “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mümin kulumun kalbine sığarım.[4] diye buyuran rabbimiz için kalbimizi hazırlamalıyız. Masivadan arındırılmış bir kalp ile rabbimize yönelmeliyiz. “Kim Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kim Bana bir arşın yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana yeryüzünü dolduracak kadar günahla gelirse Ben onu aynı, o kadar bağışlama ile karşılarım.[5]  diye buyuran Rabbimize ilk adımı O’nu daha yakından tanımak için atalım.

Allah’a iman

Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım![6]

Yaratılış amacımız olan kulluğu kime yaptığımızı bilmeden nasıl içten ve samimi bir kulluk sergileye biliriz? İnsan tanımadığı, bilmediği ve görmediği birisini ne kadar sevebilir? Bu nedenle ilk olarak kendisine kulluk yapmakla mükellef olduğumuz Rabbimizi çok iyi tanımalıyız.  O’nu ne kadar yakından tanırsak O’na yaptığımız kullukta daha içten ve samimi olabiliriz.

Allah’a iman inançta ilk sırada yer alır. Allah’a inanmadan geri kalan iman esaslarını ve İslam’ın şiarlarına iman ettiğimizi söylesek de bunun hiçbir anlamı olmaz. Allah’ı bilmeden kâinatı bilemeyiz. Çünkü imanın bir diğer manası da teslimiyettir. Allah’a teslim olmadan geri kalan diğer iman esaslarını kabul etmenin hiçbir anlamı olmaz. Allah’a iman dışındaki iman esasları bizi Allah’a yakınlaştıran bağlardır. Kur’an–ı Kerim’de rabbimiz birçok ayette “Ey iman edenler” diye hitap eder. Kendisine inanları muhatap alan Rabbimizin bir muhatabı da biz olmak istiyorsak o zaman imanın kalbimize ve tüm hücrelerimize yer etmesini sağlamalıyız.

İmanın bir diğer sözlük manası da “Allah'a inanma, kalp ile tasdik etme, dil ile söyleme ve esaslarıyla amel etme; Hak dini kabul etme, İslam akidesine inanma.” Şeklindedir. İman kalpte yer etmediği sürece gerçek bir imanı elde etmiş olamayız. Ayette de “Allah, size imanı sevdirdi[7] diye buyrulmuştur. Allah’ı tanımadan imanın tadını alamayız. Şayet Allah’ı tanırsak O’na iman etmek ve varlığını kabul etmek daha kolay olur. Allah’a iman canlı bir hücreye benzer. Bu hücre kanımıza karışıp içimizde coşku ve heyecan uyandırıyorsa işte o zaman gerçek bir imandan söz edebiliriz. “Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, kendilerine O'nun (Allah'ın) ayetleri okunduğunda, imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.[8]

Allah’ı tanıma: 

Peygamber efendimiz sallalahu aleyhi ve sellemden mealen şöyle bir hadis rivayet edilmiştir. “Allah’ın zatı hakkında düşünmeyin. O’nun yarattıkları hakkında düşünün.” Allah’ı tanımak için O’nun zatının nasıl olduğunu bilmemize gerek yoktur. Eğer gerek olsaydı bunu mutlaka rabbimiz bize bildirirdi. O’nu tanımanın en iyi yolu yaratıklarını tefekkür ederek anlayabiliriz. Hiç şüphesiz ki Allah’a imandan önce O’nun varlığına ve birliğine iman gelir. Allah’ın birliğini görmek için yaratıklarına bakmamız yeterli olacaktır. “Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de bozulup gitmişti. Arş'ın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri sıfatlardan münezzehtir.”[9] İçinde yaşadığımız dünyaya bir göz attığımızda karşımıza çıkan ilk şey düzen olacaktır. Bu düzeni sağlayan güç ve Kuvvet sahibi Allah azze ve celle olduğu anlaşılacaktır.

Ustad Bediuzzaman imanı şöyle tarif ediyor, “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. "Tevekkeltü alâllah" der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.

Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.”[10]

Hz. Aliden şöyle rivayet ediliyor “Eğer Allah’ın azameti hakkında derk edecek olursan, bütün yaratıklar gözünde küçülür/ değersiz hale gelir.”[11]

Allah’a iman bir keşiftir. İman hakikatlarını keşfetmedir. Doğruyu ve hakikati keşfetmenin yanı sıra âlemi keşfetmedir. Aşkın keşfidir. Gerçek aşkı buluncaya kadar hiç bir şey ile yetinmeyen bir aşkın susuzluğunu yaşar. Gerçek aşkı ve imanı bulduktan sonra artık hiçbir imtihan onu yıldıramaz. Bu aşk uğruna bile yanmaya hazırdır. Aşk ile yoğrulan imanlı bir kalp için artık dünya ve içindekiler hiçbir anlam ifade etmez olur.

İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre; “Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur denilmiştir. Öyleyse, iman, Şems–i Ezilîden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs'at ve genişlik verir ki, insan o vüs'atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.”

“Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise:

Bir şahıs, kudret-i Ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birden bire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlarlar. Bir medet, bir yardım için müsterhimâne tabiata ve anâsıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder.

Bakar ki, vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir tesellî çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdı, Sâni ile haşri itikad etmezse, O’nun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?[12]

Allah’ı en iyi tanımanın yolu kâinatı okumaktan geçer. Âlemdeki her şey bize rabbimizi hatırlatır/ O’nu tanıttır. O’nun azametini gösterir. “Allah öyle bir zat ki, yeryüzünü sizin için bir karargâh ve gökyüzünü de bir bina kıldı. Size şekil verdi, şeklinizi de en güzel yaptı ve sizi tertemiz (nimet)lerden rızıklandırdı. İşte bu size (tavsif edilen) Allah, sizin Rabbinizdir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!”[13] Üzerimizde duran uçsuz bucaksız gökyüzüne hükmeden azamet sahibi bir ilahın gücü önünde eğilmek ve O’na kul olmak elbette ki şereftir. Gökyüzünü yedi kat olarak bina eden Allah azze ve celle burada müthiş bir nizam ve intizam kurmuştur. “O öyle (bir Allah) ki, yeryüzünde olan her şeyi sizin için yarattı. Sonra göğe yönelip istiva etti (tedbir ile düzenlemek üzere göğe yöneldi). Ve onları yedi sema/ gök olarak tanzim etti. O her şeyi hakkıyla bilendir.[14] Gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz ilk şey güneştir. Dünyamızdan kat be kat büyük olan güneşin, dünyamıza hem ışık ve ısı vermesini tesadüf diye yorumlamak abesle iştiğal olacaktır. Dünyamızın içinde bulunduğu galaksinin kusursuz bir şekilde işlemesi ve hiç şaşmadan ve yerlerinden bir milim bile kaymadan deveran etmeleri şuursuz olan varlıkların işi olmadığını bize gösterir. “Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de bozulup gitmişti. Arş'ın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri sıfatlardan münezzehtir.”[15]

Gökyüzünde gördüğümüz bir diğer güzellik ise Ay ve Yıldızlardır. Bunlar sadece gecemizi aydınlatın gökyüzünün kandilleri değiller. Aynı zamanda yeryüzündeki tabiata da etkileri de vardır. “Ay'a da birtakım menziller/yörüngeler takdir ettik. SO’nun da eski hurma dalı gibi (hilal şekline) döner.[16]

Yıldızların göz alıcı güzellikleri hepimizi kendilerine hayran bırakmıştır. Oysa bilim adamlarına göre hala ışığı dünyamıza ulaşmamız yıldızlardan söz ediyorlar. Gecemize ayrı bir güzellik katan gökyüzünün kandilleri olan yıldızlara hayran kalıyoruz da onları yaratan ve onları gökyüzünde tutan ilahtan gafil olmak mümkün mü? “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle musahhar kılınmışlardır. Şüphesiz bunda, akıl erdirecek bir kavim için ayetler/deliller vardır.[17]

Birçok ayette olduğu gibi Rabbimiz yaratıklarını düşünmemizi istemektedir. O’nun yaratıkları üzerinde düşünürsek O’nu daha iyi tanıyabiliriz.

Dünya da hiç aksamadan ardı sıra bir birini kovalayan gece ve gündüz O’nun bir başka ayetidir. Hiçbir varlığın güç yetiremediği gökyüzüne hükmeden ancak onları yaratan olabilir.

“Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Mesela, وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّى عَادَكَالْعُرْجُونِ الْقَديمِ
 dekiكَالْعُرْجُونِ الْقَديمِ  kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:

Kamerin bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nuranî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-i maişetlerinin en mühimi hurma ağacı olan sahrânişinlerin nazarında ne kadar münasip, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu, zevkin varsa anlarsın.

Mesela, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi, “وَالشَّمْسُ تَجْرى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا” deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani "Güneş döner" tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sayfalarında kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.

وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا  Yani, “lâmba” tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat'ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve o ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: “Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete layık olamaz.”

Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sayfalarına çevirir ve o sayfalarda yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.

Evet, Kur’an güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zat için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san'at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.

Daha sair kelimât-ı Kur’aniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.”[18]

Allah’ı tanımanın bir diğer yolu da yaşadığımız bu dünyaya hikmet nazarıyla bakmak olacaktır. Yaşadığımız dünyayı biz insanoğlu için yaratan Rabbimizin Semadaniyetini her tarafımızda görmek mümkündür.

Küçücük tohumlar içinde yerleştirilmiş koskoca ağaçların fihristesi olan tohumları yine O’nun emriyle toprakta çatlayıp yaratılış gayesini yerine getirmektedirler. Aynı toprak parçası üzerinde yetişen renga renk çiçekler ve bitkilerin yaratılışı eşsiz bir Kudret elini gösteren delillerdirler. Aynı şeylerle beslenen bitkilerin koku ve göz alıcı rengi bize rabbimizi hatırlatan deliler değil midir? Allah azze ve celleden başka kimin buna gücü yeter?

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard arda gelmesinde, insanlara menfaat sağlayan şeylerle (yüklü olarak) denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten bir su indirip, O’nun la ölümden sonra yeryüzünü diriltmesinde, orada bütün canlı (tür)lerini yaymasında, rüzgârları ve gök ile yer arasında musahhar/emre amade kılınmış bulutları yönlendirmesinde, akıl erdirmekte olan bir kavim için ayetler/deliller vardır.[19]  

Yeryüzündeki sayısız canlıyı yaratıp onları rızıklandıran yine her şeye gücü yeten Rabbimizin Kudretini göstermektedir. Gökyüzünde uçan kuşlar ve denizlerdeki sayısız canlı türünün yaratıcısı ve rızık vericisi yine Allah azze ve celledir. Her bir canlı ve cansız varlık bize Allah’a hatırlatır. Allah’ı görmek isteyene Allah azze ve celle her zaman her yerde hazır ve nazırdır. O’nu görmek isteyenlerin etraflarına bir göz atmaları yeterli olacaktır.

Allah’ın en eşsiz eseri olan ve “Hakikaten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.[20]  diye buyurduğu insanoğlu kendi yaratılışına bir baksa…

O, (anne rahmine) akıtılan meniden bir nutfe değil miydi?[21] Yaratılmışların en mükemmeli olan insan neden yaratıldığına bakmadan yaratıcısına başkaldırmasının yersiz olduğunu anlamayacak kadar mı eblehtir.

İnsan âlemin bir küçük bir numunesi gibidir. İnsan bedeninde mevcut olan organlar ve kan dolaşımını sağlayan damarlar kâinatın küçük bir numunesini temsil eder. Her bir organın görevi üzerinde düşünürsek Allah’ın azametini görebiliriz. Örneğin göz, görevi ve işlevinin ne kadar harika olduğu ortadadır.

ALLAH’I BİLME Marifetullah

Allah’ın varlığına inandıktan sonra O’nu daha iyi tanımaya ve yakini bir ilimle bilmeye mârifetullah denir. Mârifetullah Allah’ı her şeyiyle bilmenin adıdır. Akılda ve kalpte hiçbir şek ve şüpheye yer kalmayacak şekilde kesin bir bilginin diğer adıdır. Mârifetullah her şeyde Allah’ı görebilmektir. Mârifetullaha ulaşmış olan birisi için artık Allah gizli değildir. O’nu her yerde görebilir. O’nu görebilmek için fani gözlere ihtiyaç hissetmez. Allah’ın varlığını kabul etmekle O’nu bilmek arasında çok ince bir nüans vardır. Allah’ın varlığını kabul etmek O’nu bilme anlamına gelmiyor. Bilmek, bir şeyin en ince ayrıntısına kadar vakıf olmaktır. Allah’ın azametine vakıf olmak demek O’nun güç ve Kuvvetini bilmektir. Her bir isminin künhüne varmaktır. Allah’ın varlığını kabul etmek bazen taklidi olabilir. Kâinattaki işleyişe bir anlam veremeyince bunun ancak bir yaratıcı tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini kabul etmek gibi.

Ama mârifetullah’ta böyle bir şey söz konu olamaz. Mârifetullah hakiki imanın göstergesidir. Allah’ın varlığını kabul etmek O’na taklidi bir şekilde de olsa iman ilk adımdır. Marifetullah ise ondan sonra gelir.

Mârifetullaha ulaşan biri artık hiçbir zaman kendisini yalnız hissetmez. Allah’ı görüyormuş gibi O’nu her zaman yanında hisseder. Bu his ona huzur verir. Her zaman yanı başında kendisini gözeten Rabbinden haberdar olmanın rahatlığını yaşar. “Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadıklarını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.[22] ayetinde Rabbimizin bildirdiği gibi O’nu çok yakınında hisseder. Yaşadığımız dünyada meydana gelen hiçbir hadiseden dolayı asla korkmaz. Bilir ki onları yapan biri var. Ve O’nun kontrolü dışında hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğini çok iyi bildiği için endişeye kapılmaz. Dağlar yerinden oynasa bile o yine de rabbine güvenir. Bilir ki kâinat O’nun emrinde ve O izin vermedikçe hiçbir şey kendi başına hareket edemez. “Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir. Bir yaprak düşmez ki onu bilmesin! Yerin karanlıklarındaki hiçbir dâne, hiçbir yaş ve hiçbir kuru yoktur ki apaçık olan kitapta bulunmasın.[23]Dünyanın başıboş olmadığını bilir. Allah’ın bilgisi ve hükmü dışında olanda hayır olduğunu ve bunun istese de istemese de önüne geçemeyeceğinin farkında olduğundan bunu gönül rızasıyla kabul eder. Ve her işinde Allah’a tevekkül eder.

Allah’ı bilmenin bir diğer yönü de O’nun Zati ve Subuti sıtaflarının yanı sıra isimlerini bilmekte yatar. Allah’ın Zati ve Subuti olmak üzere iki türlü sıfatı vardır.

 ALLAH'IN SIFATLARI

“Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Keriminde kendisini daha iyi anlayıp kavrayabilmemiz için bir takım sıfatlarla nitelendiğini bize haber vermiştir. Bu sıfatları daha iyi değerlendirebilmek için üç kısımda ele almamız gerekir.

  • Zati sıfatları:

Bu sıfatlar yalnızca Allah’a mahsus olan, başka varlıklarda bulunmayan sıfatlardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1- Vücûd: Allah’ın var olması demektir. O’nun varlığı kendindendir, var olması kendi zatının varlığı gereğidir. Diğer varlıklar gibi kendisini var edecek bir başkasına ihtiyacı yoktur. Zaten başkasına muhtaç olan ilâh olamaz. Allah’ın varlığı her şeyden öncedir. Hâlbuki etrafımızda gördüğümüz bütün varlıklar sonradan meydana gelmiştir. Sonradan var olanlar, adından anlaşılacağı üzere bir başkası tarafından var edilmişlerdir; yani bunlar var olabilmeleri için Allah’ın kendilerini var etmesine muhtaçtırlar. Yüce Allah kendisinden olan bu varlığını devam ettirmek için de hiç bir yere ihtiyaç duymaz. O’nun yok olduğu hiçbir an düşünülemez.

2- Kıdem: Allah’ın varlığının ezelî olması, başlangıcının evvelinin, öncesinin olmaması demektir. Hiçbir şey yok iken, bu evren yaratılmadan önce de O vardı. Allah’ın varlığı şu anda, önceki tarihlerde başlamıştır demek asla doğru olmaz. Böyle bir tarih vermek ancak sonradan olan varlıklar için söz konusudur; çünkü onlar önce yok iken sonradan varolmuşlardır. “O, her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı apaçıktır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir.[24]

3- Bekâ: Allah’ın sonsuza değin ebedi olarak varolması demektir. Allah ezelden beri varolduğu gibi sonraya doğru da, ebediyen varolacaktır. O’nun için yokluk, yok olduğu an düşünülemez. Bu ancak sonradan bir başkası tarafından var edilenler için söylenebilir; çünkü onlar önce yok iken, sonradan varolmuşlardır.  “Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir, gelip geçici, yok olucudur. Ancak Yüce ve Cömert olan Rabb’ımızın varlığı bâkîdir, ebedidir, son bulmaz.[25]

4- Vahdaniyet: Allah’ın bir ve tek olması demektir. O zatında, sıfatlarında ve işlerinde bir olup eşi, benzeri ve ortağı olmayandır. İslâmiyet Allah’ın tek oluşu inancı üzerine kurulmuş bir dindir ve bu özelliği ile diğer ilâhi dinlerle aynıdır. “Ey Muhammet deki: Allah bir tektir, O hiçbir yere muhtaç değildir. Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey Ona denk değildir.[26]

5- Kıyam Bi-nefsihi: Varlığının kendisinden olması demektir. O varlığı için bir iken Allah kendi zatının gereği olarak vardı. Varolması varlığını devam ettirmesi için hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin yaratıcısı olan Allah dilerse onları var eder, varlıklarını devam ettirir, dilerse yok eder. “Allah, Ondan başka tanrı olmayan diri ve her an yaratıklarını gözetip duran, hiçbir şeye muhtaç olmayandır.[27]

6- Muhâlifetün li’l-Havâdis: Sonradan olanlarla benzememek demektir. Allah sonradan varolan varlıkların hiçbirine benzemez. Biz O’nu nasıl düşünürsek düşünelim, O bu düşündüklerimizden, hatır ve hayalimizden geçen şeylerin hepsinden başkadır ve hiçbirisine benzemez. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.[28][29]

Allah’ın zati sıfatları kendisine hastır. Hiçbir insan veya başka bir varlık için kullanılamaz. Bu sıfatlar ilahlık sıfatlarıdırlar. Allah’ın evveli ve sonu yoktur. Bu O’nun yaratılmamış olmasındandır. Oysa yaratılan her varlığın bir başlangıcı ve sonu vardır. Bunu anlamamız gerekmiyor. Sadece Allah’ın böyle olduğuna iman etmemiz gerek. İlah olan Allah azze ve celle yarattığı hiçbir şeye benzemediği gibi O’nun saltanatta ortağı yoktur. “De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed'dir (her şey O'na muhtaçtır, O ise hiç kimseye muhtaç değildir). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve O'nun hiçbir dengi yoktur.[30]

2) Subuti sıfatları:

  • Hayât, Allahü teâlâ diridir.

Hayat sıfatı canlılar içindir. Allah’ın hayat sahibi olması canlılığına delalat eder. Allah azze ve celle ye ait olan bu sıfat yaratıklarına bahşettiği hayat gibi değildir. Allah hayat sahibidir değdiğmizde, canlıların yaşamak için muhtaç oldukları hava, su, yeme, içme, uyuma ve uyuklama gibi zaruru şeylere muhtaç değildir. “Allah; O'ndan başka ilah yoktur. O, Hayy/diridir, Kayyum/zatıyla kaimdir. O'nu ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutar.[31] Allah’ın hayat sahibi olması yaratığı hiçbir canlının hayatına da benzemez. Yaratılmış olan tüm canlılar hayatlarını idame ettire bilmek için gereksinim duydukları şeylere Allah azze ve celle ihtiyaç duymaktan münezzehtir.  “Ölümsüz, diri olan Allah’a güven, Onu özenerek tesbih et.[32]

  • İlm, Allahü teâlâ herşeyi bilir.

İnsanın bilmesi ile Allah’ın bilmesi de bir değildir. Allah azze ve celle her şeyi bilirken insan ancak Allah’ın kendisine takdir ettiği kadarını bilir. Yaşadığımız dünya hakkında bile henüz tam olarak bilgi sahibi değiliz. Kaldı ki insan bilgisini öğrenilmekle elde ederken Allah’ın bilgisi için bunu söylemek mümkün değildir. O’nun bilgisi O’nunla kaimdir. O her şeyi bilir dediğimizde kâinatta her ne varsa küçük büyük hiç fark etmez hepsini bilir. Allah’ın ilim sıfatını kavraya bilmek için insana da çok cüzi bir ilim verilmiştir. Ve bir konu hakkında bilgi sahibi olan insan için bilgilidir diye tarif ederiz. Oysa Allah azze ve cellenin ilmi buyurduğu gibidir. “Ben size demedim mi ki gerçekten ben göklerin ve yerin gaybını/gizliliklerini bilirim ve sizin açığa vurmakta olduklarınızı ve gizlemekte olduklarınızı bilirim![33]

  • Sem'i Allahü teâlâ işitir.

İnsanı en güzel şekilde yaratan Rabbimiz O’nun için birçok uzuv yaratmıştır. Onlardan biri de hiç şüphesiz işitmesi için verdiği kulaklardır. İnsan ilk doğduğu zaman hiçbir şey bilmeyen bir varlık olarak dünyaya gelir. Daha sonra ailesinden ve çevresinde işittiği kelimeleri taklit ederek konuşmaya başlar. Hiçbir şey işitmeyen insan ilerleyen yaşında konuşmayı da öğrenemez. Duymadığı için konuşamaz da. Bu nedenle konuşamayanlar için “Sağır ve dilsiz” diye tanıtırız.

Allah’ın işitmesi ile insanını işitmesi arasından çok büyük farklar var. İnsan birkaç şeyi birlikte işittiği zaman onları bir birine karıştıra bildiği halde Allah azze ve celle kâinatta bulunan her canlının sesini işittiği halde onları bir birine karıştırmaz. İşte İlahlık sıfatına yakışır bir özelliktir bu. Allah’ın işitmesi için hiçbir organa ihtiyacı olmadığı gibi işitmesinde sınır da yoktur. “(Allah) buyurdu ki. “Korkmayın, şüphesiz ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.[34]

  • Basar, Allah’deu teâlâ görür.

Gözün ne kadar muhteşem bir şey olduğunu belki de bir körden sormak gerek. İnsanoğlu birçok şeyde olduğu gibi sahip olduğu nimetlerin kıymetini kaybetmeyinceye kadar bilemiyor.  Gözlerimiz bize verilen en kıymetli uzvumuzdur. Peki, ama neden gözlerimiz, etrafımızda olan her şeyi göremiyor? Gözlerimizi yaratan Allah azze ve celle gözlerimiz için belirli bir sınır çizmiştir. Bu sınır dünya yaşamına uygun olarak yaratılmıştır.

Oysa Allah’ın görmesinden uzaklık, yakınlık, gizli ve açık diye bir şey söz konusu değildir. O her şeyi görür. Gece karanlığında yürüyen bir karıncayı bile görebilir. O’nun görmesi için aydın olmasına ihtiyacı yoktur. Karanlık ve aydınlı O’nun için birdir. “Gözler O'nu idrak edemez/göremez, O ise gözleri idrak eder/görür. O, bütün incelikleri bilindir, her şeyden haberdardır.[35]

  • İrâde, Allahü teâlâ dileyicidir. Yalnız O'nun dilediği olur.

Allah’ın iradesi her şeye nufüz eder. Bizim cüzi irademiz gibi değildir. Allah’ın iradesi Kulli iradedir.   O dilediğini dilediği şekilde yapandır. “Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece OL demektir ve o hemen oluverir.[36]

  • Kudret, Allahü teâlâ herşeye gücü yeter.

Güç ve kuvvet Allah’a aittir. O dilemedikçe dünya bir araya gelse de boştur. O diledikten sonra dünya O’na engel olmak istese de yinede boştur. O’nun kudreti her şeye nüfuz eder. Allah’ın güçü ve Kuvvetinin sonu yoktur. Her şey O’nun Kudretini eseridir. O’nun Kudretinin önünde secdeye kapanmıştır. “Göklerde ve yerde bulunan kimseler ve onların gölgeleri, sabah akşam isteyerek ve istemeyerek Allah'a secde derler.[37]

  • Kelâm, Allahü teâlâ söyleyicidir.

Allah’ın tüm zati sıfatlarında olduğu gibi Kelam sıfatı da insanların sahip olduğu kelamdan farklıdır. O’nun konuşmasıyla insanların konuşması bir değildir. Allah azze ve celle konuşmak için sese ve harflere ihtiyaç duyamazken insan harf ve sesler olmadan konuşamaz. “Allah Musa’ya da hitap ile konuştu.[38]

8- Tekvîn, Allahü teâlâ hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yoktan var eden O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur.

Cenâb-ı Haktan başkası için (yarattı) demek küfür olur. Yani mecaz manada da olsa bu kelime kullanılamaz.

Bu kâinatta yaratılmış olan her şey O’nun Tekvin sıfatının eseridir. Allah’ın yaratmak, yaşatmak, rızkları vermek, bol bol nimetler ihsan etmek, ödüllendirmek, cezalandırmak, affetmek, öldürmek, diriltmek gibi bütün işleri bu sıfatının gereğidir. “Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları bahşeder, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.[39]

Allah’ın bazı sıfatlarını dahi iyi kavraya bilmemiz için insan için olan bazı sıfatlarla tabir edilmiştir. Bu tabirler sadece Allah’ı daha iyi tanımamız içindir. Yoksa (haşa) Allah’ın sıfatlarını insanoğlunun sahip olduğu sıfatlar gibi değerlendirirsek hata yaparız.

Allah’ın zati sıfatlarını daha iyi kavraya bilmemiz için insanoğlunun sahip olduğu bazı özelliklerle aynı isimle isimlendirilmiştir. Böylelikle Allah’ı daha iyi tanımamız sağlanmıştır.

 “Mümin, kâinattaki İlâhi maksatlara azami derecede hizmet ettiği için değerli­dir. Kâinatın yaratılmasından en büyük maksat mârifetullahın gerçekleşmesidir. Mümin; insan iman nuruyla hem kendi vücudunda ve hem de kendi dışındaki varlıklarda tecelli eden İlâhi isim ve sıfatları hem okur, hem de başkalarına okutturur. Böylece “Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak istedim. Mahlûkâtı yaratım ki Beni tanısınlar” hadis-; kudsîsinin ifade ettiği mânâ mümin insanlar sa­yesinde hedefini bulmuş olur.”[40]

3) Allah’ın Fiili Sıfatları

“Yüce Allah’ın fiili sıfatları pek çoktur; bunların hepsini saymak mümkün değildir. Ancak bunlara birkaç örnek vermekle yetinelim.

Halk: Yaratmak demektir. Bütün varlıkları yaratan Hz. Allah’tır. Hiçbir mahlûkun herhangi bir şeyi yaratmağa gücü yoktur.

İnşa: Yoktan var etmek demektir. Evrendeki tüm varlıkları yoktan var eden Yüce Allah’tır. Yaratıklarınsa yoktan var etme gücü yoktur.

 

İbda: Yüce Allah'ın, aslı ve benzeri olmaksızın icat etmesi demektir.

İhya: Yüce Allah’ın diriltmesi demektir. Bir yaratığa can verip onu yaşama ulaştırmak, diriltmek ancak Allah’a mahsustur.

İmate: Yüce Allah’ın öldürmesi, hayata son vermesi demektir. Bir yaratığa can veren Hz. Allah dilediği zamanda onun yaşamına da son verir.

Terzik: Yüce Allah’ın rızk vermesi demektir. Allah azze ve cellenin Rab olmasının gereği sayısız çeşit ve ihtiyaçta olan mahlûkatın rızkını da yaratır. O, yaşamlarını devam ettirebilmeleri için muhtaç oldukları besinleri yoktan var edip onlara sunar.

Esma–ul Hüsna

De ki: “İster Allah diye dua edin, ister Rahman diye dua edin! Hangisiyle dua etseniz, neticede güzel isimler O'nundur.[41]

“Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları öğrenir ve hayatı boyunca Allah’ı bu şekilde tanıyarak yaşar ve hayatını bu iman ve yaşayış üzere bitirirse inşallah Cennete girer.”[42]

En güzel isimler Allah'ındır. Öyle ise O'na onlarla (o isimlerle) duâ edin.[43]

ESMÂ-İ HÜSNÂ VE AÇIKLAMASI / اَلْأَسْمَاءُ الْحُسْنَى

En güzel isimler” demek olan esma-i hüsnâ; naslarda (Kur’an ve Sünnette) Allah Teâlâ hakkında kullanılan isim ve sıfatlardan oluşur. Kur’an-ı Kerim'de ve peygamberimizin hadislerinde Cenâb-ı Hakka nisbet edilen birçok isim bulunmaktadır. Bu durum bizzat Kur'an tarafından şu şekilde ifade edilmektedir: “En güzel isimler Allah'ındır. O'na bu isimlerle dua edin. O'nun isimleri hakkında eğri yola sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.[44] Peygamberimiz ise: “Allah Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. Bunları sayan cennete girecektir.”[45] diye buyurmaktadır.

Kur'an ve hadislerde (Tirmizî rivayetinde yer alıp yaygınlık kazanan) Allah'a verilen isimleri alfabetik olarak şu şe­kilde sıralayabiliriz:

1- ALLÂH (اَللَّهُ): Varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere layık bulunan, her türlü eksiklik ve noksanlıklardan uzak, bütün kemal sıfatları kendinde toplayan, eşi ve benzeri bu­lunmayan zatın özel ve en kapsamlı adıdır. Allah'a nisbet edilen isimler has (özel) ve am (cins) olmak üzere ikiye ayrılır. Allah adı özel isim; Rab, Rahman, Rahim gibi isimler ise, Allah'ın özel ismine nisbetle anılan isimlerdir. Allah ism-i şerifi, Cenâb-ı Hakk'ın has ismidir. Bu itibarla diğer isimlerin ifade ettiği bütün güzel vasıfları ve İlâhi sıfatları içine alır. Diğer isimler ise, yalnız kendi manalarına delalet ederler. Bu bakımdan Allah isminin yerini hiçbir isim tutamaz. Bu isim, Allah'tan başkasına ne hakikaten ve ne de mecazen verilemez. Diğer isimlerin ise, Allah'tan başkasına isim olarak verilmesinde bir mahzur yoktur (Kadir, Celâl gibi). Yalnız bu isimlerin başına, insanlara izafe edildiklerinde, “Kul” mânâsına gelen “Abd” kelimesinin ilavesi güzel olur. Abdülkadir (Kadirinkulu) ismi gibi.

2- EL-ADL (اَلْعَدْلُ): Adaletli, mutlak adalet sahibi, her şeyi yerli yerine koyan, aşırılığa meyletmeyen, kâinatı bütün varlıklarıyla birlikte ölçü altına alıp dengeleyen; canlı cansız her şeye en güzel ve en uygun vaziyeti ve­rendir. Her varlığa layık olduğu ölçüde varlığını devam ettirme hakkı vermekle sonsuz adaletini gösteren; emrine itaat edenleri mükâfatlandırırken, haddini aşanları dizginleyen ve hak ettikleri cezayı veren; haşrin büyük mahkemesinde ise mutlak adaletini en geniş ve en mükemmel tarzda gösteren, tam adâletli. Adalet, zulmün zıddıdır. Zulüm kelimesinde; incitme, can yakma manası vardır. Zulmetmiyerek herkese hakkını vermek ve her şeyi akıl ve mantığa, hikmet ve maslahata uygun olarak yapmak da adalet demektir. Allah Teâlâ Adil'dir. Zalimleri sevmez. Zalimlerle düşüp kalkanları ve hatta sadece uzaktan onlara imrenenleri ve sevenleri de sevmez.

3- EL-AFÜV (اَلْعَفُوُّ): Affeden, affedici, bağışlayan, hiçbir sorumluluk kalmayacak şekilde günahları affeden, günahları silen, çok affeden ve affetmeyi seven, affı çok olandır. Allah Teâlâ, günahları silen, onları hiç yokmuş gibi kabul edendir. Bu manaya göre bu isim, Gafur ismine yakındır. Ancak arada şu fark vardır: Gufran: Günahları örtüvermek demektir. Afv ise, günahları kökünden kazımaktır. Günahları kökünden kazımak, o şeyi örtmekten daha iyidir.

4- EL-ÂHİR (اَلْآخِرُ): En son, ebedi, varlığının sonu olmayan, her şeyden sonra varlığı devam eden; bütün var­lıkların neticesi kendisine bakan ve Ona dönecek olan; her şeyin son noktası. Herşey biter, helak ve fenaya gider, ancak O kalır. Varlığının sonu yoktur. Evveliyetine bidayet olmadığı gibi, âhiriyetine nihayet yoktur.

5- EL-ALİYY (اَلْعَلِي): Pek yüce, yüce, yüceltici, izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın, zat, sıfat ve isimleriyle her türlü kusur ve noksandan uzak, mümkün ve düşünülebilecek ve tasavvur edilebilecek her türlü derece ve merte­belerin üstünde olan, her hususta, herşeyden yüce olan. Yüksekliğin hakiki manası şudur:

  1. a) Allah'tan daha üstün bir varlık düşünülmesi imkânsızdır.
  2. b) Bir benzeri veya ortağı veya yardımcısı yoktur.
  3. c) Şanına yaraşmayan her şeyden uzaktır.
  4. d) Kudrette, bilgide, hükümde, iradede ve diğer bütün kemal sıfatlarında üstündür. Şu halde Ali, her şey kendisinin altında, emrinde ve hükmü altında olan zat demektir.

6- EL-ÂLİM (اَلْعَلِيمُ): Her şeyi bütün incelikleriyle bilen, hakkıyla bilen, ezelden ebede her şeyi bütün yönleriyle, hiçbir şey hiçbir şekil­de hiçbir zaman ilminden gizlenemeyen, her şeyi çok iyi bilen. Allah, her şeyi tam manasıyla bilir. Her şeyin, içini, dışını, inceliğini, açıklığını, önünü, sonunu, başlangıcını, bitimini çok iyi bilendir O, olmuşları bildiği gibi, olacakları da aynı şekilde bilir. O’nun için, olmuş-olacak, gizli-açık söz konusu değildir. Bunlar, insanlar hakkında geçerli olan mefhumlardır. İnsanların bilmesi nisbi (belli oranda) ve arızidir (geçicidir). Allah'ın bilmesi ise, -bütün isim ve sıfatlarında olduğu gibi- zatidir. O’nun için O'nun bilmesinde dereceler bulunmaz.

7- EL-AZİM (اَلْعَظِيمُ): Büyük, azametli, zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılmayacak kadar ulu, bütün varlıkları her hallerinde kudret ve hâkimiyetiyle çekip çeviren, en küçükten en büyüğe her şeyi sınırsız isim ve sıfatlarının tecellileriyle kuşatan, bütün büyüklüklerin sahibi. Azamet, büyüklük manasınadır. Hakiki büyüklük Allah'a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve ekmel büyüklük, ancak O'nundur ve herşey O'nun büyüklüğüne şahiddir. Bu sıfatta da Allah'a herhangi bir denk bulunması muhaldir.

8- EL-AZİZ (اَلْعَزِيزُ): Yenilmeyen, yegâne galip olan, ulu, galip, izzet, kudret ve bütün kudsi sıfatlarıyla acizlik ve kusurlardan uzak olan, bütün varlıkları acizlik, zayıflık ve tezellül içerisinde kendisine boyun eğdiren, mutlak galip, karşı konulamayan güç sahibi, mağlûp edilmesi mümkün olmayan galib. İzzet sıfatı, Kur'an'da birçok yerlerde azab ayetleri bahsinde gelmiştir. Fakat bu ism–i şerifin yine birçok defa Hâkim ism-i şerifi ile birleştiği görülür. Bunun mnası: Allah Teâlâ'nın kudreti galibdir, fakat hikmeti ile kötülerin cezasını tehir eder, kötülük edip durmakta olan insanları cezalandırmakta acele etmez, demektir.

9- EL-BAİS (اَلْبَاعِثُ): Ölüleri dirilten, öldükten sonra dirilten ve şuur sahibi yaratıklarına peygamberler göndererek emir ve yasaklarını bildiren; sayısız insan, hayvan ve bitkileri hayat sahnesine çıkaran; haşirde bü­tün ölüleri tek bir emirle diriltip kabirlerinden çıkaran ve onları yüce huzurunda toplayan, ölüleri diriltip kabirlerinden kaldıran; gönüllerde saklı olanları meydana çıkaran.

10- EL-BAKİ (اَلْبَاقِي): Kalıcı olan, hep kalan, varlığını sonu olmayan, varlığı sürekli olan, zat, sıfat ve isimleriyle daimi olan; her türlü yokluk ve fanilikten münezzeh bulunan; kendisine ölüm arız olmayan. Bu ism-i şerif “Varlığın devamını” bildiren bir kelimedir. Varlığın devamı, önü ve sonu olmamakladır. Önü olmamak mülahazasıyla Allah Teâlâ'ya Kadim, sonu olmamak mülahazasıyla Baki denir. Bu manalara yakın Ezeli ve Ebedi ism-i şerifleri de vardır. Allah Teâlâ'nın varlığı, devam bakımından zaman mefhumu içine girmez. Çünkü zaman denilen şey, kâinatın yaratılmış olduğu andan itibaren sonsuzluğa doğru akışının derecelerini gösteren bir mefhumdur. Şu halde, zaman yaratılmışlarla başlamıştır ve onlarla bitecektir. Kâinat yokken zaman da yoktu, fakat Allah Teâlâ vardı. Kâinat biter, zaman da biter, fakat Allah Baki’dir.

11- EL-BARİ (اَلْبَارِئُ): Örneği, modeli olmaksızın bütün varlıkları yaratan, eksiksiz yaratan, eşyayı ve her şeyin organlarını birbirine uygun bir halde yaratan. Her şeyin vücudu birbirine münasib olarak yaratıldığı gibi, hizmeti ve faydası da umumi ahenge uygun yaratılmıştır.

12- EL-BÂSİT (اَلْبَاسِطُ): Bollaştıran, rızık dağıtan, rızkı genişleten, ömürleri uzatan, ruhları bedenlerine yayan, bütün zaman, mekân ve varlıklarda, ilim, yaratma, cisim ve rızık gibi her işteki genişlik, ferahlık ve bolluk yalnız O’nun rahmet ve iradesiyle meydana gelen, maddi ve manevi rızıkları çoğaltan, açan, genişleten. Allah, istediği kuluna da yepyeni bir hayat verir, neşe verir, rızık bolluğu verir, bu da Basıt isminin tecelliyatıdır.

13- EL-BASİR (اَلْبَصِيرُ): Gören, gizli ve açık her şeyi her haliyle çok iyi gören, sonsuz kudret ve hikmetiyle her canlıya layık gözü ve görme kabiliyetini ihsan eden, iyi gören. Allah Teâlâ herkesin gizli, açık yaptığını ve yapacağını görüp durmaktadır. Karanlıklar O'nun görmesine mani olamaz. Karanlık gibi, yakınlık-uzaklık, büyüklük-küçüklük gibi insanların görmelerine engel olan şeyler de O'nun görmesine mani olmaz.

14- EL-BATIN (اَلْبَاطِنُ): Gizli, zat ve mahiyeti gizli olan, zatının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından duyuların ve aklın idrakinden gizli olan, duyu organları ile idrak edilemeyen, her şeyin gerçek yüzüne vakıf olan; her şeyin iç yüzüne şahitlik edendir. Zuhurunun şiddetinden Musa’ya tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi ona hitab edince: “Ya Rabbî! Göster bana Zatını, bakayım Sana!” dedi. Allah Teâla şöyle cevap verdi: “Sen Beni göremezsin. Ama şimdi şu dağa bak, eğer yerinde durursa sen de Beni görürsün!”. Derken Rabbi dağa tecelli eder etmez onu un ufak ediverdi. Mûsâ da düşüp bayıldı. Kendine gelince dedi ki: “Sübhansın ya Rabbî. Her noksanlıktan münezzeh olduğun gibi, (dünyada Seni görmemizden de münezzehsin). Bu talebimden ötürü tövbe ettim. Ben ümmetim içinde Seni görmeden iman edenlerin ilkiyim![46] Sınırsız büyüklü­ğünden ve zıddının olmayışından dolayı mahlûkatın gözünden gizlenen, ancak eserleriyle varlığını gösteren. Allah Teâlâ'nın varlığı hem âşikardır, hem gizlidir. Âşikârdır, çünkü varlığını bildiren delil ve nişanları gözsüzler bile görmüş ve bu hakikatler hakikatı yüce varlığa, eşyanın umumi şehadetini sağırlar bile işitmiştir. Gizlidir. Çünkü biz Onu künhüyle bilemeyiz. Amma varlığını kati surette biliriz.

15- EL-BEDİ (اَلْبَدِيعُ): Örneksiz ve maddesiz yaratan, kâinatı yoktan, taklitsiz, modelsiz ve benzersiz bir suret­te yaratan, onu bin bir isminin sonsuz güzellikleriyle süsleyen, örneksiz, misalsiz, acib ve hayret verici âlemler icad eden, çok güzel yaratan, eşi ve örneği olmayan, sanatkârane yaratan, zatında, sıfatında, fiillerinde, emsali görülmemiş olan. Bedi, mübdi manasınadır. Mübdi, ibda eden, yani örneği bulunmayan bir şeyi icad eden demektir. Allah herhangi bir kuluna peygamberlik veya velilik vererek üstün kılmışsa, bu üstünlükle o kul, kendi zamanındaki diğer insanlara nisbetle bedi (eşsiz, misilsiz) olmuştur.

16- EL-BER (اَلْبَرُّ): İyiliği ve ihsanı bol olan, iyilik eden, vaadini yerine getiren, dilediği kullarına kesintisiz iyilik ve ihsanda bulunan; nimet ve­ren, kulları hakkında kolaylık isteyen. Allah Teâlâ kulları için daima kolaylık ve rahatlık ister, zorluk istemez, zorluk çıkaranları da sevmez. Yapılan kötülükleri bağışlar, örter. Bir iyiliğe en az 10 mükâfat verir. Kul gönlünden iyi bir şey geçirmişse, onu yapmamış olsa bile, yapmış gibi kabul edip mükâfat verir. Aksine kötülükleri ise yapmadıkça cezalandırmaz.

17- EL-CAMİ (اَلْجَامِعُ): Bir araya getiren, toplayan, birbirine benzeyen, benzemeyen ve zıd olan zıt şeyleri bir araya getirebilen, toplayıp düzenleyen, kıyamet günü hesaba çekmek için mahlûkatı toplayan, zat, sıfat, isim ve fiillerinde her türlü kemali toplayandır. En büyük mahlukâtındaki hikmet ve sanat numunelerini en küçüğüne de yerleştiren, eser ve fiillerinde zıtları bir arada kullanarak büyüklüğünü gösteren; haşirde bütün mahlukâtı yüce divanında toplayan, istediğini, istediği zaman, istediği yerde toplayan. Cem, dağınık şeyleri bir araya toplama demektir. Allah Teâlâ, vücudlarımızın çürüyerek suya, havaya, toprağa dağılmış zerrelerini tekrar birleştirecek, bedenlerimizi yeni baştan inşa edecektir. Allah Teâlâ birbirine benzeyen şeyleri bir araya getirip topladığı gibi, birbirinden ayrı varlıkları da bir araya getirmektedir. Onların iç içe birlikte yaşamalarını temin etmektedir. Sıcaklık ile soğukluk, kuruluk ile nemlilik gibi birbirine zıd unsurları bir arada tutması da yine Allah'ın Cami' isminin tecellisindendir.

18- EL-CEBBAR (اَلْجَبَّارُ): Dilediğini zorla yaptırma gücüne sahip olan, iradesini her durumda yürüten, yaratılmışların halini iyileştiren, sonsuz ve sınırsız büyüklük ve kudret sahibi olan; bütün varlıklar bütün yönleriyle doğrudan doğruya kudretine bakan ve emrine boyun eğdirendir. Hiçbir şey hiçbir cihetle mutlak kudretine karşı koyamayan, kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan; dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan. Bu ism-i şerif cebir maddesindendir. Cebir, “Kırık kemiği sarıp bitiştirmek, eksiği bütünlemek” manasına geldiği gibi, “İcbar etmek” yani “Zorla iş gördürmek” manasına da gelir. Bu manaya göre Allah Teâlâ Cebbar'dır. Yani, kırılanları onarır, eksikleri tamamlar, her türlü perişanlıkları düzeltir, yoluna kor. Cebbar'ın ikinci manasına göre de; Allah Teâlâ kâinatın her noktasında ve her şey üzerinde dilediğini yaptırmağa muktedirdir. Hüküm ve iradesine karşı gelinmek ihtimali yoktur.

19- EL-CELİL (اَلْجَلِيلُ): Şanı yüce, erişilmez, yüce kudreti ile her şeyi yoluna koyan, yücelik sıfatları bulunan, azamet sahibi, bütün celal sıfatlarıyla sıfatlanmış olan; varlıkların türleri üzerinde icraat ve tecelliyatlarıyla rububiyetinin ihtişamını gösteren; birliğini ve yüce zatına layık muhteşem sıfatlarını bildiren, celadet, ululuk ve heybet sahibi, celal sıfatları ile muttasıf. Celadet ve ululuk, Allah'a mahsustur. O’nun zatı da büyük, sıfatları da büyüktür. Fakat bu büyüklük, cisimlerdeki gibi hacim veya yaşlılık itibarı ile değildir. Zamanla ölçülmez, mekânlara sığmaz.

20- ED-DAR (اَلضَّارُّ): Dilediğini zarara sokan, zarar veren, her türlü zarar elinde bulunan ve O’nun izniyle var olan; bir hik­mete binaen zarar vermek istediği bir kimseden o zararı geri çevirecek kendi­sinden başka hiç kimse bulunmayan, elem ve zarar verici şeyleri yaratan.

21- EL-EVVEL (اَلْأَوَّلُ): İlk, ezeli, varlığının başlangıcı olmayan, başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da O’nun ilim ve kudretine bağlı olan; her şeyin ilk hali ve aslı O’nun ezeli ilminin düsturlarıyla tanzim edilen, her varlıktan mukaddem olan. Allah Teâlâ bütün varlıklar üzerine mukaddem olup kendi varlığının evveli yoktur. Kendisi için asla başlangıç tasavvur olunamaz.

22- EL-FETTAH (اَلْفَتَّاحُ): Açan, iyilik/hayır kapılarını açan, zorlukları kolaylaştıran, her şeye hâkim olan, hakemlik yapan, basit basit maddelerden yarattığı sayısız ve mükemmel var­lıkların ve türlü türlü canlıların suretlerini ayrı ayrı, muntazam bir tarzda veren, her birisine layık ve farklı birer şekil giydiren. Fettah kelimesi, feth'den gelmektedir. Feth ise, “Kapalı olan şeyi açmak” manasınadır. Kapalı bir şeyi açmak:

  1. a) Maddi olur; bir kapıyı, bir kilidi açmak gibi.
  2. b) Manevi olur; kalbden tasaları, kederleri atıp gönlü açmak gibi. O’nun için bitkilerin çiçek açması, tohum ve çekirdeklerin sünbül vermesi, rızık ve rahmet kapılarının açılması hep Fettah ism-i şerifinin tecellisindendir.

23- EL-GAFFAR (اَلْغَفَّارُ): Çok bağışlayan, kusurları/günahları örten, mağfireti pek bol olan, daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan, sonsuz rahmet, fazl ve keremiyle kullarının günahlarını çokça bağışlayıp silen. Gafr, örtmek ve sıyanet etmek (korumak) manasınadır. Allah müminlerin günahlarını örter. Dilediği kullarını da günahlardan sıyanet eder, korur. Bu, onlar için en büyük nimetlerden biridir.

24- EL-GAFUR (اَلْغَفُورُ): Çok bağışlayan, çok affedici, bütün günahları bağışlayan, sonsuz rahmetiyle dilediğinde küçük-büyük bütün günahları bağışlayan, mağfireti çok. Allah Teâlâ'nın mağfireti çoktur. Bir kulun kusuru ne kadar büyük ve çok olursa olsun onları örter, meydana çıkarıp da sahibini rezil etmez. Kusurları insanların gözünden gizlediği gibi, melekût âlemi sakinlerinin gözünden de gizler. İnsanların görmediği bazı şeyleri melekût (melekler ve ruhlar) âlemi sakinleri görürler. Gafur ism-i şerifi, kusurların onların gözünden de gizlenmesini ifade eder.

25- EL-GANİ (اَلْغَنِي): Hiçbir kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendi dışındaki her şey O'na muhtaç, sonsuz zengin olan; hiçbir cihetle kâinata ve mevcudata ihtiya­cı bulunmayan, çok zengin ve her şeyden müstağni. Gani, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herşey yanında mevcud bulunduğu için hiçbir şekilde başkasına müracaat mecburiyetinde kalmayan zat demektir.

26- EL-HABİR (اَلْخَبِيرُ): Her şeyin iç yüzünü, gizli tarafını bilen, her şeyden haberdar, göklerde ve yerde, görünen ve görünmeyen âlemlerde en gizli sırlardan, en saklı şeylerden haberdar olan, ilminin dışında hiçbir şey bulunma­yan; her şeyin gizli-açık, küçük-büyük her halini bilen. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün eşya ve hâdiselerden Allah haberdardır. O’nun haberi olmadan hiçbir hadise cereyan etmez.

27- EL-HADİ (اَلْهَادِيُّ): Yol gösteren, layık gördüğü kullarını hidayete erdiren, hidayeti yaratan, istediği kulunu hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan, muradına erdiren, her yarattığına neye ihtiyacı varsa, ne yapması gerekiyorsa onu öğreten, murada erdirendir. Her bir varlığı tam bir hikmetle yaratılış gayesine doğru ileten; dünyevi ve uhrevi her konuda bütün zarar ve menfaatleri gösterip doğru yola sevk eden. Hidayet; Allah Teâlâ'nın lütuf ve keremiyle kullarına, sonu hayır ve saadet olacak isteklerin yollarını göstermesi veya o yola götürüp muradına erdirmesi demektir. Sadece hayır yolunu ve sebeblerini göstermeye irşad; neticeye erinceye kadar o yolda yürütmeye de tevfik denir. Hidayetin karşılığı dalalettir. Dalalet, doğru yoldan bile bile veya gaflete kapılarak sapmak demektir. Hidayetin neticesi iman, dalaletin neticesi imansızlık ve küfürdür.

28- EL-HaFID (اَلْخَافِضُ): Alçaltan, düşüren, zillete düşüren, inançsızları ve emrine muhalefet edenleri alçaltan, zelil kılan, yukarıdan aşağıya indiren. Allah Teâlâ, istediği kulunu yukarıdan aşağı atıverir. Şan ve şeref sahibi iken, rezil ve rüsvay eder ve bu muamelesi çok defa, kendisini tanımıyan, emirlerini dinlemeyen asiler, başkalarını beğenmiyen mütekebbirler ve hak, hukuk tanımayan zalim zorbalar hakkında tecelli eder.

29- EL-HAFİZ (اَلْحَفِيظُ): Koruyan, muhafaza eden, koruyup gözeten ve dengede tutan, bütün varlıkların her türlü davranış, hal ve hareketlerini kayde­den, insanların bütün yaptıklarını sorgulama için inceden inceye dikkatle kaydeden; milyonları aşan canlı türlerinin nesillerini, tohum ve nutfelerinde (çekirdeklerinde, özlerinde, spermlerinde) muhafaza edip devam ettirendir. Bütün varlıkları devamlı gözetimi altında tutan; onları her türlü zarar ve kötülüklerden koruyan, her şeyi belli vaktine kadar afat ve belalardan saklıyan. Hıfz, korumak, demektir. Bu koruma iki şekilde olur:

  1. a) Varlıkların devamını sağlamak, muhafaza etmektir.
  2. b) Birbirlerine zıd olan şeylerin, yekdiğerlerine saldırmasını önlemek, birbirlerinin şerrinden onları korumaktır. Allah her mahlûkuna, kendine zararlı olan şeyleri bilecek bir his ilham buyurmuştur. Bu Hafiz ism-i şerifinin tecelliyatındandır. Bir hayvan kimyevi tahlil raporuna muhtaç olmadan kendine zararlı otları bilir ve onları yemez. Kulların amellerinin yazılması, zayi olmaktan korunması da Hafiz isminin gereğidir. Bu bakımdan ahirette yeniden dirilme ve yaptıklarından hesaba çekilme ile Hafiz isminin yakından alakası vardır.

30- EL-HAK (اَلْحَقُّ): Fiilen var olan, varlığı ve uluhiyyeti gerçek olan ve hiç değişmeyen, ibadete layık ve her hakkın sahibi olan. Hak, varlığı hakiki bulunan zatın ismidir. Yani, varlığı daima sabittir. Allah Teâlâ'nın zatı, yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. Hakikaten var olan yalnız Allah'tır.

31- EL-HAKEM (اَلْحَكَمُ): Anlaşmazlıklarda son hükmü veren, hükmedici, iyiyi kötüden, ayırt edici, varlıklar dünyasında ve haklı ile haksız arasında hiçbir ada­letsizliğe, yanlışlığa ve itiraza yer bırakmayacak şekilde hükmeden, hakkı yerine getiren. O'nun hükmü olmadan hiçbir şey, hiçbir hadise meydana gelemediği gibi, O'nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, infazına mani olacak hiçbir kuvvet, hiçbir hükümet, hiçbir makam da yoktur.

32- EL-HÂKİM (اَلْحَكِيمُ): Her şeyi yerli yerinde yapan, hükmü hikmetli olan, hikmet sahibi, bütün işleri hikmetli, bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan, her şeyi en kısa yoldan, en faydalı, en kolay ve en güzel bir şekilde yaratan. Boş iş yapmayan, her bir şeyde sayısız faydalar gözeten ve bunu yaratıkları üzerinde tecellileriyle gösteren. Allah Hâkim'dir. Faydasız, boş ve tesadüfi bir işi yoktur. Her emir ve filinin her yönüyle sonsuz fayda ve maslahatları vardır. Her yarattığı mahlûk, her yaptığı iş bütün kâinat nizamı ile alakalıdır. Kâinatın umumi nizamı ile tenakuz teşkil eden hiçbir hadise, bir mahlûk, bir iş yoktur. En zararlı görülen mahlûkatın bile yaratılmasının hikmeti vardır. Fare gibi zararlı görülen hayvanlar tamamen yok edildiği durumlarda bu husus açıkça görülmüştür. Bu sefer başka sorunlar ortaya çıkmıştır.

33- EL-HALİK (اَلْخَالِقُ): Yaratan, bütün yaratıkları takdirine uygun olarak gerekli şartlarla birlikte yaratan, her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri,  hadiseleri tayin ve tesbit eden ve ona göre yaratan, yoktan var eden. Bu ism-i şerifin manasında iki husus vardır:

  1. a) Bir şeyin nasıl olacağını tayin ve takdir etmek.
  2. b) O takdire uygun olarak o şeyi icad etmek.

34- EL-HALİM (اَلْحَلِيمُ): Kızgınlıkla ve acele ile muamele etmeyen, yumuşaklık sahibi, günah ve isyanlarına rağmen kullarını hemen cezalandırmayıp onlar için tevbe ve ümit kapılarını açık bırakan; onları sonsuz rahmet ve keremiyle nzıklandırmaya devam eden. Hilm, suçluların cezasını vermeye gücü yetip dururken bunu yapmamak, onlar hakkında yumuşak davranmak ve cezalarını geriye bırakmaktır. Suçluyu cezalandırmağa iktidarı olmayana halim denmez. Halim, kudreti yettiği halde, bir hikmete binaen cezalandırmayana denir. Allah Teâlâ Halim'dir. Her günah işleyeni hemen cezalandırmaz. Hışım ve gazapta acele etmez, mühlet verir. Bu mühlet içinde yaptıklarına pişman olup tevbe edenleri afveder. Israr edenler hakkında, hüküm artık kendisine kalmıştır.

35- EL-HAMİD (اَلْحَمِيدُ): Övülen, Övgüye ve takdire layık, zatındaki sonsuz kemalatıyla her hamd ve övgüye nihayetsiz derecede layık olandır. Ezelden ebede kâinattaki bütün nimet ve ihsanlar karşılı­ğında, hal ve dil ile her kimden her kim için yapılırsa yapılsın sayısız hamd, şü­kür ve övgüler yalnızca kendisine ait olan, ancak kendisine hamd ü sena olunan, bütün varlığın diliyle biricik övülen, medhedilen. Hamd; ihsan sahibi büyüğü övmek, tazim fikri ve teşekkür kasdiyle medh ü sena etmektir. Her mevcud, hal diliyle olsun, kal diliyle olsun, Allah Teâlâ'yı tesbih (tenzih) ve takdis (mukaddes kılmak, büyüklemek) etmektedir. Bütün hamd ü senalar O'na mahsustur. Hamd ve şükürle kendisine tazim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet ancak O'dur.

36- EL-HASİB (اَلْحَسِيبُ): Hesab gören, hesaba çeken, herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerinin, bütün tafsilat ve teferruatiyle hesabını iyi bilen; kullarına yeten; sonsuz acizlik ve hadsiz düşmanlara karşı mahlukâtın imdadına kudret ve rahmetiyle yetişen, her şeye ve herkese her ihtiyacı için kâfi gelen. Allah Teâlâ, neticesi hesapla bilinecek ne kadar miktar ve kemiyet varsa hepsinin neticelerini hiçbir işleme muhtaç olmadan doğrudan doğruya ve apaçık bilir.

37- EL-HAY (اَلْحَيُّ): Diri, daime, ezeli ve ebedi olup ölme ve yok olma gibi arızalardan uzak bulunan; kâinattaki bütün hayat izleri ve canlı fertler üzerinde taklit edilmez mühürleri bulunan. Hayy, diri demektir, bunun zıddına meyyit denir ki, ölü manasına gelir. Allah Teâlâ ölmez, daima hazır ve nazırdır. Yaşayan mahlûkatın hayatını veren de O'dur. O olmasaydı hayattan eser olmazdı. O daima fenadan, zevalden, hatadan münezzehtir.

38- EL-KABID (اَلْقَابِضُ): Daraltan, canlıların ruhunu alan, rızkı tutan, başta ruh, kalb ve nefisler olmak üzere bütün varlıkları bütün halleriyle kudret elinde tutan; maddi, manevi bütün darlık ve sıkıntılar sadece iradesiyle gerçekleşen, dilediğinin maddi ve manevi rızkını daraltan. Bütün varlıklar Allah Teâlâ'nın kudret elindedir. İstediği kulundan, ihsan ettiği serveti, evlad ve iyali yahut hayat zevkini, gönül ferahlığını alıverir. O adam zenginken fakir olur yahut evlad acısına boğulur yahut iç sıkıntısına, ıstırap ve huzursuzluk içine düşer. İşte bu haller, Kabıd isminin tecellileridir.

39- EL-KADİR (اَلْقَادِرُ): Kudretli, her şeye gücü yeten, kendisine hiçbir şey ağır gelmeyen; zatından ayrılmaz ve ezeli olan kudretine acizlik asla bulaşmayan. Allah Teâlâ, kudretine bir ayna olmak üzere kâinatı yaratmıştır.

40- EL-KAHHAR (اَلْقَهَّارُ): Yenilmeyen, yegâne galip, isyankârları kahreden, bütün varlıkları emir ve iradesi altında bulunduran, hiç kimse hükmün­den kaçıp kurtulamayan. Kahr, bir şeye, onu hor ve hakir kılacak veya mahv ve helak edebilecek surette galib olmaktır. Allah Teâlâ Kahhar'dır, her vechile üstün ve daima galibdir. Kuvvet ve kudretiyle her şeyi içinden ve dışından kuşatmıştır. Hiçbir şey O'nun bu ihatasından dışarı çıkamaz. Ona karşı herşeyin boynu büküktür. Kahrına yerler, gökler dayanamaz. Kahr ile nice azıp sapmış ümmetleri ve milletleri mahv ve perişan etmiştir.

41- EL-KAVİ (اَلْقَوِي): Kuvvetli, güçlü, her şeye gücü yeten, kudretli, kuvveti bütün kâinata hâkim ve bütün eşyayı zapteden ve bütün varlıkları hükmü altına alan, çok kuvvetli.

42- EL-KAYYUM (اَلْقَيُّومُ): Kendi kendine var, varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan, bizatihi varlıkta kalabilen fakat bütün eşya O’nun iradesi ve yaratmasıyla varlıklarını sürdüren ve bütün varlıkları hassas bir denge ve ölçü ile ayakta tutan ve önemli vazifelerde çalıştırandır. Gökleri, yeri, her şeyi ayakta tutan; her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden. Kayyum, kaim'in mübalağasıdır. “Her şey üzerinde kaim” demektir. Bunun manası “Bir şeyin kıyamı, yani, bir varlık sahibi olarak durabilmesi neye bağlı ise, onu veren” demektir. Allah Teâlâ, her şeyin mukadder olan vaktine kadar durması için sebeblerini ihsan etmiştir. O’nun için herşey Hak ile kaimdir.

43- EL-KEBİR (اَلْكَبِيرُ): Büyük, ulu, zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu, sınırsız isim ve sıfatlarıyla ilmimizi aşan sonsuz büyüklük sa­hibi olan, büyüklükte kendisinden daha büyüğü düşünülemeyen. Allah Teâlâ kibriya sahibidir. Kibriya, zatın kemali demektir. Her bakımdan büyük, varlığının kemaline hudut yoktur. Bütün büyüklükler O'na mahsustur.

44- EL-KERİM (اَلْكَرِيمُ): Şerefli, cömert, çok cömert, fazilet türlerinin hepsine sahip, bütün hayatları binlerce duygu, alet ve organlarla donatıp süsleyendir. Sonsuz rahmet hazinelerinin süslü ve tatlı nimetlerini karşılık beklemeden önlerine seren, sonsuz keremi, yarattığı bütün sanatlı mahlûkat üzerindeki tezyinat ve bunların terbiyelerindeki dikkat ve titizlikle açıkça görünen, keremi, lütuf ve ihsanı bol olandır.

45- EL-KUDDUS (اَلْقُدُّوسُ): Tertemiz, yüce, her türlü hatadan, gafletten, aczden ve eksiklikten çok uzak ve pek temiz, her eksiklikten münezzeh; dalalet ehlinin kendisi hakkındaki her türlü asılsız düşüncelerinden uzak; kâinatı bütün varlıklarıyla temizleyen ve güzelleştiren. Allah, hissin idrak ettiği, hayalin tasavvur ettiği, vehmin tahayyül ettiği, fikrin tasarladığı her türlü vasıftan münezzeh ve müberradır.

46- EL-LATİF (اَللَّطِيفُ): Müşfik, lütüfkar, varlıkların en ince noktalarını bilen, yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan, varlıkları en nazik incelikler ve güzellikler içinde yara­tan, her bir canlıya lütufkârlıkla ihsan ve ikramlarda bulunan; ince ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştıran.

47- EL-MACİD (اَلْمَاجِدُ): Şanlı, şerefli, şanı yüce ve keremi çok, zat ve sıfatı her şeyden yüce, lütuf ve keremiyle her şeyden üstün, her türlü yüceltmeye nihayet derecede layık olandır. Zatı, sıfatları ve isimleri, izzet ve azametin şan ve şerefin son mertebesinde bulunan, kadr ü şanı büyük, kerem ve müsamahası bol. Allah Teâlâ'nın kendisine yakın olan kullarına lütüf ve ihsanı ifadeye sığmaz, ölçüye gelmez. Mesela: Onları temiz ahlak sahibi olmaya, iyi işler yapmaya muvaffak kılar da, sonra yaptıkları o güzel işleri, haiz oldukları seçkin vasıfları sebebiyle onları över, sitayişlerde bulunur. Kusurlarını afveder, kötülüklerini mahveder.

48- MALİKÜ'l-MÜLK (مَالِكُ الْمُلْكِ): Mülkün gerçek sahibi, kâinatın, ezelden ebede tek gerçek sahibi ve mutlak hâkimi, Allah Teâlâ mülkün hem sahibi, hem hükümdarıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O'nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur. Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur.

49- EL-MANİ (اَلْمَانِعُ): Engel olan, istediği şeylere engel olan, dilemediği şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyen, kötü şeylere engel olan, varlıkları hadlerini aşmaktan ve saltanatına ortaklıktan men eden; zararlı ve tehlikeli sebepleri izni dışında yaratıklarına zarar vermekten alı­koyan; dilediğinden dilediği şeyi esirgeyen, bir şeyin meydana gelmesine müsaade etmeyen. İyi ve kötü pek çok arzularımız vardır ki biri bitmeden biri ortaya çıkar. Yaşadığımız müddetçe bunlar ne biter, ne de tükenir. Biz de bu arzularımızı elde etmek için çalışır dururuz. Her arzumuz bir takım sebeplere, sebepler de Mani' (mani olan) ve Mu'tî  (veren) olan Allah'ın emrine bağlıdır. Allah Teâlâ isteyenlerin isteklerini, dilerse verir; o zaman isteyenin tuttuğu sebepler çabucak meydana gelir. Mu'tî ism-i şerifinin manası budur. Allah Teâlâ bazı isteklere de müsaade etmez. O zaman isteyenin yapıştığı sebepler kısır kalır, ne kadar çabalanırsa çabalansın netice vermez. Bu da Mani' ism-i şerfinin tecellisidir. Kullarının başına gelecek felaket ve musibetleri önlemek, geri çevirmek de yine Mani' ism-i şerifinin tecelliyatındandır.

50- EL-MECİD (اَلْمَجِيدُ): Şanlı, şerefli, şerefi yüksek, zatı şerefli, fiilleri güzel olan, her türlü övgüye layık bulunan. Bu ism-i şerifin manasında iki mühim unsur vardır:

  1. a) Azamet ve kudretinden dolayı yaklaşılamaz olmak.
  2. b) Yüksek huylarından, güzel işlerinden dolayı övülüp sevilmek.

51- EL-MELİK (اَلْمَلِكُ): Hükümran olan, buyrukları tutulan, görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi ve idarecisi olan, mülk ve saltanat en yüksek mertebesiyle sadece kendisine ait olan, bütün mahlûkatın hakiki sahibi ve mutlak hükümdarı. Allah'ın, ne zatında ve ne de sıfatında hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, bilakis herşey zatında, sıfatında, varlığında ve varlığının devamında O'na muhtaçtır, bütün kâinatın hakiki sahibi, mutlak hükümdarıdır

52- EL-METİN (اَلْمَتِينُ): Kuvvetli, güçlü, kudretli, her şeye gücü yeten, her şeye tam bir teslimiyetle boyun eğdiren; hiçbir fiilinde hiçbir güçlükle karşılaşmayan; hiçbir varlık, vasıta ve cisim fiillerine hiçbir cihetle en­gel olmayan, çok sağlam. Kuvvet, tam bir kudrete delalet eder. Metanet ise kuvvetin şiddetini ifade eder. Allah'ın kuvveti de öteki sıfat ve isimleri gibi na-mütenahidir (sonsuzdur), tükenmez, gevşemez, hudut içine sığmaz, ölçüye gelmez. Allah'ın kudreti bahsinde zorluk-kolaylık söz konusu değildir. Bir yaprağı yaratmakla kâinatı yaratmak birdir. Allah Teâlâ tam bir kuvvet sahibi olmak bakımından, Kavi, gücünün çok şiddetli olması bakımından Metin'dir.

53- EL-MUAHHİR (اَلْمُؤَخِّرُ): Erteleyen, geri bırakan, istediğini geri koyan, istediğini zaman ve mekân yönünden, maddi-manevi yön­den, şeref ve rütbe bakımından sona bırakan; her şeyi eceli gelinceye kadar er­teleyen; imtihan gereği genellikle kullarının cezasını hemen vermeyip âhiret gü­nüne bırakan. Allah Teâlâ istediğini ileri, istediğini geri aldığı gibi, bazen de kullarının teşebbüslerini, onların bekledikleri zamanda neticelendirmez, maksadlarını arkaya bırakır. Bunda birçok hikmetleri vardır. Bu hikmetleri araştırmak, sezmeğe çalışmak gerekir.

54- EL-MUBDİ (اَلْمُبْدِئُ): İlkin yaratan, her şeyi yokluktan çıkaran, kudret ve iradesiyle varlıklara ilk yaratılışlarında yoktan, hiç­ten vücut veren, onlara gerekli olan şeyleri de hiçten icat edip ellerine veren, mahlûkatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan. Mübdi, bir manada icad demektir. Muid ism-i şerifi de icad manasına gelir. İcadın bir benzeri daha evvel yaratılmış, meydana getirilmiş ise iade; değilse, yani benzeri, maddesi olmayan yeni bir şey ise ibda denir.

55- EL-MUCİB (اَلْمُجِيبُ): Duaları kabul eden, dileklere karşılık veren, bütün varlıkların hal ve dille yardım istemelerine ve duaları­na tam bir hikmet, rahmet ve inayetle daima cevap veren, darda ve sıkıntıda olanların imdadına koşan, kendine dua edip yalvaranların isteklerini işitip cevab veren. Burada bir hususu iyi bilmek gerekir: Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Ayeti kerimede, Allah tarafından her duaya cevab verileceği vaat edilmiştir “Kullarım Beni Senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da davetime icabet ve Bana hakkiyle inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyüp selamete ersinler.[47] Fakat kabul edileceği vaat edilmemiştir. Zira kabul edip etmemek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine bağlıdır. Hikmeti iktiza ederse istenenin aynını, aynı zamanda kabul eder. Dilerse istenenin daha iyisini verir. Dilerse o duayı ahiret için kabul eder, dünyada neticesi görülmez. Dilerse de kulun menfaatine uygun olmadığı için hiç kabul etmez.

56- EL-MUĞNİ (اَلْمُغْنِي): Zengin kılan, kullarından dilediğini lütfü ile zengin kılan, dilediğini muhtaç olmaktan kurtaran, zenginlik verip tatmin eden, bütün mevcudatın bütün ihtiyaçlarını tükenmez servet ve ha­zinelerinden karşılayan ve varlık sahibi her bir yaratığa servet ve zenginliği ih­san eden. Allah Teâlâ dilediğini zengin eder, ömür boyunca zengin olarak yaşatır. Dilediğini de ömür boyunca fakirlik içinde bırakır. Bazı kullarını zenginken fakir, bazılarını da fakirken zengin yapar. Yahya bin Muaz: “Kıyamet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak; fakirliğe ne ölçüde sabredildiği, zenginliğe de ne ölçüde şükredilmiş olduğu hesab edilecek. Mesele, çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek veya çok şükretmektir.”

57- EL-MUHEYMİN (اَلْمُهَيْمِنُ): Gözeten, gözetici ve koruyucu, hükmü altına alan, kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten, bütün yaratıkları her türlü hal, hareket ve davranışlarında görüp gözeten; herşey denetim ve koruyuculuğu altında bulunan. Allah, yarattığı mahlûkatının amellerini, rızıklarını, ecellerini bilip muhafaza eder. Bütün varlığı görüp gözeten, yetiştirip varacağı noktaya ulaştıran ancak O'dur.

58- EL-MUHSİ (اَلْمُحْصِيُّ): Her şeyi kaydedip sayan, bilen, her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilen “Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb âleminin anahtarları O’nun yanındadır. Onları kendisinden başkası bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez. Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tane, hâsılı yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki açık, net bir kitapta bulunmasın.[48] İlmiyle maddi ve manevi bütün her şeyi kuşatan; ne zatı ve ne de ilmi hiçbir şekilde ihata edilemeyen, bildirdikleri dışında hiçbir şey bilineme­yen; dünyada kullarının küçük-büyük bütün yaptıklarını bilen ve mahşerde sa­yıp dökecek olan, herşeyin sayısını bir bir bilen. İlmi herşeyi ihata eden ve herşeyin miktarını bilip eksiksiz tastamam sayabilen Allah'dır. Allah Teâlâ, herşeyi olduğu gibi görür ve bilir, yani bütün mevcudatı toptan bir yığın hâlinde birbirinden seçilmez karışık bir şekilde değil; cinslerini, nev'ilerini, sınıflarını, ferdlerini, zerrelerini birer birer saymış gibi gayet açık görür ve bilir.

59- EL-MUHYİ  (اَلْمُحْي): Dirilten, hayat veren, can veren, cansız maddelerden canlı maddeler yaratan, hayatı veren ve onu rızıkla devam ettirendir. Hayat için gerekli olan şartları hazırlayan; bütün canlı­ları vasıtasız olarak kudretiyle ihya eden ve ölüleri dirilten; manen ölü kalpleri imanla hayatlandıran; kışta ölen sayısız canlıları baharda yeniden diril­ten, sağlık veren. Allah Teâlâ, cansız maddelere hayat ve can verir. Her gün, her saat, her saniye yeryüzünde milyonlarca varlık hayat bulup dünyaya gelmektedir. Bütün bunlar, Allah'ın emr ü fermaniyle, yaratmasıyle ve müsaadesiyle olmaktadır. Allah yoğu var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar canlandırabilir. Buna ihya, yani diriltme denir. Hayatı hiç yoktan veren zatın, ölülere yeniden hayat verip diriltmesi elbette son derece kolaydır. Asıl zor olan bir şeyi ilk defa yapmaktır. Yapılanın tekrarı ise kolaydır.

60- EL-MUİD (اَلْمُعِيدُ): Tekrar yaratan, öldürüp yeniden dirilten, ölmüş ve dağılmış, yok olmuş sayısız canlıları her baharda ilk yaratılışla­rında olduğu gibi yeniden diriltip inşa eden (yaratan); gönderdiği rızıklarla varlıkların mevcudiyetini her an tazeleyen; mahşerde ise bu ismin azami derecede tecellisiyle bütün varlıkları oraya uygun bir tarzda yeniden yaratan. Herşey mukadder olan ömrünü tamamlayıp öldükten sonra, Allah'tan başka kimse kalmaz, fakat varken yok olan bu insanları ahiret günü Allah Teâlâ diriltip yeniden hayatlandırır, yeniden yaratır. Sonra da dünya hayatlarında yaptıkları işlerden hesaba çeker.

61- EL-MUİZ (اَلْمُعِزُّ): Aziz kılan, izzet ve şeref veren, yücelten, bütün izzet doğrudan doğruya iradesine bağlı olan; dilediğini dilediği şekilde aziz kılan, ağırlayan. İzzet ve zillet, birbirine zıd manalardır. İzzet kelimesinde “Şeref ve haysiyet”, Zillet kelimesinde ise “Alçaklık” manası vardır. Bunlar hep Allah Teâlâ'nın, mahlûkatı üzerindeki tasarrufları cümlesindendir.

62- EL-MUKADDİM (اَلْمُقَدِّمُ): Öne alan, istediğini öne alan, ileri geçiren, istediğine, zaman ve mekân yönünden; maddi manevi yönden, şeref ve rütbe bakımından öncelik veren. Allah Teâlâ bütün mahlûkatı yaratmıştır. Ancak seçtiklerini ileri almıştır. İnsanların bazısını dince, dünyaca bazısı üzerine derece derece yükseltmiştir. Fakat bu yükseltme ve seçme, kulların kendi amelleri ile ona layık olmaları neticesinde olmuştur.

63- EL-MUKİT (اَلْمُقِيتُ): Rızıklandıran, besleyen, idare eden, bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren, bilip gücü yeten ve koruyan, her şeyi layıkıyla gözeten, iyiyi iyiliğinden, kötüyü de kötülüğünden derecesine göre hissedar eden; maddi ve manevi her türlü rızkı veren, her yaratılmışın azığını ve gıdasını tayin eden. Bu manaya göre Mukit, Rezzak manasınadır. Yalnız Mukit, Rezzak'tan daha hususidir. Rezzak, azık olanı da olmayanı da içine alır.

64- EL-MUKSİT (اَلْمُقْسِطُ): Adaletle hükmeden, adaletli, her fiil ve icraatında hak ve adaleti gözeten, adaletten ayrıl­mayan, bütün işlerini denk, birbirine uygun ve yerli yerinde yapan, mazluma acıyıp zalimin elinden kurtaran. Allah Teâlâ en üstün bir adalet ve merhametin sahibidir. Kullarına muamelesi merhamet ve adalet üzeredir. Yapılmış olan hiçbir iyiliğin zerresini bile karşılıksız bırakmaz. İnsanların birbirlerine karşı işledikleri haksızlıkları da düzelterek hakkı yerine getirir.

65- EL-MUKTEDİR (اَلْمُقْتَدِرُ): Herşeye gücü yeten, kudretli, sonsuz ve sınırsız kudretine bütün varlıkları itirazsız itaat ettiren, kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden. Allah Teâlâ her şeye karşı mutlak ve ekmel surette Kadir’dir. Her şeye Kadir olduğu içindir ki, dilediği şeyi yaratır ve isterse onda dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır.

66- EL-MÜMİN (اَلْمُؤْمِنُ): Güven veren, inananları güvenlikte kılan, vadine güvenilen, muhafaza ve himayesiyle her korkuyu gideren, her tehlike ve felaketten kurtuluş ve güven veren, gönüllerde iman ışığı yakan; kendine sığınanlara eman verip onları koruyan, rahatlandıran. Allah Teâlâ, kalblere iman ve hidayet bağışlayarak oralardan şübhe ve tereddüdleri kaldırmıştır. Kendine sığınanlara eman verip korumuş, emniyetle rahatlandırmıştır.

67- EL-MUMİT (اَلْمُمِيتُ): Öldüren, ölümü veren, kullarını fani dünyadan baki âleme götüren, canlı bir mahlûkun ölümünü yaratan. Allah, yarattığı her canlıya muayyen bir ömür takdir etmiştir. Canlı varlıklar için ölüm mukadder ve muhakkaktır “Her canlı ölümü tadacaktır.”[49] Hayatı yaratan Allah olduğu gibi, ölümü yaratan da yine O'dur. Ancak bu ölüm, yok oluş, hiçliğe gidiş değil, bilakis fani hayattan baki hayat geçiştir.

68- EL-MUNTAKİM (اَلْمُنْتَقِمُ): Günahkârları/suçluları adaleti ile müstehak oldukları cezaya çarptıran, asilerden intikam alan, emir ve yasaklarına karşı gelenleri, helal dairenin dışına taşanları cezalandıran; din düşmanlarına, hakkı alçaltmak için çalışanları er ve­ya geç, hatır ve hayale gelmez felaketlerle perişan eden. Allah Teâlâ'nın intikamı vardır. Asilerin belini kıran, canilerin hakkından gelen, taşkınlık yapan azgınlara hadlerini bildiren şübhesiz ki O'dur.

69- EL-MUSAVVİR (اَلْمُصَوِّرُ): Şekil veren, her şeye şekil ve özellik veren, her bir yaratığa titizlik ve maharetle sanatlı bir şekilde farklı suretler giydirerek sanatının güzellik ve mükemmellikleri gösteren. Allah Teâlâ herşeye bir suret, bir özellik vermiştir. Herşeyin kendisine göre şekli, dıştan görünüşü vardır ki, başkalarına benzemez. Mesela: İnsanlar arasında tamamiyle birbirinin aynı iki insan yoktur. Bundan daha garibi, parmak uçlarındaki çizgilerdir. Bu çizgiler, insanların sayısı kadar değişiktir ve hiçbiri ötekine uymaz. Şu halde insanın hiç taklit olunamayacak imzası, bastığı parmak izidir. İşte bunlar, Allah Teâlâ'nın Musavvir isminin tecellileridir.

70- EL-MUTEALİ (اَلْمُتَعَالِي): Pek yüce, noksanlıklardan yüce, izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın, yüceliğinin sonu olmayan, her türlü noksanlıklardan uzak bu­lunan, yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek yüce ve pek münezzeh. Mesela, bir zengin hakkında, “Bu adam yarın fakir düşebilir” denebilir ve adam da zenginken fakir olabilir. Fakat Allah Teâlâ hakkında, bu gibi ihtimallerin düşünülmesi mümkün değildir. O, her türlü noksanlık, eksiklik, zaaf, âcizlik, hata ve kusurdan münezzehtir. İsteyenler çoğaldıkça ihsanı artar, herkese hikmet ve iradesine göre verir. Verdikçe hazineleri tükenmez.

71- EL-MUTEKEBBİR (اَلْمُتَكَبِّرُ): Ululuk sahibi, yegâne büyük, azamet ve yüceliğini izhar eden, yaratıkların bütün sıfatlarından sonsuz derecede yük­sek olan; varlıklar dünyasında büyüklüğünü gösteren; kendini zatına layık sı­fatlarla tanıtan, her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren. Büyüklük ve ululuk, ancak Allah'a mahsustur, varlığı ile yokluğu Allah'ın bir tek emrine ve iradesine bağlı bulunan kâinattan hiçbir mevcut, bu sıfatı takınamaz.

72- EL-MUZİL (اَلْمُذِلُّ): İtibardan düşüren, değersiz kılan, alçaltan, zillet veren, dilediğini müstahak olduğu şekilde zillete düşüren,  hor ve hakir eden. İzzet ve zillet, birbirine zıd manalardır. İzzet kelimesinde “Şeref ve haysiyet”, Zillet kelimesinde ise “Alçaklık” manası vardır. Bunlar hep Allah Teâlâ'nın, mahlûkatı üzerindeki tasarrufları cümlesindendir.

73- EN-NUFİ (اَلنَّافِعُ): Fayda veren, dilediğine fayda veren, bütün hayır ve menfaat elinde bulunan; hayır murat ettiği kimseden o hayrı geri çevirecek kendisinden başka kimse bulunmayan, hayır ve menfaat verici şeyleri yaratan. Menfaatları ve mazarratları, hayır ve şerleri yaratan Allah Teâlâ'dır. İnsana menfaat ve zararlar belli bazı sebebler altında geliyorsa da, o sebebler o menfaat ve zararların sahibi ve müessiri değil, birer perdesidir. Gerçekte zararın da faydanın da, hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah'tır.

74- EN-NUR (اَلنُّورُ): Nurlandıran, aydınlatan, nurun/aydınlığın kaynağı, bütün kâinatı maddeten aydınlattığı gibi, kullarının hayat yolla­rını akıl nimetiyle, gönderdiği kitap ve peygamberlerle aydınlatan; müminlerin kalplerini iman ile nurlandıran, âlemleri nurlandıran; istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur yağdıran. Bütün eşyayı aydınlatan nur, şübhesiz ki, Allah'ın zatının nurundandır. Çünkü göklerin ve yerin nuru O'dur. Nasıl ki, güneşin aydınlattığı her zerre, güneşin varlığına bir delildir, kâinatın her zerresinde görünen aydınlık da, o aydınlığı yaratan varlığın mevcud olmasına bir delil teşkil etmektedir.

75- ER-RAFİ (اَلرَّافِعُ): Yücelten, yükselten, derece derece yukarı kaldıran, müminleri yükselten, izzet ve şeref veren, inananları ve emrine itaat edenleri yükselten; maddi manevi her türlü rütbe iradesinin elinde olan ve istediğini bu rütbelere yükselten. Allah Teâlâ, istediği kulunu indirdiği gibi, istediği kulunu da yükseltir. Şan ve şeref verir. Bazı gönülleri iman ve irfan ışığı ile parlatır, yüksek hakikatlardan haberdar eder. Allah'ın yükselttiği insanlar, çok defa melek huylu, tatlı dilli, insanların ayıplarını, kusurlarını örtüp eksiklerini tamamlayan; onlara malıyla, bedeniyle, bilgisiyle, nasihatiyle yardım eden nazik, kibar insanlardır. Onlar bu istikametten ayrılmadıkça Allah da bu nimeti kendilerinden almaz.

76- ER-RAHİM (اَلرَّحِيمُ): Bağışlayan, esirgeyen, rahmeti herşeyi kuşatan, kâinattaki bütün nimet ve ihsanlar af ve rahmet, şefkat ve merhamet kendi eseri olan ve ahirette müminlere sonsuz nimetler ihsan edecek olan, pek ziyade merhamet edici; verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı. Rahman ism-i şerifinden Allah Teâlâ'nın ezelde bütün mahlûkatı için hayır ve rahmet irade buyurduğu anlaşılır, Rahim ism-i şerifi ise, mahlûkatı arasında irade sahipleri, hususan müminler için rahmet-i İlahiyyenin tecellisini ifade eder

77- ER-RAHMAN (اَلرَّحْمَنُ): Esirgeyen, bağışlayan, şefkat ve merhametinin eserleriyle bütün kâinatı dolduran, mümin-kâfir, sevdiği-sevmediği ayırdetmiyerek ayırt etmeksizin bu dünyada bütün mahlûkatına sayısız nimetler veren, ezelde bütün yaradılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, hayatları için lüzumlu olan bütün rızıkları veren.

78- ER-RAKİB (اَلرَّقِيبُ): Gözetleyen, gözeten, gözetleyip kontrol eden, mahlukâtın hareket, davranış, hal ve işlerini devamlı kontrol ve gözetimi altında tutan, bunları kaydeden, bütün varlıklar üzerinde gözcü, bütün işler murakabesi altında bulunan. Bir şeyi koruyan ve devamlı kontrol altında bulundurana rakib derler. Bu da bilgi ve muhafaza ile olur. Allah Teâlâ, bütün varlıkları her lahza gözetip duran bir şahid, bir nazırdır. Hiçbir şeyi kaçırmaz. Her birini görür ve herkesin yaptığına göre karşılığını verir.

79- ER-RAUF (اَلرَّؤُفُ): Şefkati olan, şefkati çok, rahmet ve şefkatiyle her bir canlının üzerinde titreyen; en gizli ve en küçük ihtiyaçlarına cevap veren; son derece merhamet ve şefkat sahibi.

80- ER-REŞİD (اَلرَّشِيدُ): Yol gösteren, bütün işleri isabetli ve hedefine ulaştırandır. İrşad edici, hiç kimseye danışma ihtiyacı duymadan, bizzat, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan en güzel şekilde ayırıp kullarına da bunu gösterendir. Kâinatı bütün varlıklarıyla istikâmet üzere hikmetle, en kısa ve en kolay yola sevk eden, bütün işleri ezeli takdirine göre yürütüp, bir nizam ve hikmet üzere akıbetine ulaştırandır. Her şeyi yerli yerine koyan, en doğru şekilde nizama sokan. Reşid isminde iki mana vardır:

  1. a) Doğru ve selamet yolu gösteren. Bu manada Hadi ismiyle eş manaya gelir.
  2. b) Hiçbir işi boş ve faydasız olmayan, hiçbir tedbirinde yanılmayan, hiçbir takdirinde hikmetsizlik bulunmayan zat manasındadır.

81- ER-REZZAK (اَلرَّزَّاقُ): Bol bol rızık veren, rızıklandıran, azıkları yaratıcı, bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren, her bir yaratığın rızıklarını ayrı ayrı, tam bir ölçü, intizam, rahmet ve hikmetle aksatmaksızın vakti vaktinde veren, yaratılmışlara, faydalanacakları şeyleri ihsan eden. Rızık, Allah Teâlâ'nın bilhassa yaşayan mahlûkatına faydalanmalarını nasib ettiği her şeydir. Rızık yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisinden faydalanılan her şeye rızık denir. Maddi rızık, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve kullanılacak eşya, para, mücevher, çoluk-çocuk, vücudun çalışma kudreti, bilgi, mal-mülk, servet v.s. gibi şeylerdir. Manevi rızık ise, ruhun ve kalbin gıdası olan şeylerdir. Başta iman olmak üzere insanın manevi hayatına ait bütün duygular ve o duyguların ihtiyacı olan şeyler, hep manevi rızıktır.

82- ES-SABUR (اَلصَّبُورُ): Çok sabırlı, bütün asilere layık oldukları cezayı vermeye her an gücü yet­tiği halde onları cezalandırmada acele etmeyen; sabırsızlıkla henüz zamanı gelmeyen bir işi yapmaya tevessül etmeyen ve bütün sabırlıların sabrı O’nun yardım ve rahmetiyle var olan. Allah, bir işi, vakti gelmeden yapmak için acele etmez. Yapacağı işlere muayyen bir zaman koyar ve onları koyduğu kanunlara göre -zamanı gelince- icra eder. Önceden çizdiği zamandan, -bir tenbelin yaptığı gibi- geciktirmez. Ve keza -bir acelecinin yaptığı gibi- zamanı gelmeden yapmağa kalkmaz. Bilakis her şeyi, hangi zamanda yapılmasını takdir buyurmuş ise, o zaman yapar.

83- ES-SAMED (اَلصَّمَدُ): Her şey kendisine muhtaç olduğu halde kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, hacetlerin bitirilmesi, ızdırapların giderilmesi için tek merci, ihtiyaç ve dileklerde kendisine müracaat edilen, arzu ve bütün istekler kendisine sunulan. Allah Teâlâ, her dileğin biricik merciidir. Yerde, gökte bütün hacet sahipleri yüzlerini O'na döndürmekte, gönüllerini O'na bağlamakta, el açarak yalvarmalarını O'na arzetmektedirler. Buna layık olan da yalnız O'dur. “Allah, Samed'dir ‘her şey O'na muhtaçtır, O ise hiç kimseye muhtaç değildir.’[50]

84- ES-SELAM (اَلسَّلَامُ): Esenlik veren, sulh ve barış temin eden, yaratıklarını selamette kılan, her türlü kusur, acizlik, noksanlık ve başkalarının kendisine kusur, noksan ve zarar vermesinden sonsuz derecede uzak ve emin bulunan, yaratıklarına huzur ve emniyet bahşedendir. Her çeşit arıza ve hadiselerden salim kalan; her türlü tehlikelerden kullarını selamete çıkarandır. Cennetteki bahtiyar kullarına selam edendir. “İşte onlar sabretmelerine karşılık yüksek konaklarla mükâfatlanırlar ve orada esenlik dileği ve selamla karşılanırlar.[51] Bu ism-i şerif, Kuddus ismi ile yakın bir mana ifade etmekte ise de Selam ismi, daha ziyade istikbale aittir. Yani Cenâb-ı Hakk'ın gerek zatı, gerek sıfatı ileride en ufak bir tegayyüre, bir değişikliğe, bir zaafa uğramakta münezzehtir. O, ezelde nasılsa ebedde de öyledir.

85- ES-SEMİ  (اَلسَّمِيعُ): İşiten, ezelden ebede varlıkların bütün seslerini biri diğerine engel olmaksızın işiten; iyi işiten. Allah Teâlâ işitir. Kalblerimizdeki sözleri ve işitilmek şanından olan her şeyi işitir. Mesafeler, O’nun işitmesine perde olamaz. Birini işitmesi, ötekilerini işitmesine mani olmaz. Her hadiseyi aynı derecede açık olarak işitir.

86- EŞ-ŞEHİD (اَلشَّهِيدُ): Her şeyi görüp şahit olan, her şeyi gözlemiş olarak bilen, bütün varlıkları her an müşahadesi altında bulunduran; varlık ve birliğine, elçilerinin ve kitaplarının hak olduğuna, konuşması, fiilleri ve eserle­riyle bizzat şahitlik eden, her zamanda hadiselerin dış yüzünü bilen ve her yerde hazır ve nazır olan. Allah, mutlak surette herşeyi bilmesi bakımından Âlim’dir. Hadiselerin esrarını, iç yüzünü bilmesi yönünden Habir'dir. Dış yüzünü bilmesi yönünden ise Şehid'dir.

87- EŞ-ŞEKUR (اَلشَّكُورُ): Mükâfatlandıran, az amele/iyiliğe çok sevap veren, kullarının bütün şükür ve salih amellerinden haberdar olan, şükredenlerin nimetlerini arttıran; en küçüğünü dahi zayi etmeksizin bütün iyiliklere bol bol sevaplar ihsan eden, kendi rızası için yapılan iyi işleri, daha ziyadesiyle karşılayan. Şükür, iyiliği, iyilikle karşılamak demektir. Şükür, Allah Teâlâ'ya karşı kulun yapması gereken bir vazifesidir. Şekûr ise, az taat karşılığında çok büyük dereceler veren, sayılı günlerde yapılan amel karşılığında ahiret âleminde sonsuz nimetler lutfeden demektir.

88- ET-TEVVAB (اَلتَّوَّابُ): Tövbeleri kabul edip, günahları bağışlayan, kullarını tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden, isyanından dönen kullarının tövbelerini her zaman kabul eden; sevdiği kulunun günahla bağlantısını kesen ve tövbeye muvaffak kılan. Bu ism-i şerif, tevbenin mübalağa sigasıdır. Tevbenin asıl manası dönmektir. Kulun isyan yolundan dönmesi demektir.

89- EL-VACİD (اَلْوَاجِدُ): Bulan,  istediğini istediği anda bulan, istediği her şeyi bulabilen, elinden hiçbir şey kaçmayan, son­suz derecede varlıklı olan, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan. Kendisi için lüzumlu olan şeylerin hiç birinden mahrum olmayan.

90- EL-VAHİD (اَلْوَاحِدُ): Bir, zatında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde ve hükümlerinde asla ortağı veya benzeri ve dengi bulunmayan, bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tek, eşi bulunmayandır. Birliğinin tecellisiyle kâinatı bir fabrika gibi çalıştırıp varlıkları o fabrikanın çarkları ve bir vücudun azaları gibi birlik, dayanışma ve bütünlük içerisinde birbirinin yardımına koşturan.

91- EL-VALİ (اَلْوَالِي): Yöneten, sahip, kâinata hâkim olup onu yöneten, her şeyin dizginini elinde tutan; var­lıkları idare, hâkimiyet ve tasarrufu altında bulunduran, mahlûkatın işlerini yoluna koyan, bu muazzam kâinatı ve her an olan biten hadisatı tek başına tedbir ve idare eden. Allah Teâlâ bütün varlığı idare eden, biricik ve en büyük validir. Diğer valiler ve hükümdarların idaresi, O'nun izni ve müsaadesi iledir. Ve onların velayet ve idaresi, son derece noksandır. Allah'ın velayet ve tedbiri ise sınırsız, gerçek ve hakikidir. Her şey emri ve iradesi altındadır. Her şeyi bilir. Ondan habersiz mülkünde hiç bir şey cereyan etmez. Adile mükâfatını, zalime cezasını eksiksiz verir. Sebepler, O'nun icraat ve idaresinde yardımcı değil, sadece izzet ve haşmetini gösteren birer perdedirler. Hakiki tesir, O'nun kudretindendir.

92- EL-VARİS  (اَلْوَارِثُ): Servetin, mülkün gerçek sahibi, her şeye varis olan, varlığının sonu olmayan, mülkü ezeli ve ebedi olandır. Kendinden başka her şey ölüm ve yokluğa mahkûm olan, yaratıklar öldükten sonra da varlığı devam eden ve her şey kendisine dönecek olan, servetlerin geçici sahipleri elleri boş olarak yokluğa döndükleri zaman servetlerin hakiki sahibi. Allah Teâlâ mülkün gerçek sahibi olduğu gibi, gerçek varisidir de. İnsanların mülk sahibi olmaları geçici olduğu gibi, varislikleri de geçicidir. Mülkün gerçek varisi, mülk sahibi Allah'tır. Kıyamet hengâmında bütün canlılar ölecek, bütün mülk tamamıyla O'na kalacaktır.

93- EL-VASİ  (اَلْوَاسِعُ): Bol veren, evreni kucaklayan, ilmi ve merhameti geniş olup her şeyi kuşatan, kudret, rahmet, bağışlama, iş ve fiilleri, tecelli ve tasarrufları, sıfat ve isimlen, bütün varlıkları içine alacak kadar geniş olan. Kullarına bol bol nimetler veren. Allah'ın ilmi, rahmeti, kudreti, afv ve mağfireti geniştir ve her şeyi kaplamıştır. Allah'ın ilminden hiçbir şey gizlenemez, ikram ve ihsanına bir nihayet yoktur.

94- EL-VEDUD  (اَلْوَدُودُ): Çok seven ve sevilen, müminleri seven, iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren, cemalini, isimlerini ve bunların tecelliîleri olan mahlukâtının güzelliklerini çok seven; rahmetinin güzel meyveleriyle söz ve fiilleriyle kendini yaratıklarına sevdiren, sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya biricik layık olan. Vedud'un, seven ve sevilen olmak üzere iki manası vardır. Allah Teâlâ, kullarını çok sever, onları lütuf ve ihsanına garkeder. Sevilmeye layık ve müstehak olan da ancak O'dur.

95- EL-VEHHAB (اَلْوَهَّابُ): Hibe eden, karşılıksız veren, karşılık beklemeden bol bol veren, sayı ve hesaba sığmaz çeşit çeşit nimetleri, türlü türlü rah­met hediyelerini her varlığa layık olduğu şekilde, her an ve karşılıksız olarak ih­san eden, çeşit çeşit nimetleri devamlı bağışlayıp duran. Vehhab kelimesi hibe kökünden gelmektedir. Hibe, “Herhangi bir karşılık ve menfaat gözetmeden birine bir malı bağışlamak” manasınadır. Vehhab ise, “Her zaman, her yerde ve her şeyi çok çok ve bol bol veren ve karşılık beklemeyen” demektir.

96- EL-VEKİL (اَلْوَكِيلُ): Her şeyi uhdesine alan, güvenilip dayanılan, kulların işlerini yerine getiren, bütün varlıkları bütün halleriyle idare eden, bütün ihtiyaçlarını karşılayan, bütün hal ve davranışlarını bilen ve gözeten; kendisine tevekkül edenlerin her şeyine kâfi gelen, usulüne uygun şekilde, kendisine tevdi edilen işleri en güzel şekilde neticelendiren. Kendisine iş ısmarlanan zata vekil denir. Allah Teâlâ en güzel ve en mükemmel vekildir. İşlerin hepsini tedvir (döndüren), tedbir ve idare eden O'dur. Fakat kendisi hiçbir işinde vekile muhtaç değildir.

97- EL-VELİ (اَلْوَلِي): Dost, yardımcı, müminlere dost ve yardımcı, kullarının işlerini üzerine alan, sevdiklerine dost olan ve yardım eden, varlıkların bütün işlerini ve ihtiyaçlarını üzerine alan, bütün yardımlar ve muvaffakiyetler kendisinden gelen, kendisine iman ile bağlananla­rı her zaman yardım, himaye ve yakın dostluğuyla koruyup gözeten. Allah, sevdiği kullarının dostudur. Onlara yardım eder. Sıkıntılarını, darlıklarını kaldırır, ferahlık verir. İyi işlere muvaffak kılar. Her çeşit karanlıklardan kurtarır, nurlara çıkarır. Artık onlara korku ve hüzün yoktur. Herkesin korktuğu zaman, onlar korkmazlar.

98- EZ-ZAHİR (اَلظَّاهِرُ): Açık, aşikâr, varlığı açık olan, varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından aşikâr, varlık ve birliğinin delilleri her şeyde apaçık görünen; bütün varlıklar dış görünüşleriyle ve sanatlı yapılışlarıyla O’nun kudret ve sanatına şa­hitlik eden, kat'i delillerle bilinen. Allah Teâlâ'nın varlığı her şeyden aşikârdır. Gözümüzün gördüğü her manzara, kulağımızın işittiği her nağme, elimizin tuttuğu, dilimizin tattığı her şey, fikirlerimizin üzerine çalıştığı her mana, hâsılı, gerek içimizde, gerek dışımızda şimdiye kadar anlayıp sezebildiğimiz her şey O'nun varlığına, birliğine, kemal sıfatlarına şahiddir.

99- ZÜ'L-CELALİ VE'L-İKRAM (ذُو الْجَلَالِ والْإِكْرَامِ): Şan ve şeref sahibi, ululuk ve ikram sahibi, azamet ve kerem sahibi, sonsuz büyüklük, azamet ve yüceliğiyle beraber, canlı mahlukâtına ihsan ve ikramlarıyla iltifat eden, hem büyüklük sahibi, hem fazl-ı kerem sahibi. Celal; büyüklük, ululuk manasınadır. Büyüklük alameti olan ne kadar kemalat varsa hepsi Allah'a mahsustur. Mahlûkattaki kemalat, O'nun kemalinin zayıf bir gölgesi ve işaretidir. Allah Teâlâ aynı zamanda büyük bir fazl-ı kerem sahibidir de.  Mahlûkat üzerine akıp taşmakta olan sayıya gelmez, sınır kabul etmez nimetler hep O'nun ihsanı ve ikramıdır. O nimetlerin zerresinde olsun hiç kimsenin hakkı yoktur.

Bu isimler, içerik itibariyle incelendiği zaman kiminin Allah'ın zatıyla, kiminin kemal sıfatlarıyla, kiminin fiilleriyle, kiminin tevhid ve tenzih­le ve kiminin de kâinatın idaresiyle ilgili isimler olduğu görülür. Tümü­nün bir arada değerlendirilmesiyle ortaya çıkan kompozisyon şudur: Allah Teâlâ kemal sıfatları ile nitelenen, her türlü noksanlık­tan münezzeh, varlıklar üzerinde etkin biridir. Allah Teâlâ hakkında doğru bir anlayışa ulaşabilmek için, bu isimlerin tümünü bir arada dü­şünmek gerekir.

 Allah Aşkı 

Sofilerin bahsettiği Allah aşkını Tenvir el-Kulub'un sahibi üç kısma ayırmış:

"Bilmiş ol ki sevgi üç kısımdan ibarettir;

1- Avam sevgisi

2- Havas sevgisi

3- Havaslar havası sevgisi.

Avamın Allah'a olan sevgisi Allah'ın kendilerine ihsan ettiği bol nimetlerden ileri gelmektedir.

Havasın Allah'a olan sevgisi tam ve eksiksiz bir sevgidir.

Havaslar havası sevgisi ise sonsuz bir aşktan ibarettir ki bu sevgide âşık maşukunun (Allah'ın) nuru tecelli edince bu nurla mahfolur.”[52]

Allah'ı en çok seven insanın Peygamberin sallalahu aleyhi ve sellem olduğuna dair hiç kimsenin şek ve şüphesi yoktur. Bu sevgiye rağmen Peygamberden sallalahu aleyhi ve sellem  “Âşık ve maşuk" gibi sözler sadır olmamıştır. Yoksa bu şeyhler Allah'ı peygamberinden daha mı çok seviyorlardı? Haşa ve kella. Bütün yaratılmışlar içerisinde Allah'ı Peygamberinden sallalahu aleyhi ve sellem daha fazla seven bir mahlûk yoktur. Allah azze ve celle bazı kullarının ona olan sevgisini şöyle anlatıyor: “Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler.”[53] Dikkat edilirse Allah ayette kendisinin kullarına, kullarının da kendisine âşık olduğunu söylemiyor. Allah azze ve celle Peygambere sallalahu aleyhi ve selleme biat edip ona malları ve canlarıyla yardım eden sahabelere olan sevgisini açıklarken şöyle diyor: “Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.”[54] Allah azze ve celle Fetih Suresinin 18. ayetinde de şöyle buyurmaktadır: “Allah o ağacın altında sana biat eden müminlerden şüphesiz ki razı olmuştur.” Aşere-i mübeşşere ki cennetle müjdelenmişlerdir. Ve peygamberler dışındaki bütün insanlardan daha üstün ve Allah'a daha sevgili oldukları halde şeyhlerin bahsettikleri aşktan kesinlikle bahsetmemişlerdir. Ama Allah onları sevdiği ve razı olduğu kullar arasına sokmuştur. Ayrıca sahabeler savaşlara katılmış, Allah için hicret etmiş, mal-mülklerini ve ailelerini terk etmişlerdir.

Nakşibendi tarikatı şeyhleri sahabelerden daha mı üstün idiler ki Allah'a olan sevgilerini aşk kelimesi ile ifade ediyorlar. Yoksa bu hayal mahsulü ve İslam'a muhalif hissi bir söz müdür? Şeytan hissi davranan insanların zayıf noktalarını şüphesiz ki kolayca yakalar.

Ebul Hasan el-Nuri: Bir adamın “Ben Allah'a, Allah ta bana âşık olur” dediğini duyunca ona “Allah onları, onlar da Allah'ı severler.” ayetini okuyup “Aşk bu sevgiden fazla değildir” diye cevap verir. İbni'l-Cevzi; “Arapça'da aşk kelimesi sadece nikâhlanabilir şeylere denir” deniyor.[55]

Âşk kelimesi manasının hakikatini anlamak istiyorsan, onu âşıklar sözlüklerinde, seks ve adi kitaplarda ve şarkılarda bulursun. Allah, aşk romanı yazarlarının ve his sömürücüsü yazarların çokça kullandığı bu kelimelerden münezzehtir.

Allah sevgisi, abidin mabuduna olan sevgisidir. Aşıkın maşukuna olan âşkı değildir. Bu sevgi ki içerisinde ceza ve mükafaatı, korkuyu, cenneti ve cehennemi ihtiva ediyor. İşte gerçek Allah sevgisi budur.

Ömer bin el-Farid, Allah'a kadına hitab eder gibi hitab ediyor ve Allah'ı kadın rumuzuyla şiirine sokup şöyle diyor:

“Kendisine bakana her defasında başka türlü tecelli etti.

Ve o kadını her gördüğümde değişik buldum.

Onu kâh Lubne isminde bir kadın, kâh Busayna isimli bir kadın ve kâh Azze isimli bir ayrı kadın olarak görürüm.”

Yukarıda görüldüğü gibi adam Allah'ı bir Lubne, bir Busayna ve Azze isimli kadınlar olarak görüyor. Bu sevgide huşu adına bir şey bulmak mümkün değildir. O halde böylesine batıl bir şeye inanmak doğru değildir. Zira bu tür bir sevgi Kur’an ve sünnette kesinlikle varid olmamış ve tavsiye edilmemiştir. Tam aksine okuduğumuz gibi bu tür sevgi kesinlikle nehyedilmiştir.”[56]

Allah’ın bilip marifetullaha eriştikten sonra kalpte O’na karşı bir sevgi oluşur. Allah’ı bilmenin yeri akıldır. “Allah, size ayetlerini böyle apaçık olarak beyan ediyor, umulur ki akıl erdirirsiniz.”[57] Allah’ın ayetlerini gördükten sonra O’nun varlığı hakkında insanda hiçbir şüpheye yer kalmaz. Akıl kâinatın işleyişine ve evrendeki düzene bakınca bunların tesadüfü olmadığını çok iyi görür. Bu düzeni koyan ve işlemesini sağlayan güce İlahi güçe yani Allah azze ve celle diyoruz. Allah’ı bilen akıl O’nun varlığını kabul etse de Allah’a karşı sevgi ve âşktan söz etmesi mümkün değildir. Çünkü sevgi ve âşkın yeri kalptir. Akıl ve kalp bir nokta üzerinde birleşemediği müddetçe âşktan veya sevgiden söz etmek mümkün değildir.

Allah’ın varlığını kabul eden ve O’nu idrak eden akıl bunu kalbine kabullendiremezse o zaman sadace Allah’ın varlığından söz etmiş olur.

Aynı şekilde Allah’ın varlığını aklıyla idrak edemeyen bir kalbin sevgisi taklidi olur. Hakiki sevgi olmaz. Sevginin ve aşkın olabilmesi için Allah’ın varlığını delilleriye kabul eden bir akıl ve O’nun varlığını tasdik bir kalbin olması gerek.

Aşk bizim bildiğimiz manada ikiye ayrılıyor. İlahi aşk ve mecazi aşk.

Mecazi aşk

İlahi aşk varmak için bir merhaledir. İnsanı yaratan insanın hem cinsine karşı ilgi duymasını ve O'nunla ünsiyet bulmasını takdir etmiştir.  “Sizin kendi (cinsi)nizden -kendileriyle huzura kavuşacağınızeşleri sizin için yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması da, O'nun (kuvvet ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için ayetler/ibretler vardır.[58]

Mecezi aşk ilahi aşka götüren bir basamaktır.

İlahi aşk

Allah’a duyulan sonsuz sevgidir. Ayetleriyle kendisini tanıdığımız Rabbimize gönül bağıyla bağlanmaktır. Cüzi irademizi külli iradeye teslim etmektir. Her şeyimizle tam bir teslimiyet gösterip başımıza her gelen iyi veya olumsuz şeylerin Allah’tan geldiğini bilip tam bir teslimiyet göstermektir.     

İnsan sonsuzluğa âşıktır. Bu dünya da sahip olduğu hiçbir şey onu tam anlamıyla tatmin edemez. Bu aşk içinde geçerlidir. Mecazi aşkın tadan biri bundan daha büyük bir aşk aramaya başlar. İşte o zaman ilahi aşkı bulmaya çok yakırlaşmıştır demektir.

Allah’a yakınlaşmak için birçok yol vardır. “Ey iman edenler! Allah'tan korkun/sakının! O'na (yaklaşmaya) vesile/yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”[59] İlahi aşkı aramak gerek, bakılan her yerde ve şeyde Allah’ı görebilmek, O’nun azametini müşahede edebilmek çok önemlidir.

“Kim Allah’ın vahdaniyetine girer ve kendisine celâl ve azamet sırlarına açarsa, o yalnız Allah’la birlikte olur. Bu haliyle o, tam bir fena hali yaşar. Sonra da Allah’ın korumasına girer. Bu mertebede o, hazır da olsa, gaybet âleminde de olsa, Allah’ın koruması altındadır. O’nun keramet arzusu yoktur. Nefsani işlerle de bir alakası bulunmaz. Sırf ubudiyet için kendini tecrit etmiştir.”[60] İlahi aşkı elde birisi için artık son olarak Allah’ın kendisine söyleceği tek şey “Onların Rableri katındaki mükâfatları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedi olarak kalırlar. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu (mükâfat), Rablerinden korkup ürperti duyanlar içindir.”[61]

Meleklere İman

Meleklere iman da gaybidir. Görmediğimiz ve bilmediğimiz ama bununla birlikte iman ettiğimiz varlıklardırlar. Meleklerin varlığını da bize Allah azze ve celle ve Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem bildirdiği için inanırız. Ve onların varlığını da kabul ederiz.

Meleklerde diğer varlıklar gibi yaratılmışlardır. Her ne kadar nurdan yaratılmış olsalar da bu onlara hiçbir üstünlük vermez. “Allah: ‘Sana emrettiğim halde secde etmene ne engel oldu.’ dedi. ‘Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan.’ dedi.[62] Meleklerin nurdan yaratıldığını bize efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem şöyle bildirmiştir. “Melekler nurdan yaratıldılar, cinler dumanlı bir alevden yaratıldılar. Âdem de size vasfı yapılandan yaratıldı.”[63] Melekleri sahip olduğumuz gözlerle görmemiz mümkün değildir. Sadece Allah azze ve celle Peygamberlerine ve de seçkin kullarından dilediğine meleklerini görmelerini takdir eder. O’nun dışında bu dünyada onları görmemiz mümkün değildir. Melekler Allah’ın takdiri ile kılık değiştire bilirler. “Onlarla arasına bir perde çekti. Derken kendisine ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik de o, düzgün bir insan şeklinde ona göründü.[64] Ama asla gaybı bilmezler. Allah’ın kendileri için takdir ettiği dışında onlarda bir şey bilmezler. “Melekler: ‘Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz Ya Rab! Bizim için, senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O her şeyi bilen hüküm sahibi sadece Sensin Sen!’ dediler.[65]

Meleklerde Allah’ın kullarıdırlar.  Onların sayıları hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. “Biz o ateşin muhafızlarını hep melekler yaptık, sayılarını da sadece inkârcılar için bir fitne vesilesi kıldık ki, kitap verilenler kesin inanç edinsin, inananların imanını arttırsın, kitap verilenlerle, müminler şüphelenmesin, kalplerinde hastalık bulunanlarla kâfirler: “Allah bununla mesela ne demek istiyor?” desin, işte böyle Allah, dilediğini şaşırtır, dilediğine de yola getirir. Rabbinin ordularını sadece kendisi bilir ve o ancak düşünmek için insanlara bir öğüttür.[66]

Meleklerin mekânı göklerdir. Bununla birlikte bazı melekler yeryüzünde de dolaşırlar. “Yeryüzünde Allah Teâla hazretlerinin seyyah melekleri vardır. Ümmetimin selamını bana ulaştırırlar.”[67] Diye buyuruyor efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem.

Melekler Allah’ın itaatkâr kullarıdırlar. Onlar günah işlemezler. Yeme içme gibi özellikleri yoktur. Allah’ın verdiği bir emre karşı gelmezler. Melekler için iyi ve kötü yoktur. Onlar için yaptıklarının karşılığı olarak cennet ve cehennem azabından da söz edilemez.

Nasıl ki insan Allah’a kulluk etmek için yaratılmıştır aynı şekilde de meleklerin yaratılışında da birçok hikmet ve neden vardır. Bunlardan bazıları şunlardır.

1. Allah'ı hamd ile tesbih etme, O'na secdede bulunma (42/Şûrâ, 5; 7/A'râf, 206), Allah'ı gece gündüz övme (21/Enbiyâ, 19) ve takdis etme (2/Bakara, 30), emr olundukları diğer şeyleri yapma (16/Nahl, 50; 66/Tahrim, 6).

  1. Peygamberlere vahiy getirmek. Allah Teâlâ insanlar gibi meleklerden de elçiler seçtiğini (22/Hacc, 75), Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahiy indirildiği gibi Hz. Muhammed'e de vahiy gönderildiğini (4/Nisâ, 163) ve Cebrail'in, Kur'an'ı Peygamber'in kalbine indirdiğini (2/Bakara, 97; 26/Şuarâ, 193-194) haber vermektedir.
  2. Peygamberleri salat ve selam ile yüceltmek, müminlere ahirette şefaat etmek ve bütün insanlara dünyada hayır duada bulunmak.Allah ve melekleri Peygamber'e salavat getirirler. Ey iman edenler! Siz de O'na salat ve selam getirin.”[68] Şefaat, kıyamet gününde günahkârlar hesabına Allah'a yalvarmak olup Kur'an'da, “Göklerde nice melekler vardır ki Allah dilemedikçe onların şefaatleri hiçbir fayda vermez.”[69] buyurulmakta, hadiste de meleklerin şefaatlerinden söz edilmektedir (Buhari, Tevhid, 24). Bunun yanında meleklerin bu dünyada da insanlar için dua ettikleri ifade edilmektedir: “Arş'ı taşımakta olanlar ve onun çevresinde bulunan (melek)ler, Rablerini hamd ile tesbih ederler, O'na iman ederler, Müminler için de mağfiret dilerler: ‘Rabbimiz! Rahmet ve ilim bakımından her şeyi kuşattın. Öyle ise tevbe edenleri ve senin yoluna tabi olanları bağışla ve onları cehennem azabından koru’ (derler). Rabbimiz! Onları ve onların babaları, eşleri ve soylarından salih olanları, kendilerine vadettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz sen, üstün/mutlak galipsin, hikmet sahibisin. Ve onları kötülüklerden koru! Sen o gün kimi kötülüklerden korumuşsan, gerçekten ona merhamet etmişsin. İşte bu en büyük kurtuluştur.[70]

Onların dualarının sonucu olarak salih kulların her çeşit karanlıktan aydınlığa çıkarıldığı bildirilmektedir: “Sizi zulumâttan nûra (karanlıklardan aydınlığa) çıkarmak için lutuf ve inayette bulunan O'dur. Melekler de sizin için salât getirir, rahmet ve merhamet dilerler.[71] Ayrıca melekler, şeytanların aksine insanları iyi işlere sevkederler. Her insanın biri melek, biri de şeytan olmak üzere iki arkadaşı bulunmakta olup, Kur'an, birincisine “Şahid” ikincisine “Saik” (sevkeden) demektir. “Her nefis, yanında bir sürücü ve bir şahidle gelir.[72] Hadiste ise insana refakat eden bir melek ve bir de şeytanın olduğu ve her ikisinin de insana telkinde bulunduğu (Tirmizî, Tefsir II, 364) beyan edilmektedir. Ayrıca hem Kur'an'da “Onun yakını olan (ondan ayrılmayan melek) der ki: İşte bu, yanındaki hazır.[73] hem de hadislerde insanı takip eden bir refakatçinin “Karin”in bulunduğundan söz edilmektedir.

  1. Peygamberlere ve mü'minlere destek olup manevi güç vermek, onları sıkıntılı ve üzüntülü anlarında teselli etmek, kâfirleri ise sıkıntıya sokmak (16/Nahl, 28, 32). Kur'an'da Hz. İsa'nın Ruhulkudüs ile desteklendiği (2/Bakara, 253; 5/Mâide, 110), meleklerin Allah'a inanıp doğru yolda istikametle yürüyenlerin üzerine inerek onlara moral ve manevi güç verecekleri (41/Fussılet, 30-32), Allah'ın, kendisine ve âhiret gününe inananları katından bir ruh ile desteklediği (58/Mücadele, 22), melekler göndererek düşmanlarına karşı müminleri takviye ettiği (3/Âl-i İmran, 124-125), iman edenlere destek olmalarını, kâfirlerin boyunlarına ve parmaklarına vurmalarını emrettiği (8/Enfâl, 12) haber verilmektedir.
  2. İnsanı koruyup, ona bir anlamda hizmet ederler. Kur'an'da önünde ve arkasında insanı koruyan takipçilerin bulunduğu bildirilmektedir. “Onun (insanın) önünden ve arkasından takip eden (melek)ler vardır, onu Allah'ın emriyle korurlar. (Onlar, ) kendi nefislerinde olan (iyilikler)i değiştirmedikçe, kuşkusuz Allah, bir kavme olan (nimetin)i değiştirmez! Allah, bir kavme kötülük dilediği zaman, artık onun için geri çevrilme imkânı yoktur! Onlar için O'ndan (Allah'tan) başka bir dost da yoktur.[74]
  3. İnsanların fiillerini kaydederler. Kur'an'da, üzerinde bir koruyucu ve denetleyici bulunmayan hiçbir kimsenin bulunmadığı (86/Târık, 4), insanların üzerinde muhafızlık eden değerli kâtiplerin mevcut olduğu ve onların yapmakta olduklarını bilip yazdıkları (82/İnfitar, 10-12) haber verilmektedir. İki melek, kişinin yaptıklarını yazmaktadır. İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın. “Onun sağında ve solunda oturan iki kayıtçı (iki görevli melek) kayıt yaparlarken; O (insan), bir söz söylemeyiversin mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır.[75]Sizden söz gizleyen ile onu açığa vuran, geceleyin gizlenen ile gündüzün yürüyen eşittir. O’nun önünde ve arkasında Allah'ın izniyle kendisini koruyan takipçileri vardır.[76]
  4. Kâinatın idaresi ve ilâhi kanunların icrasıyla görevlidirler. Kur'an'da çeşitli fonksiyonlarıyla âlemi idare edenlere yemin edilmesi (79/Nâziât, 5), insanların canını alan “Ölüm meleği”nden söz edilmesi (32/Secde, 11), meleklerin yalancı peygamberlerin ve kâfirlerin canını pençelerini onlara uzatarak (En'am, 93), yüzlerine ve arkalarına vurarak ve “Tadın yakıcı cehennem azabını diyerek (8/Enfâl, 50) alacaklarının bildirilmesi; hadiste ana rahminde teşekkül eden her canlı için bir doğum meleğinin mevcut olduğundan söz edilmesi (Buhâri, Bed'ü'l-halk 6), Cenabı- Hakk'ın insanı yaratacağı zaman bu iradesini meleklere açması ve yarattığında ona secde etmelerini istemesi (2/Bakara, 30-34; 15/Hicr, 28-31) onların dünya ile irtibatlarının bulunduğunu ve ilâhi iradenin yerine getirilmesinde vasıta olarak kullanıldıklarını gösterir. Aksi takdirde kendilerine insanın yaratılacağı isteğinin açıklanmasının bir anlamı olmaz. Ayrıca arşı taşıyan ve arşın etrafında dolaşan meleklerin (39/Zümer, 75; 40/Mü'min, 7) fonksiyonları da düşünüldüğünde meleklerin tabiat kanunlarının yerine getirilmesinde çok etkili oldukları görülür. Çünkü arş, kâinatın ilâhi varlık tarafından idaresini gösteren bir semboldür ve bunu taşıyan melekler de bu idarenin temini hususunda kullanılan vasıtalardır.
  5. Melekler, ilâhi cezaları icra eden elemanlardır. Müminlere destek oldukları gibi; kâfirler hakkında takdir edilen cezaları da icra etmektedirler. Kur'an, kendilerine elçi olarak melek gönderilmesini isteyen kâfirlere (25/Furkan, 21; 2/Bakara, 210) şöyle cevap vermektedir: “Gökyüzünün beyaz bulutlar ile yarılıp meleklerin bölük bölük indirildikleri gün, gerçek mülk, çok merhametli olan Allah'ındır. O gün kâfirler için de pek çetin bir gündür.[77] Bu ayet, meleklerin inmesi ile söz konusu olan şeyin günahkâr kulların başına geleceği söylenen ceza olduğunu gösterir. Başka bir yerde ise, “Melekler o kâfirlerin canlarını alırken bir görseydin! Onların yüzlerine ve arkalarına vururlar ve: Tadın (cehennemin) yakıcı azabını" (derler).”[78] Onların yüzlerine, arkalarına vurarak canlarını alacaklarını “Melekler, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını aldıkları zaman, peki onların (durumu) nasıl olacak?[79]Biz melekleri, ancak hak ile indiririz. O zaman mühlet verilenlerden de olmazlar.[80] bildirilmektedir.”[81]

 Kur’an-ı Kerim'in beyanına göre melekleri, şu üç büyük grupda toplamak mümkündür:

  1. A) “İlliyyun, Mukarrebun” diye anılan melekler. Bunlar, daima Allahu Teâlâ'yı tenzih ve tehlil ile O'na ibadet ve taatla meşguldürler. Muhabbetullah (Allah sevgisi) ile istiğrak halindedirler.
  2. B) “Müdebbirat” diye bilinen melekler olup, bu kâinatın nizam ve intizamını temin etmekle görevlidirler. Allah'u Teâlâ'nın yerlerde ve göklerde irade ve kudretinin tecellisine aracılık ederler.
  3. C) Her şeyden önce, Peygamberlere vahyi ilahiyi ulaştırmakla görevli olan ilahi elçilerdir. Bunlar genellikle bütün insanların ruhî halleri ve tekâmülleri ile meşguldürler. İnsanlarla ilgili çeşitli görevleri vardır.

Gerçek şudur ki; bütün meleklerin ne gibi görevleri olduğunu tafsilatıyla bilmemize imkân yoktur. Ancak Kur’an-ı Kerim, meleklerin bazı görevlerini ve her göreve göre onlara verilen melek ismini haber vermiştir. Onlara, bildirildiği isim ve vasıflarıyla inanmak gereklidir. Çünkü bu görev ve isimler kesinlik ifade eden dini nasslarla sabit olmuştur. Genellikle insanların ruhi tekâmülleri, dünya ve ahiret hayatları ile ilgili olan meleklerin, Kur'an ayetleri ve Peygamberimizin sahih hadisleri ile beyan olunan görevleri ve her birinin isimleri ana hatlarıyla şöylece özetlenebilir:

Meleklerin isimleri ve görevleri

Meleklerin sayısı bilinmese de bunlar için görevli olan bazı melekler vardır. Onlar içinde dört büyük melek olmak üzeri birçok meleğin ismini biliyoruz.

CEBRAİL: Vahiy meleğinin özel adıdır. Kur’an’da ve hadiste değişik şekillerde isimlendirilmiştir. Kur’an’da Cebrail, Ruh, Ruhul Emin ve Ruhul Kuddus isimleri geçmektedir. “Hani o zaman Allah buyurdu ki: "Ey Meryemoğlu İsa! Senin ve annenin üzerindeki nimetimi hatırla! Hani seni Ruhu'lKudüs (Cebrail) ile desteklemiştim de, beşikte iken ve yetişkin halde iken insanlarla konuşuyordun.[82]

Hadisi şerifte Cebrail’in ismi  “Namus”[83] diye zikredilmiştir.

Peygamber efendimiz Cebrail’i aslı suretinde iki defa görmüştür. “Peygambere Cibril-i Emin aleyhisselamı kendi sureti ile ve herbiri gökyüzünü kaplayan altıyüz kanadı ile görünerek vahiy ge­tirir ki bu iki defa vaki olmuştur.

Birincisi Hira dağında buradaki hadisi getirdiği zaman vaki olmuş­tur. Bu dehşetli manzarayı görür görmez Resulü Ekrem sallalahu aleyhi ve sellem tehammul edemeyerek baygın düşmüşlerdi.

İkincisi leyle-i miraçta Sidretu-l-Münteha yanında olmuştur.”[84]

MİKAİL: Kur’an–ı Kerim’de sadece bir yerde Mikail ismi geçmektedir. “Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman olursa bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.[85]

Mikail’in görevi yağmurun yağdırılması, rüzgârların estirilmesi ve mevsimlerdir. Kısacası tabiat olaylarıyla ilgili tüm görevlere Mikail’e aittir.

İSRAFİL: Diğer bir adıyla Sura üfleyecek olan melek olduğu için Sur meleği de deniliyor. “Ve Sur üflenmiştir. Göklerde kim var ve yerde kim varsa, Allah'ın dilediği kimselerden başka hepsi çarpılıp yıkılmıştır. Sonra ona bir daha üflenmiştir. Bu defa da onların hepsi kalkmış bakıyorlardır.[86]

Bir diğer görevi ise Levh–i Mahfuz’da yazılanları ilgili meleğe iletmekle de görevlidir.

AZRAİL: Kur’an–ı Kerim’de “Ey Muhammed de ki; size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”[87] Buyurarak Azrail’in adı ölüm meleği olarak geçer. Azrail’in görevi Allah’ın izniyle canlıların ölecekleri zaman canlarını almakla görevlidir.

ZEBANİ: Cehenneme gidenlerle meşgul olan melek, cehennemlikleri cehenneme atmaya memur edilen melek, cehennem bekçisi. Çoğulu “Zebaniyyun”dur. Bu manalardan ayrı olarak polis ve zabıta manalarına da gelmektedir. Cehennem bekçisi olan zebaniler, azap melekleri diye tavsif edilmiştir. Kur’an-ı Kerim diliyle zebani, “Cehennem koruyucusu”dur. Halk inançlarında zebani karşılığında “Malik” kelimesi de kullanılır.

ARŞI TAŞIYAN MELEKLER: “Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler O’nun çevresindedir. Ve o gün Rabbının Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir.[88] Hadisi şerife ise arş meleklerinden şöyle söz edilir. “Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi. Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır.”[89]

YAZICI MELEKLER: İnsanoğlunun yaptığı her bir amelini yazan meleklerdirler.  Bu meleklere “Kiramen– Kâtibin” şerefli yazıcılar denir. “Hatırla ki insanın hem sağında hem solunda oturan ve O’nun amellerini tesbit etmekte olan iki de (melek) vardır. O bir söz atmaya dursun mutlaka O’nun yanında hazır olan gözcü(melek)vardır.[90]

HAFAZA MELEKLERİ: “O, kulları üzerinde hükümranlığını sürdürür ve üzerinize hareketlerinizi kaydeden koruyucular gönderir. Sonun da birinize ölüm geldiği vakit, gönderdiğimiz ve görevlerinde kusur yapmayan melekler canını alırlar.[91] Hadisi şerifte “Bir müslüman bir rahatsızlığa düşünce Allah onu koruyan hafaza meleklerine şöyle emreder: “Kulumun her gün ve gecede yaptığı iyiliklerin sevabını ona bu hastalık müddetince yazın.”[92]

“Gece melekleri ile gündüz melekleri sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler. Allah bu meleklere “Kullarım ne yapıyorlar?” diye sorar. Melekler;

“Onlara vardığımızda namaz kılıyorlardı, ayrıldığımızda da namaz kılıyorlardı, derler.”[93]

MÜNKER–NEKİR: Ölen kimseyi mezara koyduktan sonra onu sorgulayan iki melektir. Hadisi şerifte bu melekler hakkında şöyle rivayet edilmiştir. “Ölü defnedildiğinde, ona gök gözlü simsiyah iki melek gelir. Bunlardan birine Münker diğerine de Nekir denir. Ölüye: “Bu adam (Rasulullah) hakkında ne diyorsun?” diye sorarlar. O da hayatta iken söylemekte olduğu; “O, Allah'ın kulu ve Rasulüdür. Allah'tan başka Allah olmadığına, Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemin O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim.” sözlerini söyler. Melekler;

“Biz de bunu söylediğini biliyorduk zaten” derler. Sonra kabri yetmiş çarpı yetmiş zira kadar genişletilir ve aydınlatılır. Sonra ona “Yat!” derler.

“Aileme dönüp onlara haber versem mi?” diye sorar. Onlar da;

“Akrabalarından en çok sevdiği kimseden başkası” kendisini uyandırmayan, güveğinin uyuması gibi uyu!” derler. Böylece, yattığı yerden, Cenab-ı Allah onu tekrar diriltinceye kadar uyur. Eğer münafık ise,

“İnsanların söylediklerini duyup aynısını söylerdim, bilmiyorum.” der. Melekler de,

“Böyle söylediğini zaten biliyorduk” derler. Sonra arza:

“Onu sıkıştır” denir. Arz onu sıkıştırır da kaburga kemikleri birbirine geçer. Allah onu yattığı bu yerden tekrar diriltinceye kadar kendisine azap edilir.”[94]

Akaid kitaplarının hemen hemen tümünde, Münker-Nekir'den, bunların kabirde ölüye yönelttikleri sorulardan bahsedilir. Kur’an-ı Kerim'de bu iki meleğin adından söz edilmediği gibi kabirde ölünün sorguya çekileceğine dair açık bir ifadeye de rastlanmaz. Ancak bazı ayetlerin buna işaret ettiği, hatta bazılarının tamamen kabir suali ile ilgili olduğu Ehl-i Sünnet alimlerince kabul edilmiştir. Ömer Nesefi'nin "Akaid"inde: "Münker ve Nekir'in suali Kitap ve Sünnetle sabittir" denmektedir.

"Allah, iman edenleri dünyada da ahirette de değişmeyen sağlam söz üzerinde sabit kılar. Zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar." (İbrahim: 14/27) ayetinde geçen âhiret hayatından maksat kabir; "sabit söz''den maksat da "Kelime-i Şehadet''tir denmiştir. İbn Mâce, Sünen'inde şöyle demektedir:

"Allah, iman edenleri sabit bir söz ile metanetli kılar" ayeti, kabir azabı (sorgusu) hakkında indi. Ölüye kabirde;

"Senin Rabbin kim?" diye sorulur. O da;

"Rabbim Allah'tır, Peygamberim Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem dir" diye cevap verir. İşte mümin ölünün böyle cevabı; "Allah iman edenleri sabit söz ile dünya hayatında ve ahirette metanetli kılar" mealindeki ayetin ifadesidir.“[95]

CEHENNEM MELEKLERİ: Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Üzerinde iri yapılı, kaba ve sert tabiatlı, Allah'ın kendilerine verdiği buyruklarına baş kaldırmayan, kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır.)[96] Cehennem meleklerine Zabani denir. Bunlar yaratılış itabariyle sert yaratılışlı meleklerdirler.  

“Biz de zebânîleri çağırırız”[97] Zebanilerin büyüğünü de Malik denir. “Ey Mâlik (dile de) Rabbin bizim işimizi bitirsin! Diye seslenirler. Malik de, siz böyle kalacaksınız, der.[98]

CENNET MELEKLERİ: Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise zümreler halinde (bölük bölük) cennete sevkedilir. Oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya, derler.[99] Hadisi şerifte efendimiz şöyle buyurmuştur. “Ben kıyamet gününde cennetin kapısına gelerek açılmasını isteyeceğim. Cennetin bekçisi:

- Sen Kimsin? diyecek. Ben de:

- Muhammed'im diyeceğim. Bunun üzerine:

- Ben ancak Sana açmaya memur oldum. Senden önce hiçbir kimseye açmayacaktım, diyecek.[100]

MUKARREBUN MELEKLERİ: Allah’a en yakın bulunan son derece şerefli meleklerdir.

Bir kısım Melekler insanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham ederler.

Bir kısmı Müminler için dua ederler.

Bir kısmı da namaz kılanlar fatihayı bitirince onlarla birlikte âmin derler.

Bir başka kısmı sabah ve ikindi namazlarında müminlerle birlikte olurlar.

Başka bir kışı Kur’an okunurken yeryüzüne inerler.

Bir başka kısım sokakları, yolları dolaşıp zikir meclislerini bulurlar.

Bir başkaları da Müminlere rahmet okurlar.

Meleklerİn İnsanların üzerİndekİ etkİsİ

Meleklerin varlığı insanlar üzerinde her zaman etkili olmuştur. Öyle ki geçmiş kavimler onlara tapacak kadar illeri gitmişlerdir. “O gün ki, onları hep birlikte mahşere toplayacak, sonra meleklere: ‘Şunlar size mi tapıyorlardı?’ diyecek.[101]

İnanlar için meleklerin varlığı huzur vericidir. “O anda Rabbin meleklere şu vahyi veriyordu: ‘Ben sizinle beraberim. Haydi, imanı sağlamlaştırın! Kâfirlerin yüreklerine dehşet bırakacağım, hemen boyunlarının üstüne vurun, vurun onların parmaklarına![102]

Kâfirler için ise melekler “Bir de meleklerin, kâfirlerin canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vura vura: ‘Tadın bakalım yangın azabını!’ dediklerini görmeliydin![103]

İnsanın iç sesi dediği şey aslında kendisine fısıldanılan sestir. Şayet iç sesi ona iyi ve güzel şeyleri yapmasını söylüyorsa bu ses melek tarafından kendisine fısıldanıyordur. Yani rahmanidir. Eğer o ses kendisine kötü ve günahı fısıldıyorsa o ses şeytan tarafından fısıldanıyordur. Yani Şeytanidir.

Kitaplara iman

Allah azze ve celle insanları doğru yolu bulsunlar diye onlara kendi katından elçiler göndermiştir. Bu elçilerle birlikte kendi katından kitaplar indirmiştir.

“Yüce Allah kullarına mutluluk ve saadet yollarını göstermek için içlerinden bazılarını peygamber seçmiş; onlardan bir kısmına melek vasıtası ile kitaplar indirmiş; yaşam kanunlarını koymuş, emirler ve yasaklar koymuş; iyiyi kötüyü, doğruyu eğriyi göstererek bunların sonuçları konusunda insanları aydınlatmıştır. Böylece insanlara her iki dünyada da mesut olmanın yolları gösterilmiştir. Bu ilahi mesajların toplamına “İlahi Kitaplar” veya "Semavî Kitaplar” denir.

İlahi kitaplar, insan cihazının bütün hassasiyetini, yapılış özelliklerini muhafaza ederek sürdürebileceği ideal yaşam biçimi, hayat kanunları ve işleyiş kurallarıdır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanın, gerek yaratanına, gerekse birbirlerine ve başka varlıklara karşı nasıl hareket edeceklerini, nasıl davranacaklarını İlahi kitaplar bildirirler. Bilinmesi, inanılması gereken meseleleri ve ibadetleri insanlar, sırf kendi akılları ile bulamazlar. Öldükten sonraki hayat, ahiret ahvali, iman esasları, ibadet çeşitleri ve şartları, kardeşlik ve yardımlaşma şekilleri vb. pek çok konularda insanlar mukaddes kitaplara müracaat etmek zorunda kalmışlardır. Eğer Cenab-ı Hak İlahi kitapları göndermeseydi insanlar büyük bir vahşet içine düşerler, denizin ortasında rotasını yitirmiş bir gemiye dönerlerdi.

Ne yazık ki, Hz. Âdem (a.s.)'den bizim Peygamberimize kadar gönderilen İlahi kitaplar, peygamberlerine gönderildikleri şekilleri muhafaza edememişlerdir. Hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşabileni sadece Kur’an-ı Kerim’dir.

Biz kitaplara inanırken, onların Allah'ın gönderdiği ilk orijinal şekillerine inanırız. Onların hepsinin hak ve Allah tarafından olduklarına iman ederiz.

KİTAPLARINÇEŞİTLERİ
a. Sayfa halinde gelenler: Bunlara suhuf (sayfalar) denir.

10 sayfa Âdem Aleyhisselâma

50 sayfa Şit Aleyhisselâma

 30 sayfa İdris Aleyhisselâma

10 sayfa İbrahim Aleyhisselâma gelmiştir.

  1. Dörtüyükkitap:

Tevrat: Musa Aleyhisselâma

Zebûr: Dâvut Aleyhisselâma

İncil: İsa Aleyhisselâma

Kur’an: Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem gönderilmiştir.

KUR’AN-I KERİM

“Kur’anı Kerim son peygamber Hz. Muhammed sallalahu aleyhi ve selleme Allah tarafından Cebrail (a.s) aracılığı ile nazil olmuş mukaddes kitapların sonun cusudur. Kur’an adı bizzat ayetlerde geçer. “Onlar hâlâ Kur’anı gereği gibi düşünmeyecekler mi?[104] Kur’an-ı Kerim, Müslümanların mukaddes kitabıdır. Tevrat, Zebur ve İncil’de olduğu gibi Kur’an’da herhangi bir tahrif olmamıştır. Kıyamete kadar da olmayacaktır. Çünkü Allah azze ve celle Kur’anın muhafaza olunacağını bizzat vaat etmiştir. “Kur’anı biz inzal ettik, şüphesiz koruyucuları da biziz.[105]

a.Nazil Oluşu (Levh-i mahfuzdan yeryüzüne indirilişi)

Kur’an-ı Kerim, ayet ayet, sure sure, ihtiyaçlara cevap olarak 23 senede vahiy yoluyla Hz. Peygambere gelmiş, vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, yüzlerce hafız tarafından ezberlenmiş tevatür yoluyla hiçbir değişikliğe ve eksikliğe uğramadan bize kadar gelmiştir.

Bu mübarek kitap, Peygamberimize 40 yaşında iken nazil olmağa başlamıştır. Miladi 610 yılının 27 Ramazanında Cebrail (a.s)ın “Oku” emrini getirmesiyle Kuran’ın nüzulü başlamış ve 63 yaşında tamamlanmıştır.
O lafzı, manası, üslubu ve bütün yönleriyle Allah kelamıdır. O, ebedi bir mucizedir. Hiçbir beşer sözüne benzemez.
Kur’an-ı Kerim 114 suredir. Kur’anın ayetleri hususunda ise âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu itibari olup, esasta bir fark yoktur. Bazı âlimler sure başlarındaki besmeleleri ve mukattaa harflerinden bir kısmını müstakil ayet saymışlardır. Bazıları da secâvendle ayrılmış olan ayetleri iki ayrı ayet saydıklarından ayet sayısı değişik rakamlarla ifade edilmiştir. Bu Kuran’ın kendisinde bir eksiklik veya fazlalık değil, var olanın değişik sayımıdır.

Ebu Amred-Dâni’ye göre ayetlerin sayısı 6000’dir.

İsmailb. Cafer’e göre ayetlerin sayısı 6214’tür.

Ehl-i ekke’ye göre ayetlerin sayısı 6219’dur.

Ehl-i Kûfe’ye göre ayetlerin sayısı 6236’dır.

Basralılara göre ayetlerin sayısı 6204’tür.

 Şamlılara göre ayetlerin sayısı 6226’dır.

Zemahşerî'ye göre ayetlerin sayısı 6666’dır.

Kur’an’ınkelimeleri: 77439’dur.

Harfleri:332015’tir.

  1. Toplanışı:

Peygamberimize Kur’an ayetleri ve sureleri geldikçe Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem bunları yanında olan ashabına okur-du. Ashap hem duyduğu Kur’an ayetlerini ezberler hem de bir tarafa yazarlardı. Ayrıca nazil olan ayetleri yazmakla vazifeli Müslümanlar vardır ki bunlara "vahiy kâtipleri" denirdi. Böylece Kur’an-ı Kerim, Peygam-berimizin sağlığında çok sayıda Müslüman tarafından ezberlenmiş, yazılmış ve vahiy kâtipleri tarafından da yazı ile kaydedilmişti.

Ancak ayrı ayrı olan sayfalar toplanmış değildi. Peygamberimizin vefatından sonra ilk halife Hz. Ebu Be-kir zamanında Yemâme savaşlarında 70 kadar hafız şehit olmuştu. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’e müracaat ederek bizzat Peygamberin sağlığında O’nun lisanından ezberlenmiş olanlar ölüp gitmeden Kuran’ın kitap halinde bir araya getirilmesini teklif etti. Hz. Ebu Bekir bir süre düşünüp, istişare ettikten sonra vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabit’in başkanliginda bir komisyon kurarak titiz bir çalişma yapti. Böylece ayet ve sureler Hz. Peygamberin, vahiy kâtiplerine bildirdiğ itertip üzere bir araya getirildi.

Kur’an-ı Kerim böylece toplanmıştır. Vefatına kadar Hz. Ebu Bekir’de kalmış olup sonra ikinci halife Hz. Ömer’e geçmiş, daha sonra Hz. Ömer’in kızı ve Peygamberimizin eşi olan Hz. Hafsa’ya geçmiştir. Titizlikle korunan bu nüsha kutsal bir emanet olarak Hz. Osman’a intikal edince ilk nüsha esas olmak üzere adedi çoğaltılarak yediye çıkarılmış ve Müslümanların nüfuz bakımından çoğunlukla oturmakta olduğu büyük şehirlere gönderilmiştir. Bu çoğaltılan nüshalar da büyük bir şuur ve dikkatle muhafaza olunmuştur. Böylece Kur’an bir yandan ezber (hıfz) yoluyla bir yandan da toplanıp yazılarak tevatüren (yalan söylemelerine imkân olmayançok sayıda kalabalık tarafından günümüze kadar bir harf bile tahrif olunmadan) gelmiştir.

Kuran’a sevgi ve saygı duymak, gösterdiği yoldan gitmek, her müslümanın borcudur. Kur’an yolu, saadet ve hak yoludur.

c.Özellikleri:
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’e bir takım özellikler vermiştir ki, başka hiçbir kitapta bulunmaz:
Tarihi belgelere ait bütün şartları, içinde toplayan yegâne mukaddes kitap, Kuran’dır.
Lafız ve manası ile beraberce Cenab-ı Hak tarafından vahy olunmuş olup bu konuda Cebrail (a.s) ve Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem sadece vasıta olmuştur. Kur’an, Allah Teâlâ’nın ezeli kelamıdır.
Peygamberden zamanımıza kadar tevatür yoluyla nakledilmiş ve tevatür yüz binlerce, milyonlarca insan tarafından zamanımıza kadar devam ettirilmiştir. Kur’an kolayca öğrenme özelliğine sahiptir.
Kur’an hem lafız, hem mana bakımından mucizedir. İnsanda hayranlık uyandıran bir eşsizliğe sahiptir ve benzeri, insanlar tarafından yapılamayacaktır. Kuran’ın bir başka özelliği ise dünyada başardığı büyük değişikliktir. O, (23) yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda yüzyıllar boyunca kökleşip yerleşmiş olan putperestlik ve buna bağlı yüzlerce ahlaksızlığı ve yüz kızartıcı ahlaksız adetleri kökünden silip süpürmüştür. Kuran’ın en mühim özelliklerinden biri insan ruhunda meydana getirdiği büyük tesir ve buna paralel olarak yaptığı inkılaptır. Kur’an’da çok kısa ayetlerde, çok büyük hakikatler dile getirilmiştir.

Namazlarda zorunlu olarak, namaz dışında hükümlerini öğrenip anlamak gayesi ile sürekli olarak okunur.
Kur’an, başka kitaplar gibi belli bir millete ve belli bir zamanın ihtiyaçlarını karşılamak üzere değil bütün zamanlarin ihtiyacını karşılamak üzere ve bütün insanlığa gönderilmiştir.

Hakiki mümin Allah Teâlânin bütün kitaplarina inanır ve Hak Teâlânin insanlara son kitabi olan Kur’an-ı Kerime sarılır, O’nun hükümlerine riayet etmeğe çalışır. Kuran’ın üstünlüğüne dair Peygamberimizin hadis-i şerifleri çoktur. Peygamberimizin Kur’an-ı: “... Allah’ın metin bir ipi, açık bir nuru, hikmet dolu bir zikri ve sırat-ı müstakimdir. Âlimler ona doymaz mattakiler ondan usanmaz, O’nun ilmini bilen ileri gider, O’nun la hükmeden adalet eder. Ona sıkı sarılan doğru yola hidayet bulur.” hadisi ile ne güzel tanıtmıştır! İslam âlimleri Kuran’ın üstün özelliklerini tanıtmak için ciltler dolusu eserler yazmışlardır.”[106]

Kur’an güzel sesli bir okuyucunun ağzından çıktığı vakit onu anlayan veya anlamayan herkesin üzerinde bir etki bıraktığı kesindir. Sahibilerden Bera bin. Azib’den şöyle söylenildiği rivayet edilir. “Bir yatsı namazında Tin suresini okduğunu işittiği Allah Resülü için ‘Ses ve okuyuş olarak ondan daha güzel olan birini duymadım’ demiştir.”[107]

Mucize kitap Kur’an

Kur’an mucizevi kitap yeryüzünde eşi ve benzeri bulunmayan tek kitaptır. Allah azze ve celle Habibine inzal ettiği ve kendisini desteklediği mucizesidir. Kur’an indiği günden ta kıyamete kadar hükmü kalacak olan tek semavi kitaptır. Kendinden öncekileri tasdik edici olan ilahi vahidir. Kur’an’da yazılmış olan tüm hakikatler bizzat Allah tarafından koruma altında olduğu içinde asla bir ekleme ve çıkarma yapmak mümkün değildir. “Muhakkak Zikr'i (Kur'an'ı) biz indirdik ve şüphesiz onu koruyacak olanlar da biziz![108] diye buyuran Rabbimiz bu hakikatı bize bildirmiştir.

Kur’an Allah azze ve cellenin Peygamberi vasıtasıyla kullurıyla konuştuğu ve onlara doğru ve yanlış yolu ğösteren ilahi kılavuzudur. Şairlerin, ediplerin, filozofların kendisinden ilham aldığı icaz ve belağati üstün olan ilahi kelamdır.

Toplumun yaşam kaynağı olan bu eşsiz kitap aynı zamanda maddi ve manevi hastalıkların şifasıdır. Toplumların refah içinde yaşayabilmeleri için uygulamaları gereken ilahi bir reçete hükmündedir.  

Bin dörtyüz seneden aşkındır gönüllerde taht kuran, hafızalarda muhafaza edilen eşsiz bir mucizedir. Velilerin yollarını aydınlatan, onlara bilmedikleri hakikatleri öğreten ustadlarıdır. Ariflerin irfanı keşfetye çalıştıkları âleme açılan kapıların anahtarı olan sırlı kitaptır.

Geçmiş tarihi olayları kıssa şeklinde bize nakleden, öğüt almamız için güzel nasihatler içeren hidayet kitabıdır.

Dimağların okumakla tadına doyamadığı tatlı nağmelerle, akıca üslubuyla, belağat ve icazın en güzel sergilendiği kitaptır.

Toplumları karanlıklardan aydınlığa çıkaran“Elif. Lam. Ra. (Bu Kur'an, ) insanları, Rablerinin izniyle karanlıklardan nura, O Aziz (ve) Hamid (olan Allah'ın) yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.[109]

Hak ve Adalet terazilerindeki ölçüyü bize gösteren Furkan’dır.

Cennet güzelliklerini bize anlatıp içimizin sevinçle dolmasına vesile olan mübeşirdir.

Cehennem azabını gözler önüne seren, azap sahnelerini gözlerimizle görüyormuşuz gibi canlı bir şekilde tasvir edip o sahneleri yaşıyormuşuz gibi hissettiren, kalpblerimizi kötülüklerden sakındıran inzar’dır.   

Gönlümüze zafer tohumları eken ve “Nusret/yardım ve zafer ancak Allah katındadır. Şüphesiz Allah, mutlak galiptir/üstündür, hikmet sahibidir.[110]diye buyuran muzaffer kitaptır.

Meleklerin ve insanın ilahi huzurda mukayese edildiğini “Hani biz meleklere: “Âdem'e secde edin!” demiştik. Bunun üzerine İblis hariç (melekler) hemen secde ettiler. (İblis secde etmekten) imtina etti, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.[111] Buyurarak insanoğlunun üstünlüğünü bildiren ilahi müjdedir.

Cinlerin O’nu duymasıyala iman ettikleri “De ki: "Şüphesiz cinlerden bir topluluğun (Kur'an'ı) dinleyip: "Hakikaten biz harikulade bir Kur'an dinledik" dedikleri bana vahyolundu.[112]deyip iman ettikleri hakikat kitabıdır.

İnsanoğlunun yaratılış evresini gözler önüne seren, “Hakikaten biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.[113]  Buyurarak onu kibir ve nefsin bitmek ve tükenmek bilmeyen arzu ve isteklerine gem vuran bir kalkandır.

Hastalıklıklı nefislere, kirlenmiş kalplere, hidayet bulmak isteyen bi çarelere, günah bataklığında çırpınan gönülleri temizleyecek olan  “Biz, Kur'an'dan Mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz.[114] diye buyuran Tahir kitaptır.

Kur’an âlemlerin rabbi tarafından okunup amel edilmesi için gönderilen amel kitabıdır. Karanlıklardan aydınlığa ve nura davet eden, Münker ve Nekir vazifesini icra eden Nur’dur.

Okudukça gönülleri iman ile dolmasına vesile olan Müminlerin azığı en hayırlı nimettir.

Allal azze ve celle tarafından “Müminler ancak kardeştirler.[115]buyuran kardeşlik vesikasıdır. Müminler arasında kardeşlik bağını sağlamlaştıran sağlam kulptur.

Günahkâr insanlara “Af” haberini veren ilahi fermandır.

Allah azze ve cellenin en güzel isim ve sıfatlarının yer aldığı en güzel levha’dır.

Kendisini okuyacak olan dillere ve gönülere kıyamet gününde şefaat edecek olan Şafaatçidir. “Çok kuran oku, çünkü o senin için dünyada nur, semada hazırlıktır.” “Kur'an okuyunuz. Çünkü kıyamet günü sahibine şefaatçi olarak gelir.”[116]

“Kur'an-ı Kerim okuyan müminin tadı ve kokusu güzel ütrücce (ağaç kavunu) gibidir. Kur'an okumayan mümin ise, hurma gibidir ki, onun kokusu yok fakat tadı lezzetlidir, kur'an okuyan münafık ise kokusu güzel fa­kat tadı acı reyhana benzer. Kur'an okumayan münafık ise, tadı acı ko­kusu da olmayan Ebu Cehil karpuzu gibidir.”[117]

Sıkıntı içindeki insanların okumakla sıkıntılarından kurtuldukları, O’nu okudukça dert ve kederlerinden kurtuldukları Rabbimiz tarafından biz aciz kullarına gönderdiği mektuptur.

Kur’an üzerinde düşünenler için sırlarını açan, ayetlerindeki hikmetleri gözler önüne seren, kâinatın sırlarını ifşa eden hakitak kitabıdır. “Onlar ki, ayakta iken, otururken ve yanları üstü yatarken Allah'ı zikrederler ve gökler ile yerin yaratılışını tefekkür ederler: "Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın, seni tesbih/tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru!" (derler).[118]

Kur’an kendi kendini tefsir eder

Kur’an bize sunulan bir ilahi kitaptan çok bizimle konuşan ilahi bir mesajdır. Bu mesajı doğru okuduğumuz ve doğru anladığımız takdirde bize şunu vaad eder, “Ey insanlar! Hakikaten Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerde olan (marazlara) bir şifa ve Mü'minler için bir hidayet ve bir rahmet gelmiştir.[119]

Kur’an’ı hayatımızıda yaşadığımızı sürece Kur’an bizim için şifa olacaktır. Kur’an yaşanıldıkça şifa verir. Okundukça gönülerin kiri ve pasını siler. Amel edilmeyen Kur’an’dan şiktayet eden efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem “Peygamber dedi ki: “Ey Rabbim! Gerçekten kavmim bu Kur'an'ı terk edip bıraktılar.[120]

“İ'lem eyyühe'l-aziz! Kur’an'ın ayetleri birbirini tefsir ettiği gibi, bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor. Mesela, maddiyat âlemi Cenab-ı Hakkın envar-ı nimetini cezb etmek için hakiki bir ihtiyaçla şemse muhtaç olduğu gibi, âlem-i mâneviyat dahi rahmet-i İlâhiyenin ziyalarını almak için şems-i nübüvvete muhtaçtır. Binaenaleyh, Resul-i Ekremin (a.s.m.) nübüvveti, şemsin kat'iyet ve vuzuhu derecesinde kat'î ve vâzıhtır.”[121]

 Kur’an'ın Kur’an'la Tefsiri

 “Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim'de bir yerde kısa ve öz olarak anlatılan bir konu; bir başka yerde mufassal olarak açıklanır. Bir ayette mutlak olarak zikredilen bir husus; bir başka ayette sınırlandırılır. Bir ayetin umumi olarak ifade ettiği konuyu, bir başka ayet tahsis edebilir. Bu sebeple Kur’an'ı tefsir edecek kişinin, öncelikle yine Kur’an'a bakması ve ayetleri karşılaştırarak bir konu ile ilgili bütün ayetleri gözönüne aldıktan sonra onu yorumlaması gerekir. Binaenaleyh, özet olarak anla­tılan konu mufassal olarak anlatılan konunun yardımıyla, mücmel olan İfade mübeyyen ifadenin yardımıyla, mutlak mukayyedin, amm hassın yardımıyla tefsir edilmelidir. İşte bu şekilde yapılan tefsire Kur’an'ın Kur’an ile tefsiri adı verilir. Al­lah'ın muradı ancak yine Allah'ın kelamıyla anlaşılır ve anlatılabilir. Kur’an'ı tefsir ederken Kur’an'a başvurmadan önce başka bir kaynağa geçmek doğru değildir. Çün­kü Allah'ın kelamını yine en iyi Allah'ın kelamı açıklar.

Mesela Âdem ve İblis kıssası, Musa ve Firavun kıssası, bazı surelerde çok kısa ve özet olarak zikredilirken, bazı surelerde uzun ve detaylı olarak zikredilmiştir. Binanaleyh, bu kısaca zikredilen yerlerdeki ayetleri tefsir ederken mufassal ayetlerden yararlanılması gerekir.

Kur’an'da mücmel olan ifadenin, açıklanmış (mübeyyen) olan ifadeye dayana­rak tefsir edilmesi gerekir. Mücmel ve ifadenin başka bir ayet tarafından beyan edil­mesinin birçok örnekleri vardır. Mesela Bakara süresindeki: “Âdem Rabbinden bazı kelimeler öğrendi.[122] ayetindeki “Kelimeler” A'râf suresinde yer alan: “O ikisi dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen elbette hüsrana uğrayanlardan oluruz.[123] ayeti tarafından tefsir edilmiştir. Ve yine En'âm süresindeki: “Gözler onu idrâk edemez.[124] ayetini Kıyamet süresindeki: “Rabbine bakıcıdır.[125] ayeti tefsiretmektedir. Ve yine Maide süresindeki: “Size bildirilecek olanlar dışında hay­vanlar helal kılındı.[126] ayetini yine aynı suredeki: “Size Ölü, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilenler... haram kılındı.[127] ayeti beyan etmektedir.

Kur’an'ın Kur'an'ı tefsir yollarından birisi de mutlak mukayyede, amm ifadenin hassa hamledilmesidir. Allah Teâlâ Mücadele suresinde zıhar keffaretinden sözederken “Bir köle azad etmektir.[128] buyurarak mutlak bir ifade kullanmıştır. Nisa suresinde ise kati cezasının keffareti olarak: “Mu'min bir köle âzâd etmektir.[129] buyurarak bir önceki mutlak ifadeyi ikinci ayet­te takyid etmiştir.

Kur’an'ın Kur’an'ı tefsir şekillerinden birisi de aralarında farklılık varmış gibi görülen konuları birleştirmektir. Sözgelimi Hz. Âdem'in bazı ayetlerde topraktan yaratıldığı, bazı ayetlerde çamurdan yaratıldığı, bazı ayetlerde balçıktan yaratıldığı zikredilmektedir. Bütün bu yaratılış merhaleleri Âdem'in yaratılışından ruhun üf­lenmesine kadar geçen merhalelerdir.

Kur’an'ın Kur’an'ı tefsir şekillerinden birisi de; bazı kıraatlerin bir başkasına hamledilmesidir. Arap dilinin ve alfabesinin yapısından kaynaklanan kıraat farklı­lıklarından kimi zaman manada ayrılık, kimi zaman da ifadede farklılık göze ça­rpar.

Bazı kıraatlerde ise lafız ve mana farklılıkları bulunmaktadır. Mesela Cum'a suresinde: “Ey iman edenler, Cum'a günü namaza çağırıldığında Allah'ın zikrine koşun.[130] ayetindeki kelimesi bir başka kıraatte Allah'ın zikri­ne gidiniz, anlamında şeklindedir. Birinci kıraatte hızlı yürümek olan koş­ma ifadesi kullanılmış olsa da asıl hikmet namaza gitmektir.

Bu ve benzeri örneklerde görüldüğü gibi Kur’an tefsirinde öncelikle, Kur’an'ın Kur’an'ı tefsiri metoduna başvurmak icabetmektedir. 

Hz. Peygamber'in Kur’an'ı Tefsiri: 

Kur’an'ın anlaşılmasında başvurulan ikinci kaynak, bizzat Allah Resulünün Kur’an tefsirleridir. Sahabe-i Güzin Allah'ın Kitabında bir müşküle karşılaştıkları zaman O’nun tefsiri için Resûlullah'a başvururlardı ve Resulullah da onlara bu ko­nularda bilgi verirdi. Zaten Resulullah’ın gönderilişindeki amaçlardan birisi de tebliğ idi. Hadis kitaplarında Kur’an tefsirleriyle ilgili özel bölümler yer almaktadır. Hz. Peygamber'in Kur’an'ı tefsirinden birkaç örnek vermemiz gerekirse şunları sı­ralayabiliriz.

İmam Ahmed ibn Hanbel ve Tirmizi ile başkaları Adiyy'den nakleder ki Resu­lullah sallalahu aleyhi ve sellem Fatiha süresindeki: “Kendilerine gazab edilenler” kavli ile yahudilerin “Sapıklar” kavli ile de hıristiyanların kastedilmiş olduğunu söylemiştir. Yine Tir­mizi ve ibn Hibban Sahihlerinde Abdullah İbn Mesud'dan naklederler ki Resulul­lah sallalahu aleyhi ve sellem: “Orta namaz ikindi namazıdır” buyurmuştur. İmam Ahmed ibn Hanbel ile Buhari ve Müslim Abdullah ibn Mesud'dan naklederler ki: “İman edip de iman­larına zulmü karıştırmayanlar[131] ayeti nazil olduğunda, bu ifade halka ağır gelmiş ve demişler ki? “Ey Allah'ın Resulü, hangi birimiz kendi nefsine zulmetmez ki? Re­sulullah sallalahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki: Burada kasdedilen şey, sizin kasd ettikleriniz değildir, “Salih kulun” dediğini duymadınız mı: “Doğrusu şirk, elbette büyük bir zulüm­dür.[132] İşte buradaki zulüm de şirktir. Müslim ve başkaları Ukbe ibn Âmir'den naklederler ki; o, Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem minberde iken: “Ve onlara karşı gü­cünüz yettiğince kuvvet hazırlayın.[133] kavlindeki kuvvetin atmak olduğunu söylemiştir. Yine Tirmizi Hz. Ali'den nakleder ki; o, şöyle demiştir: Ben Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem büyük hac gününden sözettiğimde; o, kurban günüdür, dedi. Yine Ahmed ibn Hanbel ve Müslim, Enes ibn Malik'ten naklederler ki; Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem “Kevser; Rabbim bana cennette vermiş olduğu bir ırmaktır” buyurmuştur. İşte bu ve benzeri hadisler Peygamber'in Kur’an tefsirinin örnekleridir.

Sünnet'in Kur’an tefsiretmesi muhtelif şekiller de olabilir:

1- Sünnet; Kur’an da yer alan bir konuyu, yine ona uygun olarak tekid eder.

2- Sünnet; Kur’anda kasdedilen bir hususu açıklar. Mücmel ve müteşabih ayet­leri izah etmesi bu nevidendir. Namazların vakitleri ye rekâtları, secde ve rükû ile diğer ibadetlerin şekilleri, zekâtın mikdarı, vakti, nevî ve haccın eda ediliş tarzı böyledir.

3- Sünnet; Kur’an'da mutlak olarak varid olan ayetleri takyid eder. Nitekim: “Hırsız erkek ile hırsız kadınların ellerini kesiniz.[134] ayetinde varid olan mutlak emri sünnet takyid etmiştir.

4- Sünnet; Kur’an'da ummi olan lafzı tahsis eder. Az önce belirt­miş olduğumuz ve Enfal süresindeki: “Ey iman edip imanlarına zulmü karıştırma­yanlar[135] ayetindeki zulmün şirk olduğunu bildiren Hz. Peygamber bu ayeti tahsis etmiştir.

5- Sünnet; Kur’an'da müşkil olan lafzı beyan eder. Sözgelimi “Fecrin ak ipi, kara ipinden seçilinceye kadar yeyin için.[136] ayetin de varid olan iki ipten maksadın gündüzün aydınlığı ve gecenin karanlığı olduğunu Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem beyan etmiştir.

6- Sünnet; Kur’an'ın sükût ettiği hükmü açıklığa kavuşturur, Kur’an'ın zahi­ren sükût ettiği hükümlere sünnet ya ilhak yoluyla veya nass yoluyla yahut da cüz­den küllin istinbatı yoluyla açıklık getirir. Sözgelimi Kur’an-ı Kerim bir şeyin helal başkasının da haram olduğunu belirtirken, üçüncü bir şeyin helal mi haram mı ol­duğunu belirtmez. İşte sünnet, o şeyi bu iki hükümden birine ilhak edebilir. Veya Sünnet; Kur’an'ı nass yoluyla izah eder. Sözgelimi Kur’an bir şeyin hükmünü belir­tir. Hz. Peygamber de ortak sebeplere dayanmaları nedeniyle kıyas yoluyla başka bir şeyi ona ilhak eder. Aslında ilhak edilen şeyin sarih hükmü Kur’an'da mevcud değildir. Fakat Hz. Peygamber kıyas yoluyla onu Kur’an'da mevcud olan hükme ilhak etmiştir. Bazen de Kur’an'da muhtelif manalara delalet eden nasslar buluna­bilir. Bu nassları birleştirerek tek bir anlama yorumlamak mümkün olmaz. İşte bu­rada da ne sünnet nassın muhtelif manalarını birleştirerek tek noktada cem eder.

Ancak Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem Kur’an'ın bütününü ashabına açıklamış mıdır? ibn Teymiyye gibi bazı İslam bilginlerine göre; Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem Kur’an’ın hepsini lafız lafız as­habına açıklamıştır. İmam Süyuti'nin başında bulunduğu bir diğer gruba göre de; “Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem Kur’an’ın ancak çok az bir kısmını açıklamıştır.”[137]  diye söylenmiştir.”[138]

KUR’AN

  1. Basit bir tetkik, Kur’an’ın dil ve ifade yönünden hiç bir kitaba benzemediğini ortaya koymaya yetecektir. Ayrıca, üslub, mana ve muhteva bakımından da Kur’an, eşsiz ve emsalsizdir. O halde, ya Kur’an, şimdiye kadar yazılmış bütün kitapların altında bir yere sahiptir ki bunu şeytan bile iddia edemez. Ya da O’nun her kitabın üstünde bir yeri vardır. Öyleyse, Kur’an bir beşer sözü değildir.
  2. 2. Bizzat Kur’an-ı Kerim’de Efendimiz sallalahu aleyhi ve selleme hitaben meal olarak: “Sen, bundan önce ne bir kitab (yazı) okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar, şüphe duyarlardı.[139] Evet, o gün bugündür hâlâ okuyup-yazmışlara, en büyük bilgin ve ediblere, aynı anda tüm insanlığa yönelik olan bu meydan okumayı yapan, okuma-yazması olmayan bir Zat’tır sallalahu aleyhi ve sellem.
  3. 3. Yine Kur’an’da mealen: “Eğer kulumuza indirdiğimiz (Şu Kur’an’da az bir) şüpheniz varsa, haydi O’nun benzeri bir sure getirin. Allah’dan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) de çağırın. Eğer iddianızda doğru iseniz.[140]Yoksa O’nu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka (çağırmaya) gücünüzün yettiklerini de çağırın da O’nun benzeri bir sure getirin[141] buyurulmaktadır.

Hangi beşerin sözünde eksik, hata, yanlış, ihtilaf ve tenakuz bulunmaz? Kur’an ise, bu gerçeğe ve kendisinde en ufak bir ihtilaf ve tenakuzun olmadığına “(Durup) Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok ayrılıklar (ihtilaf ve tenakuzlar) bulurlardı[142] ayetiyle parmak basmaktadır. Allah Kelamında tenakuz, ihtilaf, eksiklik ve yanlışlık bulmak isteyen bir takım kendini bilmezlerin yapıp ortaya koydukları şeylere, zannediyorum onların kendileri de inanmıyor.

  1. 4. Kur’an’ın ifade ve beyan tarzı ile, Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellem ifade ve beyan tarzı arasındaki fark kolayca sezilebilmektedir. Kur’an’ın belagat ve fesahatına ve üstün ifade gücüne hiç bir beşerin ulaşması mümkün değildir.
  2. 5. Kur’an’ın nâzil olduğu devrede şiir fevkalâde gelişmişti. İnsanlar sohbetlerinde ve kavgalarında birbirlerine âdeta hep şiirle karşılık verir, her yıl şiir müsabakaları düzenlenir ve kazanan şiirler altınla yazılıp, Kâbe duvarına asılırdı. Birer milli kahraman sayılan şairlerin sözleriyle kabileler harbe girer veya sulh yaparlardı. Ve Hz. Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem aralarında büyümüş olmasına rağmen, herkesin bildiği bir vakıa olarak ne şiirle, ne seci’ ile ne de nesirle uğraşmıştı. Sonra, Kur’an’ın esrarlı ve i’cazkâr ifadeleri ne O’nun, ne de başkasının ifadelerine benzemiyor, ne şiirin, ne seci’in, ne de nesrin sahasına giriyordu ama kendine has orijinalliği ile herkesi büyülüyordu. Bu yüzden, insanları O’ndan uzaklaştırmak isteyen müşriklerin ileri gelenleri, “Şiir desek şiir değil, seci’ desek seci’ değil, kâhin sözü desek o da değil, cinnet eserine zaten benzemiyor; en iyisi, ‘sihirdir, kulaklarınızı tıkayın, yoksa çarpılırsınız’ diyelim” şeklinde kendilerince karşı koymaya çalışıyorlardı. Şu kadar var ki, birbirlerinden habersiz gece gizlice gidip onu dinlemekten de kendilerini alamıyorlardı. Meşhur şair Hansa ve Lebid gibi hakperestler de, müslüman olduktan sonra şiiri bıraktılar; şiir söylemeleri istendiğinde de Kur’an’dan bir sure yazıp gönderiyorlar ve “Kur’an’ı okuduktan sonra ben şiir yazmaya hayâ ederim” diyorlardı.
  3. 6. Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı, ilk mekteplisi, üniversitelisi, mütefekkiri, avamı, fizikçisi, kimyacısı, ve çobanı ile her tabaka, her yaş ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde anlayıp, hissesini alacağı bir kitap yazılmış mıdır? Şairin, musikişinasın, hatibin, içtimaiyatçının, iktisatçı ve hukukçunun, idareci ve siyasetçinin, terbiyeci ve öğreticinin, zikir, fikir ve tarikat yolu mensubunun okuyup istifade ettiği, yol ve mesleğine menfez ve düstur, meselesine çözüm, derdine şifa ve fikrine cila bulduğu; ulaşımın bile güçlükle yapılabildiği en ücra köylere ve köşelere kadar her yerde arz-ı endâm edip Güneş gibi ışık saçan tek kitab sadece Kur’an’dır.
  4. 7. Kur’an’ın dışında usanmadan birkaç defa okunabilen kitap belki hiç yoktur; fakat Kur’an’dır ki, defalarca okunur, devamlı hatmedilir; namazda ve çeşitli vesilelerle okunur, ama hiç bir zaman usanç ve bıkkınlık vermez. Nice müstesna eserler, fikir yazıları ve şiirler orijinalliğini ve değerini kaybeder; nice aktüel eserler birkaç yıl, hatta bir kaç ay ya dayanır ya dayanmaz. Hem doğruluğu, hem de aktüalitesi yönünden değerini yitirir, bir gazete gibi atılır, yırtılır gider. Ama Kur’an, ne lafzı, ne okunuşu, ne mana ve muhtevası, ne orijinalliği ve aktüalitesi ne de doğruluğu açısından solmak, pörsümek ve eskimek şöyle dursun, her geçen gün ruhlara, vicdanlara, akıl, kalb ve dimağlara yeni yeni meltemler üfler, daha ileri seviyede fikir ve bilgiler takdim eder ve gençliğini, tazeliğini her dem arttırarak muhafaza eder gider.
  5. 8. Bir yazar, eserinde umumiyetle içinde bulunduğu şartların, yaşadığı hadiselerin ve çevresinin tesirinde kalır ve dar bir zamanın dışına çıkamaz; çıksa da, bu ya ütopya, ya anti-ütopya, ya da bilim kurgu cinsinden olur. Oysa Kur’an’a baktığınızda, O’nun nasıl Kâinat’ın başlangıcına ve sonun a, insanın yaratılışına ve gelecekteki hayatına dair kati ifadeler kullandığını görür ve ister istemez, “Bu, bir beşer sözü olamaz” demek zorunda kalırız.
  6. 9. Bir yazar, daha çok kendi sahasında eserler verir; bilhassa, uzmanlıkların alabildiğine çoğaldığı günümüzde, herkes kendi dar sahasının adamıdır. Hâlbuki Kur’an içtimaî, iktisadî, hukukî, psikolojik, siyasî, askerî, tıbbî, fizikî, biyolojik… Kısaca, her sahada prensipler ortaya koymakta, o sahanın temel hakikatlerini dile getirmekte, geçmişten ve gelecekten bahsetmektedir. Böyle bir Kitabın ümmi ve bugünkü teknik-ilmi imkânların hiç birine sahip bulunmayan bir Zat tarafından yazılmasını hangi akıl kabul edebilir?

Bizzat Kur’an-ı Kerim’de Efendimiz’e hitaben meal olarak: “Sen, bundan önce ne bir kitab okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.”[143] ve “Sen (önceden) kitap nedir, iman nedir bilmezdin”[144] denilerek, O’nun okuyup yazmasının olmadığı beyan ve ilân edilmektedir. Müşrikler de, içlerinde yetişip yakinen tanıdıkları O Zat’ın okuyup-yazması olduğunu ve buna dayanarak Kur’an’ı uydurduğunu bir kere olsun iddia edemediler.

  1. 10. Yazar, eserini yazarken mal-mülk edinme, zengin olma, makam ve şöhret kazanma veya idealini tebliğ ve yüceltme ve mukaddeslerine ya da menfî düşüncelerine hizmet etme gibi gayelerden birini düşünebilir. Muhalfarz, Kur’an’ı Efendimiz kendisi yazmış olsa, bununla mal-mülk edinme gayesi taşıyordu denebilir mi? Haşa, O’nun 23 yıllık peygamberlik hayatına baktığınızda, dünyanın tozuna-toprağına asla bulaşmadığını, namazının arasında dahi cemaati bırakıp, mescidden ayrılarak evindeki üç-beş kuruşu dağıttığını, 3 gün geçtiği halde yiyecek tek lokma bulamadığını, açlıktan zaman zaman karnına taş bağladığını, hatta Ashabı’nın durumunun yavaş yavaş düzelmeğe başladığı bir zamanda hanımlarının kendisinden birazcık rahat bir hayat istemesi karşısında onları ya kendisini ya da dünyayı seçme şıklarından birini seçmeyle karşı karşıya bıraktığını ve onların da kendisini seçtiğini görecek ve Huneyn savaşında ganimet olarak eline 8 bin okka gümüş ve yüzlerce deve, binlerce koyun geçtiği halde, vefatında, evine yiyecek temin edebilmek için rehin olarak verdiği kalkanını hâlâ geri alamamış olduğunu içiniz sızlayarak müşahede edeceksiniz. Bütün bunlardan sonra O’nun sallalahu aleyhi ve sellem gayesi, makam, mevki, şöhret ve ün yapmaktı diyebilir misiniz? Haşa, daha Mekke döneminde Risaletinin başlangıcında kendisine Mekke’nin reisliği, dünyada kimsenin sahip olmadığı miktarda mal ve Mekke’de isteyeceği en güzel kız teklif edilmiş, fakat O bütün bu teklifleri, “Sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı koysalar, vallahi ben da’vamdan vazgeçmem” diyerek elinin tersiyle geri itmişti. Sonra, şöhret peşinde koşan bir insan, eserinde hiç kendisinden bahsetmez mi? Hâlbuki Kur’an’a baktığımızda, diğer peygamberlerin isimlerinin aşağı yukarı 500 defa geçtiğini, buna karşılık “Muhammed” isminin ise sadece 4 defa zikredildiğini (Âl-i İmran, 3/144, Ahzâb, 33/40, Muhammed, 47/2, Fetih, 48/29) hayretle görür ve O Yüce Kâmet sallalahu aleyhi ve sellem önünde bir kez daha “Eşhedü enneke Rasulüllah” diyerek eğilmekten kendimizi alamayız.
  2. 11. Esbab-ı Nüzul denilen ilim sahası, her ayetin hangi hadise münasebetiyle indiğini ele alır. Kur’an’da on beş kadar ayette “Yes’elûneke= Sana soruyorlar” şeklinde Peygamberimiz’e sorulan sorular bahis konusu edilmekte ve bunlara “kûl=de” şeklinde başlayan cevaplar verilmektedir. Çeşitli haram ve helâller, ganimetlerin taksimi, hilâller, Kıyamet, Zülkarneyn, infak şekli ve ruh gibi, her birine bir beşerin gerekli cevabı vermesinin mümkün olmadığı çok çeşitli konularda gelen bu soruları cevaplayanın Allah (cc) olduğu gayet açıktır. Çünkü her soruya en uygun cevabı vermek ve her hâdise münasebetiyle en müsait ve elverişli çözümü muhtevî bir ayet göndermek hiç bir zaman bir beşerin tâkâti dâhilinde olamaz. Kaldı ki, böylesi sorular karşısında Efendimiz (sav)’in bir miktar sükût buyurduğu oluyordu; yani cevap olarak inecek ayeti bekliyordu. Nitekim kendisine ‘ruh’tan sorulduğunda böyle olmuştu.
  3. 12. Hangi insan, hangi yazar, kendine olan güven ve itimadı sarsacak şekilde, bir zaman doğru dediğine sonra ‘yanlış’ diyebilir ve zaman zaman görüş değiştirip, davranışlarında yeni ayarlamalara gidebilir; hele bu yazar, bütün dünyaya bir mesaj takdim etme iddiasındaysa? Hâlbuki Kur’an’da yalnız Mekke ve Medine’liler veya Arap Yarımadası insanları için değil, hatta yalnız dünya insanlığı için de değil, bütün âlemler için ‘rahmet’ olarak gönderildiği ifade olunan Hz. Muhammed (sav), zaman zaman Kur’an’ın tatlı ikâzıyla yapmakta olduğu veya yapmaya niyet ettiği hareketini değiştirir ve davranışını Kur’an’a göre yönlendirirdi.

Kendisi insanların hidayeti için gönderilmişti. Amcası Ebu Tâlib’in hidayetini arzu etmesi de gayet normaldi. Çünkü O, hem amcası hem de 40 yıla yakın kendisini himaye eden bir şahıstı. Ancak esas olan Allah’ın dilemesidir. İşte Allah Rasulü ısrarla amcasına, ölümün çok yakın olduğu bir anda “Lâ ilâhe illallâh de, ahirette sana şefaat edeyim”, demesini söylüyor, fakat Ebu Talib bunu söylemiyordu. İşte bu mes’elenin tahlilini yapan ayet meâlen O’na şöyle diyordu: “Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; ancak, Allah dilediğini hidayete erdirir” (Kasas, 56).

Bakın başka misâller: Müslüman tanındığı için münâfıkların başı olan İbn Selûl’ün cenâze namazına duracaktı, fakat Allah’ın ikâzıyla bıraktı (Tevbe, 9/84). Azadlı kölesi Zeyd’e “evlâdım” derdi; Allah, ayetle evlâdlık edinmeyi kaldırdı (Ahzâb, 33/4). Hiç aklından geçmediği halde, azadlı kölesi Zeyd’den ayrılan Hz. Zeynep’le İlahi emir neticesi izdivaçta bulundu (Ahzâb, 33/37). Bedir esirlerinin affedilip salıverilmesi düşünülüyordu; Allah’ın ikâzıyla fidye karşılığı salıverildi... Bütün bu ve benzeri emir ve nehiyler gösteriyor ki, O, hiç bir zaman kendi başına hareket eden biri değil, sadece Allah’ın hükümlerini uygulayan bir elçi, bir Rasûl’dür. Davranışlarını da kendiliğinden değil, Allah’ın ikâzıyla değiştiriyor ve hiç bir zaman “hevâsından konuşmayıp, yalnızca Vahy’e tâbi oluyor” (Necm, 53/4).

  1. 13. Hiç bir insan kendi kendine namusuna leke getirmek ve bu mevzûda dile düşmek istemez. Hele bu insan, ömrü boyunce ‘emîn’ olarak tanınmış bir iffet ve nâmus âbidesiyse! Gerçek bu iken, Efendimiz (sav)’in hayatına baktığımızda münafıkların düzüp ortaya attığı bir hâdiseye şahit oluruz; tam bir ay belini büken, kendisini ızdıraptan ızdıraba sürükleyen, yalnız kendisini değil, pak zevcesi Aişe (r.anha) Validemizi ve en büyük dostu Ebu Bekir Efendimiz (ra)’i ve diğer mü’minleri dilgir eden ‘ifk’ hâdisesine. Münafıkların Aişe Validemiz’e attıkları iftira karşısında, eğer Kur’an’ı -hâşâ- kendi yazmış olsaydı, hakikatı ortaya koymak veya namusu üzerinde en ufak bir lekenin olmadığını ilân etmek için bir ay bekler miydi? Sonra, hiç insan kendi eviyle, aileleriyle alâkalı bazı mevzûları açıklamak ister mi? Hâlbuki Kur’an, Efendimiz’in hanımlarıyla ilgili olarak “Evlerinizde oturun, ilk cahiliye (kadınlar)ının açılıp-saçılmaları gibi açılıp, saçılmayın.” (Ahzâb, 33/33) ve “sözü (yumuşak-tatlı) edâ ile konuşmayın” (Ahzâb, 33/32) şeklinde emir, nehiy ve ikâzlar ihtivâ etmektedir. Sadece bu bile, Kur’an’ın Kelâm-ı İlahi olduğunu isbata yetmez mi?

Nükte...

      Hicrî ikinci asır sonlarında hilâfet makamına oturan Abbasî halifelerinden El-Me'mun, dış dünyaya açık bir devlet adamıydı. Zamanında Müslüman - Hıristiyan bütün ilim adamları ondan itibar görmüş, yabancı dildeki ilim kitabları Arabçaya tercüme edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştur. O kadar ki Me'mun zamanında yerin yuvarlak olduğu resmen tesbit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" usûlüyle arzın kuturunu ölçmek gibi bâzı ilim mes'elelerinde kesin hükme varılmıştı.

      Bu çalışmaları sırasında Me'mun, meclisinde cin fikirliliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün şöyle bir sual sordu:

      -Mâdem hâdiseleri bu kadar akılcı bir anlayışla inceleyebiliyorsun? Neden Müslüman olmuyorsun? Kur'an'la, İncil, Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun?

Yahudi şöyle cevap verdi:

      - Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm.

       Me'mun Yahudi'ye baskı yapmayı düşünmedi. Çünkü biliyordu ki baskıyla îmana gelinmez, korkuyla Müslüman olunmazdı.

      Yahudiyi kendi hâline terkeden Me'mun, ona bir daha bu mevzuda sual sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me'mun'un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete başlamıştı.

      Ancak, bu Yahudi, bir sene önceki Yahudi değildi. Bu defa İslam'ı bütünüyle benimsemiş, Kur’an'ın ahkâmını tamamıyla kabullenmişti.

Me'mun buna şaştı:

      - Hayırdır inşâallah. Bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında, ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslam'a girdiniz?

Yahudi şöyle îzah etti:

      - Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında hiç bir fark yoktur. Beni İslam'a yaklaştırıp, îmana girmeme sebeb olan da budur zaten.

      - Nedir, Kur’an'ın değişmezliği mi?

      - Evet. Bakın çalışmalarım nasıl cereyan etti ve ben nasıl bir sonuçla Müslüman oldum, onu arzedeyim sizlere. Ve şöyle devam etti:

      - Önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı. Kendimden yapmıştım ilâveyi. Ben bu üç İncil'i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tahkik etti. Sonun da satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti. Dönüp geldim, aynı şeklide üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı ayetleri yazmadım. Eksik kaleme aldım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ederek olmayanları da var gösterdim. Bunu da Haham'a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti.

      Bu defa sıra Kur'an'daydı. Kur'an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüz'ünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüz'ü tamam yazdım. Üçüncü cüz'ünü de birkaç satır ilâve ile olmayanı var göstererek yazdım.

      Büyük bir tecessüs ve ihtimamla bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kur'an'ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar.

      - Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kur'an'ın aslında böyle bir kelime yoktur.

      Hepsi de benim yazdığım Kur’an'ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler.

      Ben anladım ki, Kur'an nasıl nazil olmuşsa aynen zabtedilmiş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kur'an'da ilâve-noksan söz konusu değil. Nazil olduğu şekli aynen koruyan en son kitabdır. Bundan sonra Müslüman oldum. İşte İslam'a girmeme sebeb olan araştırma böyle oldu.

  1. Kur’an’da ilim ne, ne kadar ve ne ölçüde bulunur?
  2. Kâinatı ve insanı anlatan bir kitab olarak her şeyi beyan eden Kur’an’da hiç bir şey eksik bırakılmamış (En’âm, 6/59), yaş, kuru her şey, münderecatına dâhil edilmiştir. İbn-i Mes’ûd, “Kur’an’da her şeye ait ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmişse de, bizim ilmimiz O’ndaki her şeyi anlamaya yetmez” derken, İbn-i Abbas, “Devemin ipi kaybolsa, onu herhalde Allah’ın Kitabı’nda bulurum” demekte, Süyûtî ise, Kur’an’da bütün ilimlerin yer aldığını ifade etmektedir (el-İtkan).

Son Nebî’yle kemale erdirilmiş mükemmel Din İslam’ın Kitab’ı ve dolayısıyla cihanşümûl olması hasebiyle Kur’an, bütün zaman ve mekânlara aittir. O, müfessirinden fakîhine, sosyologundan psikoloğuna, mutasavvıfından filozofuna, fizikçisinden kimyacısına, herkese, her asırda ve her tabaka ve seviyede ders verir; Kur’an’ı, O’nda kendini arayarak okuyan insan, “Kur’an bana hitab ediyor, bana beni anlatıyor” der. Bir de O’nu gırtlağından aşağı indirerek okuyabilirse, işte o zaman başına gelmiş gelecek her şeyi, hayatındaki zikzaklarını, karanlık aydınlık bütün hallerini ve hastalıklarını O’nda keşfeder ve dertlerine deva, hastalıklarına şifa olacak ilaçları da yine O’nun eczanesinden alabilir. Kur’an’da nefis terbiyesi, ruh ve kalb temizliği, vicdan muhasebesi, aile idâresi, çocuk terbiyesi, içtimaî münasebetler, âdâb-ı muaşeret kaideleri, ahlâkî mes’eleler, hukuk, iktisat, muamelât, kâinatta cârî kanunlar, ilim ve fenlerin esasları, medeniyet harikalarının fihristesi ve daha neler neler vardır.

  1. Kur’an’da mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymetine göre her şey vardır.
  2. a) Evet, Kur’an’da her şey vardır; fakat çapına, azametine, önemine, mâhiyet ve kıymetine göre vardır. Nedir en önemli mes’ele? Tevhid, nübüvvet, haşir, kulluk, ebedî saadeti kazanma, azaptan korunma... Bunlardan başka, Allah’ın kâinattaki icraatı, san’atlarının teşhiri, sıfât ve esmâsının tecellileri, sistem ve kürelerin muhteşem bir nizam ve âhenk içinde bunu ifade etmesi... Bütün bunlar, en ince ayrıntılarına kadar açık seçik anlatılmış; ayrıca, belli devrelerde ortaya çıkacak ilmî gelişmeler ve teknik buluşlar da, ehemmiyet ve kıymetlerine göre açıkça olmasa da, ya işareten veya remzen Kur’an’da yerlerini almışlardır. Neden açıkça değil? Şundan ki, Mesela, beşerin pek mühim gördüğü elektrik, tayyare ve füze gibi vasıtalar: “Biz neden Kur’an’da sarahaten geçmiyoruz?” diye soracak olurlarsa, karşılarına hemen Güneş, Ay ve yıldızlar, galaksi ve kuasarlar çıkıp: “Haddinizi bilin, bir sinek kanadı bile sizden çok daha mühim, çok daha san’atlı ve çok daha harikadır. Öyleyse, protokoldeki yerinizi karıştırmayın; siz ancak çapınız ölçüsünde Kur’an’da yer alabilirsiniz” der ve onları susturur.
  3. b) Kur’an’da her şey vardır fakat, muhtelif derecelerde ve çeşitli hüviyetlerde içtimaî düsturlar ve içtimaî ve kevnî kanunlar halinde vardır. Çok şey de, insanların çalışmasına ve gayretine terettüb eden nüve, çekirdek ve tohumlar halinde bulunur.

Deylemî’nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Efendimiz (sav), “Muhakkak her ayetin zâhirî, bâtınî, bir haddi ve müttalâ’ı (yani açık ve işaret yollu ma’nâları, ayrıca da muttalî olunan ve anlaşılabilen bir haddi); bundan başka, her biri için de dallar ve budaklar (ve fünuna ait ma’nâlar) vardır” buyurmaktadır.

  1. c) Kur’an’da her şey vardır ama herkes her şeyi O’nda olduğu gibi göremez. Gazalî’nin İhyâ’sında işaret ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in sarîh ve zâhirî ma’nâlarını havas gibi avâm da anlayabilir; bâtınî ve gizli ma’nâlar ise müdakkik ve mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur’an’ın “İlim’de kök salıp, derinleşenler” (Âl-i İmran, 3/7) diye tavsif ettiği gavvaslar, O ummâna dalıp inci, mercan çıkarırlar. Ama, herkes O ummana dalamaz; herkes O’ndaki cevheri görüp takdir edemez. Antika bir eşyaya demirciler çarşısında ancak ağırlığı kadar kıymet verirler; fakat antikacının yanında paha biçilmez bir değeri vardır O’nun . Demek ki, Kur’an’da çok şey, ancak çalışma, tefekkür ve ilhamla erbabının anlayabileceği nişanlar, işaretler, alâmetler ve ipuçları halinde bulunmaktadır.

 Kur’an-ı Kerim’in bütün ilimlerden açıkça bahsetmemesinin sebepleri nelerdir?

  1. Eğer Kur’an-ı Kerim, bütün ilimlerden açıkça bahsetmiş olsaydı, bu O’nun Allah Kelâmı olduğuna daha açık bir delil teşkil ederdi diye düşünülüyorsa, bu yanlıştır. Çünkü her şeyden önce Kur’an, modern ilimler kitabı olmadığı gibi, yukarıda temas ettiğimiz üzere takib ettiği esas mevzû da, dünya ve bilhassa Ahiret saadetini kazandıracak şekilde topyekûn insan hayatıdır. İlimlerin her zaman ve mekânda, her şart ve seviyedeki dünkü ve bugünkü insanın hayatında, bu hedef ve mevzû noktasından yeri nedir ki, Kur’an, sayfalarını mufassalan onlara ayırsın? Ayrıca, ilimlerin tafsîli bahsi, Kur’an gibi bir kitabın îcazına da ters düşerdi. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’de Ma’rifet-i İlahi, tevhid, nübüvvet, haşir ve ibadet gibi temel maksatlar çerçevesinde çok özlü ve îcazlı biçimde temas veya işaret ediliveren dünyanın yuvarlaklığı ve dönmesi, kutupların basıklığı, insanın yaratılışı ve ceninin anne karnında geçirdiği safhalar, atomlar ve parmak izleri, yağmurun teşekkülü, bulutların aşılanması ve ses ve görüntü nakli gibi pek çok ilmî ve teknik bahis, O’nun i’caz ve îcaz yönü kesintiye uğramadan ve yeterince yer almıştır.

Bu yönüyle de O, İlahi kelam olduğunu ilân ve isbat etmektedir.

  1. İlimler, tıpkı insanlar gibi doğuş, bebeklik, emekleme, çocukluk, delikanlılık ve olgunluk devirlerini yaşarlar. Önce nazariyeler ortaya atılır; sonra da üzerlerinde yapılan deney, tecrübe ve gözlemlere dayalı çalışmalardan ve muhakeme ve mukayeselerden sonra bu nazariyeler, ya çürütülür ya da o zamanki bilgi ve gelişmeler çerçevesinde doğru kabul edilirler. Çok zaman bu doğru kabul ediş bile, belli bir zaman dilimiyle sınırlı kalmaya mahkûm olup, daha sonraki araştırma ve gelişmeler, o doğruları da yalanlar ve neticede ortaya yeni doğrular çıkar. Bu doğruların da zamanla yalanlandığı ve yerlerini yeni doğruların aldığı çok zaman vâkidir. -Gerçi, ‘çekim kanunu’ gibi değişmeyen kanunlar da vardır; fakat bunlar, sayıca çok az olup, ilimler devamlı gelişmekte ve ilmî doğrular, zamanla doğruluklarını kaybetmektedirler- Mesela, bir zaman Newton fiziği, bir zaman da Einstein fiziği doğru kabul edilmiş, bir zaman ikisi de bir arada doğru gibi görülmüş, bugün ise Einstein fiziğinin de yanlışlar ihtiva ettiği ortaya çıkmıştır. Yarının neler getireceğini ise şimdilik bilemiyoruz. Aynı vakıa, kimyada da, biyolojide de, astronomide de bahis mevzûudur. Bu durumda Kur’an-dan, ilimlerin hangi devrinden bahsetmesini isteyeceğiz?
  2. “Herhangi bir asrın, diyelim ki 20 ’nci asrın insanına o asırdaki gelişmelerden bahsetseydi” denilecek olursa, o zaman da şu mes’eleler ortaya çıkacaktır:
  3. a) Kur’an, belli bir devrin değil, bütün zaman ve mekânların ve bütün insanlığın Kitabı’dır; hattâ, insanlarla beraber cinlerin de Kitabı’dır.
  4. b) Sadece belli bir asrın insanını memnun etmek, Kur’an’ın cihanşümullüğüne ve ana maksatlarına ters düşer.
  5. c) İlimlerin bu asırda ulaştığı noktadan bahsedildiğinde, dünün insanı bundan ne anlayacaktır? Batı’da dünyanın döndüğünü söylemenin bile insanları zindanlara ve giyotinlere götürdüğü bir asırda bugünkü ilmî seviye ve gelişmelerle, teknik vâsıtalardan bahsetmek, o asır insanını inkâra, taaccübe ve çok yanlış değerlendirmelere sevketmek demek olmaz mı? Yalnızca bugüne hitap eden bir kitab, önceki asırlar için nasıl muğlâklık, müphemlik ve anlaşılmazlıktan kurtulabilir?
  6. d) 21. ve 22’nci asırların yepyeni ilmî ve teknik gelişmeleri karşısında, o asırların insanları, Kur’an’a ‘20’nci asrın modası geçmiş kitabı’ gözüyle bakmayacaklar mıdır?
  7. e) Bugün doğru kabul edilen pek çok ilmî ‘faraziye’nin bir gün gelip de yanlış tarafları ortaya çıktığında Kur’an, yanlışlar ihtiva eden bir kitap durumuna düşmüş olmaz mı? Yanlışlarla dolu bir kitabın İlahi Kitab olduğunu kim kabul eder?

Kur’an, bütün zaman ve mekânlara ve her seviye ve şarttaki bütün insanlara hitab etmektedir; dolayısıyla dili, üslûbu ve ele alıp ihtiva ettiği mes’ele ve mevzûlar da şüphesiz buna göre olacaktır.

İlimlerin ortaya koyduğu bir mes’eleyi Kur’an’daki bir ayete tıpatıp uyar görsek bile, yine de ihtimaller içinde, “şöyle de olabilir böyle de” demeli ve o ayeti bahis mevzuu ilmî mes’eleyle te’vil, tefsir ve tevfikte acele etmemeliyiz. İlmî bir gerçekle, veya gerçek sanılan bir mes’eleyle bir ayet ya da hadîs arasında tam bir mutabakat görülse bile, yine de her zaman için mümkün olan değişmeleri ve kendi anlayış ve seviyemizi hesaba katarak çok dikkatli ve ihtiyatlı olmak zorundayız. Şimdi mes’eleyi daha da müşahhaslaştırmak için bir misâl verelim:

Günümüzde, AİDS’i, Kur’an’da geçen ‘dâbbetü’l-arz’la aynîleştirme mevzuu var. Kur’an’da, Allah’ın hükmü verildiğinde ‘dâbbetü’l-arz’ın çıkacağı beyan edilmekte (Neml, 27/82) ve gerek ayetten, gerekse ayetin siyak ve sibakından, bu dâbbenin bir Kıyamet alâmeti olduğu anlaşılmaktadır. Zuhuruyla beraber de yeryüzünde îmanî hayat bütün bütün sönüp, süratle bir îmansızlık dönemine doğru gidiş bahis mevzu edilmektedir.. yani dâbbe zuhur edince, artık, yeryüzü vazifesini tamamlamış ve “Allah” diyenler de âdeta yok denecek kadar azalmıştır. Ve, bütün elmas ruhluların gidip, kömür ruhluların ortalığı sardığı böyle bir dönemde, “yok olma” hükmünün verilmesi için ‘dâbbetü’l-arz’ çıkacak ve “gayrı bundan sonra insanlar îmana yanaşmayacak ve inananlarda yakîn hasıl olmayacaktır” diye, kömür ruhlulara ilânda bulunacaktır. Şimdi, Kur’an’ın verdiği bu kısa malûmat ve mevzuyla alâkalı hadîsler çerçevesinde, AİDS gerçekten ‘dâbbe’ olabilir mi, sorusuna cevap arayalım:

Her şeyden önce, dâbbe’nin çıkacağı kesin olmakla beraber, keyfiyeti mevzuundaki hasen, zayıf; çeşitli hadîslere ve kelimenin ma’nâsına bakılarak, bunun virüsten gergedana muhtelif mahiyetlerde olabileceğini söylemek mümkündür.

Evet, ‘dâbbe’, insanlar arasında salgın hastalıklara yol açan mikrop olabilir; fakat illâ ‘AİDS’ olur denemez. Çünkü, Kur’-ân’ın çizdiği sınırların dışına taşmanın sebep olduğu frengi gibi zührevî hastalıklar ve hatta, bir zaman beşeri kasıp kavuran sıtma, veba ve verem gibi hastalıkların da aynı çerçevede mütâlaa edilmesine bir mani yoktur. Sonra, Hz. Mesih (as)’in zuhurunu müteakip umumî durumu anlatan hadîslerde beşerin müptelâ olacağı öyle korkunç hastalıklardan söz edilmektedir ki, bunların mikroplarına da ‘dâbbe’ demek mümkündür. Kaldı ki, dünkü verem gibi, henüz tıbdaki her türlü gelişmeye rağmen bir türlü sebep ve tedavisi tam olarak keşfedilemeyen ve bir hücre anarşisinden ibaret olan kanser de en az AİDS kadar tehlikeli, öldürücü ve hem daha da yaygındır. Eğer, AİDS’i dermanı yok diye ‘dâbbe’ sayacak olursanız, şimdilik kanserin de dermanı yoktur.. ileride AİDS’e de, kansere de derman bulunamaz diye bir iddiada bulunmak ise doğru değildir. Hem böyle bir anlayış, Efendimiz (sav)’in yaşlılık ve ölüm dışında her derdin dermanının olduğunu beyan eden hadîsine de ters düşmektedir.

Binaenaleyh, ‘dâbbe’yi sadece AİDS veya benzeri bir başka hastalığa hamletmek, ayetin geniş, engin, şümullü ve bütün zamanları kucaklayıcı objektif ve çok buudlu edâsına ters düşer ve ma’nâyı daraltır.

Evet, Kur’an-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerin nurlu ve her zaman taze beyanlarının destek ve koltuk değneklerine ihtiyacı yoktur. Dışta hiç bir tezâhürü görülmese de, insan vicdanında apaydın sezilecek kadar parlaktır onlar. Bu kâbil pozitif netice ve istidlâller, olsa olsa bizim zavallı aklımıza konan toz ve toprağı alıp götürmeye mâtuf süpürgeler olabilir ancak. Bu cılız mes’eleler, o yüce hakikatları omuzlarında taşıyabilecek güçte değillerdir.

Sonra, ayeti, AİDS veya bir başka hastalığa hamletmek, ümidimize indirilmiş birer darbe demektir. Çünkü, ayette, ‘dâbbetü’l-arz’ çıkınca îman ve yakînin yerini sukût, gerileme ve inkırazın alacağı ifade edilmektedir. Halbuki, hadîs-i şeriflerin tebşirâtı altında, biz İslam’ın cihanda bir defa daha hâkim olacağına, kâinat ufuklarında bir defa daha şehbal açıp, dünya muvazenesinde yeniden ağırlık kazanacağına, Hristiyanlığın aslına avdetle İslam’a tâbi olacağına ve dünyanın dört bir yanında insanların Peygamber (sav)’i anacağına gönülden inanıyoruz. Bu bakımdan, ‘dâbbetü’l-arz’ı, Kıyamet’in kâfirlerin başına kopacağı karanlık zamanlarda bekliyoruz. O halde, ‘dâbbetü’l-arz’ mevzuunda da ifrat-tefrit arası muvazeneyi koymak gerekirse, şöyle diyebiliriz: “Bir başka tehlikeli hastalık gibi, AİDS de ‘dâbbetü’l-arz’dan bir fert olabilir; evet AİDS, ona ait vazifelerden bir kısmını görecek çok fertlerden biri ve bu hakikatten bir ma’nâ; bu nev’den de her asra bakan bir fert olabilir. Fakat, ‘dâbbetü’l-arz’ illâ ve mutlaka AİDS’tir denemez.”

Bugün yapılan yanlışlar, yalnızca ‘dâbbe’yle sınırlı kalmıyor. Bir ilim adamı çıkıyor, ilim adına marifet yapıyorum diye “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın” hadîsine, “Cüzzamın mikrobu tıpkı aslana benzemektedir. Bugün mikroskopla ortaya çıkan bu gerçeği Efendimiz (sav) 14 asır önce görmüş” diye yorumda bulunuyor. Halbuki, o mikrop hiç de aslana benzememektedir. Şimdi, böyle bir izahın yanlışlığı ortaya çıkınca -hâşâ-Efendimiz (sav)’den hilâf-ı vâki bir beyan sâdır olduğu intibaını vermeyecek midir? O halde, ayet ve hadîsleri ilimlere göre açıklamaya çalışırken, daima “fîhi nazar” deyip, daha başka ihtimalleri nazara alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır.

Nükte...

      Bir Kur'an mualliminden, çok genç bir delikanlı ders almaktaymış. Bu delikanlının benzinin cidden solgun olduğunu farkedenler, hocaya demişler ki: "Bu genç Kur'an oku_mak için bütün gece uyanık duruyor ve Kur’an'ı bir gece zarfında hatmediyor." Bunun üzerine hoca sormuş:

      -Oğlum, haber aldım ki, sen bütün gece uyanık duruyor ve Kur'an'ı hatmediyormuşsun.

Delikanlı bu söylenenin doğru olduğunu bildirince, hoca:

      - Oğlum, şu halde bütün gece zarfında Kur'an okurken beni önünde farzet ve namazda bana Kur'an okuyormuş gibi yap, fakat beni hiç hâtırından çıkarma, demiş.

      Genç talebe bu teklifi kabul etmiş ve sabah olunca aralarında şu konuşma geçmiş:

      -Dediğimi yaptın mı?

      - Evet efendim.

      -Kur'an'ı hatmedebildin mi?

      - Hayır, yarısından fazlasını okuyamadım.

      - Oğlum, o halde bu gece, Hz. Peygamberden Kur'an'ı dinlemiş olan herhangi bir sahâbîyi düşünerek oku. Dikkatli ol, çünkü sahâbîler Kur'an'ı bizzat Hazret-i Peygamberden dinlemiştir. Bu sebeble okurken sakın hatâ işleme.

      Delikanlı "peki" dedikten sonra, o gece yine Kur'an okumuş, fakat bu sefer ancak dörtte birini okuyabildiğini hocasına söylemiş. Ertesi gece için de hocası O’nun  bu sefer bizzat Hazret-i Peygamberi düşünerek okumasını tavsiye etmiş, genç adam da öyle yapmış, fakat Kur'an'ın sadece bir cüz'ünü okuyabildiğini fark etmiş. Nihayet, şeyh ona:

      - Oğlum, bu gece de Allah'a tevbe et ve kendini hazırla... Ve Allah'ın huzurunda Kur'an okuduğunu düşün... demiş.

      Ertesi gün, hoca, talebesinin gelmesini beklemiş, fakat gelen olmamış. Durumu öğrenmek üzere gönderdiği bir adam, gencin hasta yattığı haberini getirince, üstad bizzat giderek talebesini ziyaret etmiş ve onu ağlarken bulmuş. Genç adam hocasına:

      -Hocam, Allah size çok sevablar ihsan eylesin. Ben şimdiye kadar Kur'an'ı yalan yanlış okuduğumu, ancak bu son gece fark ettim. Çünkü Fâtiha suresini açıp okumak istediğim zaman "Ancak sana ibâdet ederiz" ayetine gelince, kendi nefsime bir baktım ve Cenâb-ı Hakk'ı bu ayetle tasdik ettiğimi göremedim. Bu sebeble de "Ancak sana ibâdet ederiz" (İyyâke na'büdü) demekten, (yani bu ayeti okumaktan) utandım... Mütemâdiyen "Mâliki yevmiddîn" ayetine kadar gelip bir türlü "İyyâke na'büdü" ayetini okuyamadım... Böylece rükûa vardığım zaman, artık tan yeri ağarmıştı..." demiş.

İbnü'l-Arabî'nin rivayetine göre, bu delikanlı bir saat sonra rûhunu teslim etmiş. Bir müddet sonra da üstad, bu gencin kabrini ziyârete gittiği zaman, mezardan şu sesin geldiğini işitmiş:

      - Ey üstâdım, ben diri (olan Allah'ın) indinde diriyim. Allah beni herhangi bir bakımdan hesâba çekmedi...

"Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor" deniliyor, izah eder misiniz?.

Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatları Kur’an birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zâviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur’an ayetleri arasında muvâfakat bulunacak ve heryerde Kur’an'ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak isbatlanmış şeylerdir.

Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:

"Allah kimi doğru yola iletmek isterse O’nun  göğsünü İslam’â açar. Kimi de saptırmak isterse O’nun  göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmıyanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir. " (En'am-125)

Bu ayet bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki burada "Sema" kelimesi kullanılıyor' Yessa'adu" fii-linin aslı "sa âdu yessa âdu" yükselme, yukarı doğru çıkma demek, bu tefe'ül babına konulup denilerek, tekellüfün hakim olduğu,yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatına işaret edilmektedir. Yessaâdu fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur’an şu gerçeği dile getiriyor: İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.

Başka bir misal:

"Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz. " (Hicr-22)

Bu ayet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur’an'ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; Rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutlan sıkıştırarak yere yağmuru aşılar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.

Yine bu ayet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki Kur’an 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir.

Bir başka ayet; "ve min külli şey'in halaknâ zevceyn" "Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık" (Zâriyat-49) Arapça'da, "umum" bütün mânâsına gelen "kül" kelimesi marifeye (bilinen) muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye (bilinmeyen) muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar ferd varsa hepsini ihtiva eder. "Ve min külli şey'in halaknâ zevceyn "derken buradaki "Şey 'kelimesi nekredir.

"Herşeyi çift yarattık" demektir. Allah'a bile "şey" denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O'nun dışında olan herşey çift olarak yaratılmıştır.

İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılarda öyle çifttir. Nebâtat ta çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Ayetteki "Zevceyn" kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta herşeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca herşeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez.

Yâsin suresindeki ayet bu hakikatı daha mufassal olarak şöyle anlatıyor:

"O Allah'ı tesbîh ü takdis ederiz ki; yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. " (Yasin-36)

Görüldüğü gibi o günün insanının müşahedesine arzedilen tablO’nun  dışında o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki;"daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı''.

Başka bir ayet ve başka bir mevzu:

"Semâyı azametle biz kurduk ve ona durmadan vüs'at veriyor ve genişletiyoruz. " (Zâriyat-47)

Arapçada fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. "Ve innâ Ie mûsiûn,' bir isim cümlesidir ve mânâ itibariyle üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, "Eskiden genişlettik, bıraktık ", "Şu anda genişletiyoruz ","İleride genişleteceğiz" gibi mânâlara değil de "Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz" mânâsına geliyor.

En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna,bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922'de Astronom Hubble bildirilmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye (Galaksi elemanı, yıldız ) bizden senede yüzaltmışsekiz kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hıza ulaşmakta. Bu da Belçika'lı matematik alimi, râhip Lemaitre'nin iddia ettiği gibi kâinat'ın,genişleme (expansion) halinde olduğuna delâlet eder.

İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren "Mekân genişlemesi" 1400 sene evvel Kur’an-ı Kerim'de zikrediliyordu.

Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümminin göıüyle görülen bu hakikât karşısında Kur’an'a "senin taleben oldum" devip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.

Bir diğer ayetde ise :

"Gökleri ve yer'i hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor Güneş'i ve Ay'ı buyruğu altına aldı"(Zümer-5) buyuruluyor.

Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir.

Arapçada tekvîr kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre ayet; "Geceyi gündüze gündüzü` geceye sarıyor. " demektir. Böylece yükevviru kelimesiyle Küre-i Arz'ın küreviyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Naziat Suresinin 30. ayetinde bu mesele kelimenin kökü itibariyle daha açık, anlatılmaktadır; "Uel ârda ba'de zâlike dehâhâ" "Gökleri nizâma, intizâma koyduktan sonra Yer'i de Allah, deve kuşu yumurtası haline getirdi. " (Nâztât-30)

Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Te'vil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur’an'ın bu hakikatını da hâfızada tutmada yarar var.

Bu hususlarda Kur’an'ın işaret etmiş olduğu çok ayet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz.

Ayrıca; Kur’an terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz'etmiştir. Ama terbiye-i Kur’an bırakılarak, denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakır keyif tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur’an'la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, O'na teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapt-ü rabt altına alma da yine Kur’an'ın emirleri ile tahakkuk edecektir.

İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim "ahirzaman" dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur’an'ın hakikatları-inşaallah-araştırıcılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur’an'ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resûlüllâh diyecektir.

Kur'an’ın Kur'an’la Tefsiri

Kur'an'ın Mantük Ve Mefhumu

Kur’an’ın bir kısmını tefsir eder.[145][24]

Müfessirler, başka ayetle karşılaşıldığında delâlet daha da vuzuha ka­vuşan her bir ayetle karşılaştıklarında bu cümleyi tekrar ederler. Kur'an tefsirinde bu metoda başvurmaları haklarıdır. Çünkü Kur'an'ın delâleti, in­celik ve şumüllülük yönüyle daha üstündür. Her nerede tahsis edilmesi gere­ken bir âm, takyid edilmesi gereken bir mutlak ve tafsîl edilmesi gereken' bir mücmel nas ile karşılaşırsak başka bir yerde onu tahsis eden, takyid eden veya tafsil eden bir nasla karşılaşırız. İşte Kur'anda mevcud olan bu şümullü delâlet, her biri, Kur'an'ın kendisine davet ettiği her düşünce-ve tas­vir ettiği" her tabloya bariz olan bir alâmete işaret eden özel terimler koy­maları hususunda âlimlere rehberlik etmeye ehildir. İşte bu noktadan hare­ketle İslamî çalışmalarda Kur'an'ın mantuk (anlam) ve mefhumu, âm ve hassı, mutlak ve mukayyedi, mücmel ve mufassalı gibi terimler ortaya çık­mıştır. Bu terimlerin ve benzerlerinin tarifi yapılmış ve onlara delâlet eden pekçok misal zikredilmiştir. Böylece bu terimlerle ilgili âlimlerin biribirinden farklı rnetodları doğmuştur. Onlardan kimi bunları teşriî bir metod üzere inceler ki bunlar usûlcülerdir. Kimi mantıkî bir temel üzere İnceler ki bun­lar keigmcılardır. Başkaları da - biz de bu araştırmamızda onlara dahiliz.-dil ve edebiyat açısından bu terimlere bakmayı tercih ederler. Ki, Kur'an'in meramını anlatmak hususunda takip ettiği üslûbu zevkle ve arzu ederek inceleyebilsinler. 

Bu terimler arasında öncelikle bilinmesi gereken Kur'an'm mantûk (an­lam) ve mefhumudur. Çünkü bu iki terim lafız ve manadan çıkarılan Kur'anî delâlet nevilerini açıklayarak nassi, zahirî ve müevveli, hitabın muhtevası­nı vasıf, şart ve hasrı ihtiva ederler. Bu meseleyi, Allah'ın Kitabında dağı­nık halde bulunan çeşitli «misallerle» açıklayacağız.

Mantûk'un tarifinde şöyle demişlerdir: «Sözün söylendiği yerde lafzın kendisine delâlet ettiğidir. [146][25] Mantûk'un tarifinde ayeti telaffuz etmek bile O’nun  neye delâlet ettiğini anlamaya yeterli olduğunu göz önünde bu­lundurmuşlardır. Bu lafzın, kendisinden başkası için kullanılmış olmasına ihtimal bulunmadığı snass» İçin gerçekten apaçıktır. Yüce Allah'ın şu sö­zünde olduğu gibi: «...hacc günlerinden (ihramlı olarak) üç, döndüdüğünüz vakit yedi gün olmak üzere oruç tutmak {vacib olur ki) bunlar tam on (gün) eder.» [147][26]Burada lafzın, ayetin ifade ettiği on günün dışında başka bir-" şeye ihtimali mümkün değildir. Kendisine karşı tercih yapılan başka bir manaya muhtemel olmakla birlikte akla ilk gelecek manaya delâlet eden «zahir» nass da mantûk'un bir çeşididir. Çünkü akla gelebilen râcih mana­ya delâleti sözün söylendiği anda tamamlanmaktadır. Söylenen lafızdan râ­cih olan, kendisine karşı tercih yapılandan önce gelir. Yüce Allah'ın şu sö­zü bunu açıklamaktadır: Bununlaberaber her kim bunlarda da çaresiz kalırsa, tecâvüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak üzere yiyebilir.» [148][27] Ayette geçen kelimesi ikimanaya gelir: Bunlardan bîri cahil manası olup bu mercuh (kendisine karşı tercih yapılan) manadır. İkinci mana râcih olup zalim (tecâvüz eden) mana­sıdır. Çünkü ayetin siyakından akla gelebilen ilk mana budur. [149][28] Zahirine hamledilmesi mümkün olmayan ve siyakın tayin ettiği başka bir manaya hamledilen «müevvel» de mantûk'un bir çeşididir. Çünkü kendisine hamle­dilmesi mümkün olmayan zahiri, mercuh ve siyakın tayin ettiği manası ise râcihtir. Neredeyse lafzın kendisi onu ifade etmekte ve ondan haber ver­mektedir, Buna misal. Yüce Allah'ın şu sözüdür: «Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir.» [150][29] Beraberliği, Allah'ın zatının yakınlığına ham­letmek mümkün değildir. [151][30] Ama bunun kudret, ilim ve gözetme ite te'vil edilmesi sahih bir mana olup yapmacığa kaçmadan lafzın anlamının kendi­sinden bu mana anlaşılmakta ve insan onu hemen kavramaktadır.

Mefhumun tarifinde ise şöyle demişlerdir-, «Sözün söylendiği yerin dışın­da kendisine delâlet ettiğidir.» [152][31] Tarifinde, sözün delâleti için biricik yot olarak zihindeki manayı göz önünde bulundurmuşlardır. Şayet manaya hüküm olarak da muvafık ise, buna mefhum-İ muvafık ismi verilir. Şayet muvafık değilse, ona da mefhum-i muhalif denir. [153][32] Bu iki mefhumun her birinin kendisine bağlı fer'leri vardır. Mefhum-i muvafık şayet kabui edilme ve değerlendirme hususunda evlâ olan manaya delâlet ediyorsa bu­na «fahva'l-hitab (söylenen sözün muhtevasına giren) » İsmi verilir. «Onla­ra «öf» bile deme» [154][33] nassmın ebeveyni dövmenin haramhğtna delâlet et­mesi gibi. Çünkü onlara «öf» demek haram kılmmtşsa onları dövmek evle-viyetle haramdır. Şayet eşit manaya delâlet ediyorsa ona da «lahnu'l-hitab (söylenen sözden anlaşılan mana) » ismi verilir: «Gerçek yetimlerin malları­nı haksız olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş ofurlar. Onlar çıl­gın bîr ateşe (cehenneme) gireceklerdir.» [155][34] ayetinin, yetimlerin mallarint yakmaya da delâlet etmesi gibi. Çünkü haram kılınmaktan maksat, ye­timlerin mallarının telef edilmesidir. Bunun yenilmesi suretiyle olsun, yahut yakılması şeklinde olsun aynıdır. [156][35]

Mefhum-i Muhalif de birkaç kısımdır. Bu kısımların en önemlileri şun­lardır: Mefhum-i vasfı, mefhum-i şartı ve mefhum-i hasrî. [157][36]

Mefhum-i vasfînin çerçeveei genişletilerek sadece sıfat ile yetinilme-miş aksine, vasıf ifade eden hal, zarf ve sayı gibi hususlar da şümulüne alınmıştır. [158][37]

Sıfata misal: «Eğer bir fasık size bir haber getirirse, O’nun  iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz.» [159][38] Bu ayetin mefhumu, muhalifinden fâsık olmaya­nın getirdiği haberin iç yüzünü araştırmamamız gerektiği anlaşılmaktadır.[160][39] Şayet fısk yerine adalet ile nitelenen biri bir haber getirirse onu he­men kabul eder ve haberine hüsn-ü zan besleriz. İşte âlimler buna dayana­rak adalet sahibi bir kişinin rivayet ettiği bir haberi kabul etmemizin vacib olduğunu çıkarıyorlar.

Hâl'a misal: «Ey iman edenler, sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaş­mayın. Tâ ki (ayık olup) ne dediğinizi bilinceye kadar.» [161][40]Ayetten mak­sat mü'miniere sarhoş edici şeyleri yasaklama hususunda tedriçtir. Nama­za, ancak ayık iken; namaz kılanın ne dediğini bilecekken yaklaşılır. Kişs sarhoşken yaptığını şuurlu olarak yapmaz. O’nun  için sarhoş oldukları hal­de mü'minlerin namazı caiz olmaz.

Zarfa misal: «Arafattan indiğiniz zaman Meş'ar-i Haram'da anın.» [162][41] Ayet, Allah'ın özel olarak zikredileceği mekânı belirtmiştir. Şayet bu mekâ­nın dışında bir yerde Allah zikredilirse, istenenin dışında birşey yapılmıştır. [163][42]Taabbûdî olan bîr hususun illeti aranmaz. Çünkü Şâriin istediği şe­kilde onu yerine getirmek, Allah'a itaat etmeye bir delildir. Onu arttırmak da, eksiltmek gibi ma'siyettir ve işi yerli yerine oturtmamaktır. Yüce Allah'­ın «Hacc bilinen aylardır» [164][43] sözünde de aynı şey söylenir. Bu, hacının ihrama gireceği zaman zarfının tayindir. Şayet bu ayların dışında ihrama girerse haccı sahih olmaz. [165][44]

Eksik sayfa 242-243

Üçüncüsü: Cinsi tarif eden « Jt » takısı ile marife kılınan ister müfret olsun ister çoğul olsun umum ifade eder. Müfrede misâl: «Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin.» [166][45] çoğula misâl-, «Mü'mtnler saadete ermişlerdir.» [167][46]

Dördüncüsü: İzafet ile marifelik kazanan çoğul. Misâl: «Al­lah çocuklarınız hakkında sîze vasiyet eder...» [168][47] «Mallarından sadaka el.» [169][48]

Beşincisi: Şart isimleri: Misâl: «Bunları yapan günaha girmiş olur.» [170][49]

Altıncısı: Nefi siyakında gelen nekre. Misâl: «Hazinesi Bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur.» [171][50]

Bu kelimeler onları tahsis eden bir durum varid olmadıkça umum ifa­de eder. Tahsis ediciler ise pek çoktur. Öyle ki bazı âlimler, tahsisi kabil olmayan ve umum üzere kalan bir nassın olmadığını tasavvur ederler. [172][51] es-Suyûtî, umum ifade etmek üzere kalan bir misal bulmaya gayret etmiş ve onu şu ayette bulmuştur: «Sizlere, analarınız, kızlarınız, kızkardeşleri-niz, halalarınız, teyzeleriniz.........haram kılındı.»[173][52]  Bu mahremlerinhepsinde umum devamlıdır. Aslında umum üzere kalanı bulmak için bu kadar yorulmaya gerek yoktu. Umum üzere kaian âmm Kur'anda mevcut­tur. Lâkin tahsisi istenen amma nazaran umum üzere kalanı daha azdır. Kesinlikle umum ifade etmek üzere kalan ve ne tahsis ne de tebdile ihti­mali olmayana misâl olarak şu ayetlerde geçen İlahi kanunları verebiliriz-. «Her diri şeyi sudan yarattık.» [174][53]«Yerde yürüyen hiçbir can­lı  hariç olmamak  üzere nzıkları  Allah'ın üzerinedir.» [175][54]«Her   ümme-tin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık bir saat geri de kalamaz­lar, öne de geçemezler.» [176][55]

Gerçekten çoğu zaman umum ifade eden bir hüküm geldi mi, O’nun  umum ifade etmesini engelleyen bir karine beraberinde mevcuttur. Misâl: «Medinelilere ve eivarlarındaki çöl bedevilerine, Rasûlullah'ın emrine aykırı hareket etmek (ve yaptığı savaştan geri kalmak) uygun olmadığı gibi, ken­disinin,, bizzat katlandığı zahmetlere onların da katlanmaya rağbet et­memeleri yaraşmaz.» [177][56] Burada Medine ehlinden ve çöl bedevilerinden ancak cihada gücü yetenler kastedilmiştir. Âciz olanları bu ifade kapsa­maz. Çünkü akıl, onların, bu hükmün dışında kalmalarını gerektiriyor. «Bu beyti hacc (ve ziyaret) etmek Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.» [178][57]ayetinde de durum aynıdır. Burada da ancak mükellef olanlar kastedilmiştir. Çocuk ve deliler bunun şümulüne girmez. Akıl, bunu gerektirir. Kendisiyle husus kastedilip ifadeye güzellik ve düşünceye açıklık kazandıran belâğî bir maksatla umum olarak getirilen de vardır. Şu ayetle olduğu gibi: «Yok­sa onlar Allah'ın fazlından insanlara verdiği şeylere (nimetlere) karşı haset mi ediyorlar.?» [179][58] Burada insanlardan maksat tek kişidir ve o da Allah'­ın Rasûlü Muhammed (s.a.v.) dir. Ayette tekil değil de çoğul getirilmesi, O’nun  insanlık için en üstün örnek olmasıdır.

Şayet Allah Peygamberine «Ey Peygamber, Allah'tan sakın» [180][59] şeklinde hitap ediyorsa, vaz'î delâlet yoluyla hitap bütün ümmete şâmil de­ğildir. Başka bir delil ile onları kapsar ki o da, ona uymakla emrolunmaları-dır. Ama hitabın ona has olduğuna delâlet eden bir delil varsa o zaman üm­met hitabın şümulüne girmez.

Övme ve yerme âm olanı umum dışına çıkarmaz. Misâl: «Altını ve gü­müşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcdmayanlar (yok mu) İşte bunlara pek acıklı bir azabı muştula.» [181][60] «Hakikaten iman edip de iyi amel (ve hareket) lerde bulunanlar (a gelince): Onların konaklan da firdevs cennetleridir.» [182][61]

b- Kur'an'ın hâssına gelince, o, tek bir ferde delâlet eden - Muham­med gibi - yahut neviden birine delâlet eden - adam gibi - yahut da belli bir kemiyet ve sayıya delâlet eden - iki, on, bin ve kavim, millet, gurup gi­bi - lafızlardır. [183][62] Kur'an'ın hâss lafzı mutlak veya mukayyet olabileceği gibi emir veya nehiy de olabilir.

Eksik sayfa 246-247.

ip-iikten ayirtedilmesinin ne anlama geldiği kapalı kalacak ve çeşitli ihtir nal-ler sözkonusu olacaktı.[184][63]

Ya da mücmeli açıklayan ondan ayrı olarak başka bir ayette gelir. [185][64]Mesela: «O gün birtakım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır.» [186][65] ayeti, kıyamette Allah'ın görülmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. İşte bu ayetle, «Gözler O'nu görmez (O'nu bihakkın idrak edemez) » [187][66] sözü açıklanmış olmaktadır. Çünkü bu ayetin aslında Allah'ın görülmesini r.ed mi ettiği yahut O'nu ihata edip kapsamayı mı reddettiği açık değildi ve bunların her ikisi de muhtemel idi. [188][67]

Mücmelin açıklanması, Peygamber sünneti ile de olabilir. [189][68] Çünkü Kur'an ve Sünnet daima hakkı ibraz hususunda biribirlerine yardımeı ve destek olurlar. Öyleki onlardan her biri diğerinin umûmunu tahsis ve icma-lini tebyin eder. [190][69]

Bu daha çok sözlük manalarından alınıp şer'î manalarda kullanılan kelimelerde vaki olur.: «Namaz» gibi. Namazın söz ve fiillerini Rasûlullah (s.a.v.): «Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, öylece kılın.» hadisi ile açıklamıştır, Zekatın miktarlarını da Rasûlullah açıklamış yine hacc es­nasında nasıl davranılacağını o bildirmiştir. [191][70]

Yine[192][71] ayetinde geçen nin ne olduğunu o açıklamış ve şöyle buyurmuştur: «Hiçbir gözün görmedi­ği, kulağın duymadığı ve beşerin kalbinde tahayyül etmediği; (kısacası) bil­diğinizin (üstünde) birşeydir.» [193][72]

Sünnetin Kur'an'ı desteklemesi ve mücmelini açıklamasıyla ilgili olarak İmam Ebul-Hakem b. Berrecan [194][73]«el-İrşad Fî Tefsiri'l-Kur'an» isminde bir eser yazmış ve şöyle demiştir: «Peygamber (s.a.v.) ne demişse Kur'an-dandır; uzak veya yakın aslı onda mevcuddur. Anlayan onu anlamış olsun, anlamayan anlamamış olsun o, mutlaka vardır.» [195][74]

 

Nass Ve Zahir

Nass ile, söylenişine sebep olan asıl manaya kendi sigasıyla delâlet eden kastedilir.[196][75] Yüce Allah'ın: «Allah aiış-verişi heial ve ribayı haram kıldı» [197][76] ayetinde olduğu gibi: Bu söylenişte kastedilen asıl mana; helal olan a!ış-verişle haram olan faiz arasında her türlü benzerliği reddetmektir. [198][77]

Bu hükümle amel etmenin gerekliliği bedihîdir. Çünkü bu, Kur'an'ın hedef aldığı şeylerdendir ve Kur'an'ın ifadesinin ona delâleti apaçık bir şe­kilde ortadadır.                                  ;

Zahire gelince, O’nun la başka bir şeye muhtaç olmadan kendi ibare­sinden hemen anlaşılan kastedilir. Lâkin kendisinden anlaşılan mana siya­kından asıl olarak kastedilmiş değildir. [199][78] Yüce Allah'ın şu sözünde oldu­ğu gibi: «Sizin için helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet adaletli olamayacağınızdan endişe ederseniz bir tane ile yetinin.» [200][79] Bir karîneye baş vurmaksızın akla gelen ilk mana, kadınlar­dan helal olanlarla evlenmenin mubah olduğudur. Lâkin ayetin siyakından asıl olarak kastedilen bu değildir. Çünkü ayetin söyleniş sebebi, sayıyı dör­de veya bire inhisar ettirmektir.

Zahir ile de amel etmek vacibtir. Çünkü lafız, görünürdeki manasın­dan ancak bir karine ile başka manaya çekilir. Şayet karine var ise, görü­nürde olan mananın başkası ile amel edilir. [201][80]

Sayfa 250-251 eksik.

senecek durumda birşey kalmamıştır. Şayet veya denilseydi, bu mana ifade edilmemiş olurdu. O zaman ifade, saca ak düşmenin genelde (yani beyazlığın siyahlıktan fazla olduğu) manasından ötesi anlaşılmazdı. sözü de bu­nun benzeridir. Yani ateş evin tamamını sarmıştır. Tamamını kaplamıştır. Her tarafını sardığı gibi ortası da alev almıştır. Ama  dediğinde bu mana ifade edilmez. Aksine, evin ateşe tutulması ve bir za­man evin tamamını kapsadığı ve her tarafının içerisinde olduğu anlamına gelmez. Kur'an'dan bunun benzeri Yüce Allah'ın «Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık.» [202][81] ayetidir. Burada fışkırmak mana yö­nüyle kaynaklar içindir. Ama lafız yönüyle, tutuşmanın boşa isnad edil­mesinde olduğu gibi burada da şumulluluk ifade edilmiştir. Yani yer tama­men kaynaklar olmuştur ve her yerden su fışkırmaktadır. Şayet lafız za­hirine hamledilip veya de­nilmiş olsaydı bu mana ifade edilmemiş olurdu. 0 zaman mana, suyun yer­yüzünün çeşitli yerlerinde bulunan kaynaklardan fışkırdığı şeklinde olur­du. [203][82]

Bu metni - uzunluğuna rağmen - olduğu gibi nakletmeyi tercih ettik ki, yapacağımız tasarruflarla düşüncesinin güzelliğini bozmuş olmayalım. Böylece ortaya çıkmıştır ki - bu ifadeleriyle - Kur'anî tasvire tutkundur. Üs­tün hayallerine düşkündür. Her ne kadar asrının belagat ehli gibi Kur'an'ın cüz'i bir anlık bakışı üzerinde durur ve genel özelliklerini tam olarak kap­samıyorsa da alıcı; uyum içerisindeki üslûbunun idrakindedir.

Daha sonra el-Vâsıtî er-Rummânî [204][83] (öl. H. 384) «el-İ'câz» isimli kitabıyla gelir. Aslında bu kitabında er-Rummânî yeni- bir görüş getirmiş de­ğildir. Kur'an üslûbu için daha üstün bir araştırma da değildir. Daha sonra el-Kadî Ebû Bekr el-Bakıllânî (öl. 403) gelir ve «İ'cazu'l-Kur'an» isimli meş­hur eserini yazar. el-Bakıllânî bu kitabında Kur'anî belagatın konularının çoğunu almıştır. Ancak kitabının genişliğine ve şumulluğuna rağmen ça­ğında i'caz konusunda hakim düşüncenin tasvirinden başka birşey değil­dir. Kitapta kelâmı meselelere o kadar yer verilmiştir kî bu eser, Kur'an'da-ki sanat güzelliğini inceleme özelliğini yitirmiştir.

Bütün bunlardan şu neticeye varıyoruz ki, Kur'an'ın belağatini araştı­ran eski âlimler, sırf sanat ortamının çok uzağında bulunan pek çok me­sele ile uğraşmışlardır. Böylece konu başlıkları ve taksimata dalmaları, Allah Kitabının tasvir ve ifadesinde kullandığı ve ruhları silkeleyip duyguları coşturan ve gözyaşlarını çoğaltan ortak genel özelliklerini idrâk etmeleri­ne fırsat vermemiştir.

Ancak son asırdaki Arap edebiyatı atılımı araştırmacıların gözlerini, Kur'an-ı Kerim'deki sanat güzelliği unsurlarına dair yeni makalelere çevir­miştir. el-Menar'ın sahibi Reşid Rıza'nın Kur'an'ı anlama konusunda başa­rılı bakışları vardır. Üstadı Muhammed Abduh'un da aynı şekilde başarıla­rı mevcuttur. Reşid Rıza, kendi tefsirinde O’nun  bu görüşlerine yer ver­mektedir. Mustafa Sadık er-Rafiî'nin de «Tarihu Âdâbi'l-Arab» isimli kita­bının ikinci cildinde bu alanda parlak sözleri olmuştur. er-Rafiî bu cildi Kur'an ve nebevî belağate tahsis etmiştir. Bütün bunlardan sonra Seyyid Kutub'un «et-Tasvîru'l-Fennî fi'l-Kur'an» isimli kitabında Kur'anî güzelliği anlama hususunda zekîce buluşları, doğru istinbatları ve olgun fikirleri mevcut olup bu konulardaki görüşlerini gayet parlak bir uslûb ile anlatmış­tır.

Mustafa Sadık er-Rafiî, Kur'anda mûsikî nazım konusuna özel bir İlgi göstermiş ve görüşünü şöyle belirtmiştir: «Onda mevcut olan mûsikîyi kim­se ortaya koyamaz. Harflerinin ses ve mahreçleri itibariyle mevcut tertiple­rinden ve seslilik ile sessizlik, şiddet ve rahavet, tefhîm ve terkik gibi hu­suslarda biribiriyle tam bir uyum içerisinde olmalarından dolayı bu musikî ancak kendisine hastır.» [205][84]

Görüşünün daha iyi anlaşılabilmesi için serdettiği misallerden bazı­sını zikretmemiz gerekiyor. Şayet nazım içerisindeki Kur'an lafızlarını ince­leyecek olursan görürsün ki sarfı ve luğâvî harekeleri kelimenin vazedilişi ve terkib içerisinde fesahat yönüyle harflerin kendilerinin mecrasındadır. Onlardan bazısı diğer bazılarına zemin hazırlar ve biribirlerine destek olur­lar. Onları harflerin sesleri ile tam bir uyum içerisinde görürsün. Musikî na­zımda onlarla tam bir ahenk sağiarlar. Hatta bazen harekenin, herhangi bir sebebten dolayı telaffuzu ağır olabilir. Ona tatlılık ve akıcılık kazandırıla-maz. Hatta bazen sözde hem harf ve hem de hareke yönünden eksiklik payı vardır. Ama bu durumda olan bir harekenin Kur'an'da kullanılışına şaşar­sın. Görürsün ki ondan önceki harf ve harekelerin sesleri dilde ona zemin hazırlamış ve onu çeşitli nağme ve musikî ile kuşatmıştır. Öyleki o ortam içerisinde telaffuzu ağır olan hareke artık bir tatlılık ve incelik kazanır. Ar­tık tam yerli yerinde kullanılmıştır ve bu yerde hafif telaffuzu ve güzelliğiy­le en uygun harekedir.

Buna misal olarak kelimesinin çoğulu olan keli­mesini ele alalım. Bu kelimede ötre harekesi, hem nûn hem de zâl'da ard arda geldiği için ağırdır. Kaldı ki bu harflerin kendileri dile ağır gelen harf­lerdir. Özellikle sözde fasıla olarak geldikleri zaman. Bütün bunlar ağırlığı

Eksik Sayfa 254-255

kün değifdir. Hatta bunları isbatlayan deliller sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bu konular, Kur'an'ın beiağatinden çok Kur'an felsefesine girer. Ay­rıca fesahat ehli olan Arablara bunlarla meydan okunmamıştı. Kur'an Arablara, üslûbuna benzer getirmek, ifadesi gibi ifade etmek, ulaşılama­yan tasvir gücüne ulaşmak hususunda meydan okumuştu. Bu yüce Kita­bın i'cazı, ancak O’nun  sihridir. O’nun  bu sihri, vahyin ilk döneminde kafbleri etkilemiştir ve henüz o zaman teşri ile ilgili ayetleri, gaybî konularda haber verişleri ve hayatla insan hakkındaki büyük küllî bakışı inmiş değildi.

«Kur'an İlimleriyle ilgili gelenekçi kitaplardan birine - Mesela es-Su-yûtî'nin el-İtkan'ına - selef âlimlerine nisbetle i'caz vecihlerînden biri olma­sı itibariyle ondan sadece Kur'an'ın üslubuyla ilgili olanları çıkarmak için şöyle bir göz gezdirecek olursak birçok konuyla karşılaşırız. Bu konuların başlıkları, çağımız i'caz anlayışımızın ileri sürdüklerine birçok işaretler var­dır. Lâkin konular okunduğunda Kur'an'ın güzelliğiyle ilgili,detaylı bir malu­matla karşılaşmayız. Ancak şu görüşe varırız ki; eski âlimlerimiz meseleleri konulara ve maddelere ayırmaya ve az sayıdaki misallerden birçok belagat kaidesi üretmeye fazla düşkün idiler. İşte es-Suyutî, «el-itkan» ına Kur'an belağatini ilgilendiren bütün konulan, sayısı küçümsenemeyecek önceki kitaplardan emanet ve ihlasla nakledip derlemiştir. Bu kitabında Kur'an'ın teşbih ve istiaresini, kinaye, ta'riz, hakikat ve mecazını, hasır ve ihtisasını, i'câz ve itnabtnt, haber ve inşâsını, cedel, mesel, ve yeminlerini incelemiş­tir. Hemen hemen Kur'an'ın edebî sanatlarıyla İlgili ne varsa hepsini kita­bına dercetmiştir. Öyle ki, neredeyse müfessirlerden birinin Kur'an güzel­liğiyle ilgili nerede güzel bir sözü varsa onu kaçırmamıştır. Ama - uslûb unsurunu üstün tutmamız ve i'câzda onu temel unsur olarak almamıza rağmen - bu geleneksel konu ve araştırmalardan Kur'an'ın gerçek sihir kaynağını bulamıyoruz. Ancak şuna kuvvetle inanıyoruz ki bu sihir, Kur'an üslûbunun kendisinde saklıdır. Her parça ve sahnesinde mevcuttur. Şimdi de «el-Itkan» in bazı başlıklarıyla Kur'an'dan delilleri ve es-Suyutî'nin yo­rumlarını ele alalım ve sonra da kendi anlayışımızı ve bizee güzellik yerlerini serdedelim. Başlıklarımızın aynı olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü dış ve şeklî ıstılahlar, Kur'an'ın içte ve derinde olan ruhaniyetinden birşey de­ğiştirmez. [206][85]

Kur'an'da Teşbih Ve İstiare

es-Suyutî bu konuda teşbihin tarifini, edatlarını ve iki tarafı yönü itiba­riyle kısımlara ayırır. Hatta teşbih yönü itibariyle onu müfred ve mürekkeb olmak üzere ikiye ayırarak şöyle der: «Mürekkeb teşbihte, biribirine eklen­miş durumlardan çıkarılmasıdır.» «... Koça koca kitaplar taşıyan eşeğin ha­li gibi» [207][86] Burada teşbih eşeğin ahvalinin toplamıdır ki o da,   kitaplarıtaşıma yorgunluğuyla birlikte en faydalı şey olan kitaplardan istifade hu­susunda eşeğin mahrum olmasıdır. Yine «Dünya yaşayışının hali gökten indirdiğimiz bir su gibidir....» sözünden tâ «sanki dün de yerinde yokmuş gibi onu ta kökünden koparılıp biçilmiş bir hale getirmişiz...» [208][87] sözüne kadardaki misalde olduğu gibi. Burada on cümle vardır ve terkip hepsinin toplamından meydana gelmektedir. Öyle ki bunlardan biri kaldırılacak olur­sa teşbih zarar görür. Çünkü burada maksat çabuk son bulma, nimetleri­nin tükenmesi, insanların ona aldanması gibi yönlerden dünya hayatının ahvalini, gökten inerek çeşitli bitkileri yeşerten ve oniarın güzelliğiyle tıp­kı kıymetli elbiseler giyinerek süslenen gelin gibi yeryüzünü süsleyen yağ­murun ahvaline benzetmektedir. Nihayet O’nun  sahipleri, O’nun  âfetlerden korunmuş olduğunu sanırlar. Ama birden Allah onu kesip kavurur; sanki dün hiç yokmuşçasına.» [209][88]

Dünya hayatının teşbihi üzerinde bir miktar duralım. Benzetme yönü­nü bulma hususunda es-Suyutî isabet etmiştir. Ama bu tablodaki - hemen zail olacak kısa dünya hayatı tablosu - gerçek güzellik konusuna gelince, es-Suyutî on cümlenin biribiriyle ilgileri ve her cümlenin ihtiva ettiği farklı zamanlarda çizilen haya! tablosunun eni ve boyu konusunu incelemiyor. Çünkü tasvir edilen genel tablodaki merhalelere uygun olarak hayalî tab­loları bu arzedişteki farklılıklar mürekkeb teşbihin bir cüzü değildir. es-Su­yutî sadece genel manayı zikretmiş ve bunda muvaffak da olmuştur. Bu arada bizim de tasvirin onda geciktiği ve yavaş davrandığı yahut hemen ona doğru kayıp süratli bir şekilde davrandığı merhalelere işaret etmemiz gerekiyor ki fırça ve renklerle tasvir edilemeyen bu mu'ciz Kur'an tablosu kuru ve cansız kefimelerle çizilip tamamlansın.

Bu tabloda, bitki merhalelerinin arzedilîşinde kısaltıct ve sürati ifade eden vesileler kullanılmıştır. Hemen ardından gelmeyi bildiren «fe» tabloları büyük bir süratle gözler önüne seriyor: Yağmur yukarıdan iner inmez he­men yeryüzü biribjrine dolanan bitkilerle örtülüyor. Birden insanlar meyve­lerini yemeye ve hayvanlar otlamaya koyuluyor. «Dünya hayatının hali, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki O’nun la yeryüzünü insan ve hayvanların yediği bitkileri hemen örtüveriyor.» Lâkin yeryüzünde yaşayıp O’nun  bu can alıcı bitkilerinden faydalananları bir gurur .tutuveriyor ve devamlı yaşaya-caklarmış gibi eğlenceye dalıyorlar. Sanki yeryüzünü ve kendilerini onda ebedî kılma gücüne sahip imişlercesihe. Ondan faydalanmaya dalıyorlar. Nimetler içerisinde yüzüyor ve parlaklığından büyüleniyorlar. Burada şekil­lerin evveli bilinip nihayeti bilinmeyen tabloların uzayıp gidişini ifade  kullanılmıştır. Böylece insan gururunun vasıfları uzayıp gidiyor. Ondaki her vasıf ağır ve gecikici bir ifade taşıyor. Yere gelince, o, iki defa dehşete kapılıyor ve iki harekette bulunuyor: Bir arıda cilvesinin gününde­ki gelin gibi cicili-bicili oluyor. Süslenmenin ardına ardına koşuyor ve onu şevkie istiyor. Kendi süslenmiyor ama süslendiriyor. Yeryüzündeki insan­lara gelince onlar da kabardıkça kabarıyor; kasıldıkça kasılıyorlar. Tekeb­bürlerinden yanakları kan patlayacakmış gibi kızıllaşıyor. Zan ve hayal mah­sûlü olsa bile yeryüzünde herşeye güç yetinebileceklerine İnanıyorlar. Lâ­kin zan, haktan birşey ifade etmez ki. Bu uzun umutlar, hepsi ama hepsi bîr göz kirpisi kadar geçici ve hayal mahsulü. Hemen yok olup gidecekler. Gece veya gündüzün bir anında o yere Allah'ın emri gelir ve bu yalancı ha­yaller bir anda yok oluverir. «O’nun  emri, bir şeyi dilediği zaman, ona ancak «ol» demesinden ibarettir. O da oluverir.» [210][89] Bir bakarsın ne o şa'şaa ve ne o güzellik vardır. O gururlu insanlar, tahayyül edilemeyecek kadar za-vailıîaşmışlardir. O yerdeki ot ve nağmeler yok olmuş o yemyeşil otiar çer-çöpe dönüp rüzgarın önünde savunulmaktadır. «Yer zinet ve ihtişamını ta­kınıp süslendiği, sahipleri de ona (biçmeye, yemişlerini, mahsûllerini top­lamaya) herhalde kadir olduklarını sandıkları bir sırada geceleyin veya gündüzün ona {don gibi, kasırga gibi, sel gibi) bir âfetimiz gelivermiştir ki sanki dün de yerinde yokmuş gibi onu tâ kökünden koparılıp biçilmiş bir hale getirmişizdir. İşte biz düşünecek bir kavim için ayetleri böyle açıkla­rız.» [211][90]

es-Suyuti bundan sonra aynı başlık altında istiareden bahseder ve rü­künleri itibariyle onu beş kısma ayırır. Her kısım için de bol bol misai geti­rir. Nihayet «Nefeslendiği dem sabaha ki» ayetine gelince onu, duyularla algılanabileni, duyularla algılanabilen için yine duyularla algılanabilir bir vecihle istiare babına sokmuştur. Şu sözü bunu açıklamaktadır: «Nefesin azar azar çıkması, fecrin yavaş yavaş doğuşu için istiare olarak alınmıştır. Burada nefesin çıkışı ile fecrin doğuşu tedriç yoluyla aynı şekilde geliş­mektedir ve bunun hepsi duyularla algılanabilir durumdadır.» [212][91] Ama es-Suyutî buradaki teşhis sanatının Kur'an'da apaçık olan alametine dikkat çekmeyi kaçırmıştır. Bu ayette sabaha hayat verilmiştir. Sanki o, nefes alıp veren bir canlıdır. Hatta duygu ve coşkuları olan bir insandır. O’nun  aralık­lardan doğup parlayarak gülümsemesiyle ve yavaş yavaş nefes almaya başlamasıyla hayatta dirilmeye ve parlamaya başlar. es-Suyutî Yüee Al­lah'ın: «Hayır, Biz hakkı batılın tepesine (indirip) atarız da o, bunun beynini parçalar.» [213][92] sözünü okuduğunda bunda sadece akılla algılanabilen için aklî bir vecihle duyularla algılanabileni istiare olarak görür. Atmak ve beyni parçalamak istiare olarak alınmışlar ve her ikisi de duyularla algılanabilir şeylerdir. Hak ve bâtsl ise kendileri için istiare yapılan şeylerdir ve ikisi de aklîdir.» [214][93] Atmak ifadesinin söylemek istedikleri ve beyni parçalamak-ta ki parlaklık bu izah iie kapalı kalmaktadır. Lâkin nassın güzelliği, nere­deyse kendi kendisini açıkça anlatacaktır. Ayette - mücerred bir mana olan - hakkın daha çok güçlü ve sert bir cisme benzetildiğini ve O’nun , zayıf ve güçsüz olan bâtılın tepesine bir darbe indirmesiyle bâtılın neredeyse yer bir olup ruhunun çıkacağın! tahayyül ettiğimiz zaman bu misalde hem tec-sim, hem teşhis ve hem de tahyîl bir araya gelmiştir. Tecsim, hakkın ağır darbe ile tasvir edilmesinde, teşhis, hakkın batılın beynine vurup onu par­çalamasında, tahyîl ise, vurma hareketinin anlattığı ağırlık çeşidini, sonra beyne vurulması ve beynin parçalanmasının tasavvurunda mevcuttur. Bu şiddetli sesler, sanki kırılıp ufaltılan bâtılın kemiklerinin yankısıdır. es-Suyu-tî, cehennemin vasfı ile ilgili olarak Yüce Allah'ın şu sözlerini okuduğu za­man: «O’nun  içine atıldıkları zaman O’nun  kaynar haldeki bed sesini işittiler. Öfkesinden he­men hemen çatlayacak gibi olur o.» [215][94] Bu parlak tabloda akılla algılana­bileni duyularla algılanabilen için bir istiareden başka birşey görmez. Halbu­ki bu tabloya hayat ve hareket kazandıran ayette cehennemin teşhisidir. Cehennem kin ve öfke ile doludur, mücrimler kendisine atıldıkları zaman bu kinini boşaltmak istemektedir. Sanki onların o çirkin görünüşlerine ta­hammül edip sabred em emektedir. O’nun  için de homurdanıp sesler çıkara­rak ve fıkır fıkır kaynayarak alevlerinin diliyle onları yalamaktadır. Nere­deyse o kararmış yüzlerine tahammül edememesinden dolayı öfkesinden göğsü çatlayacaktır. Bu tabloda sadece aklî olan birşey hissî olan birşey için istiare yoluyla kullanılmış değildir. Aksine cehenneme bir insan şahsi­yeti istiare alınmıştır; cehennem vicdanî tepkiler göstermekte ve duygusal hareketlerde bulunmaktadır. Ağlayıp feryat edenler gibi sesler çıkarmakta­dır. Öfkelenip hiddetlenmektedir. Keskin duygulara sahip bir cana sahiptir.

Kur'an'ın edebî tabloları hususunda geçmiş âlimlerin yapmış oldukları tahsillerin, bu Yüce Kitabın güzelliğini duymalarına imkân vermediğini İddia ediyor değiliz. Bizim söylemek istediğimiz: Onların bu güzellği duymaları haliyle, belâğî kaideyi birinci planda tutan metodlarına göre idi. Lâkin kai-deleştirmenin pekçok zararı vardır. Bunlardan en önemlisi de duygu donuk­luğudur ki, böylece çizilen tablO’nun  sanat değerini kaybetmesine sebeo oluyor. O’nun  için geçmiş âlimlerimizden Kur'anî suretin güzelliğini ortaya çıkaran bazı tahlillerini takdirle anmayı bir görev biliyoruz. es-Suyutî «Şimdi sen ne i!e emrolunuyorsan (kafalarını çat-latırçasma) apaçık bildir.» [216][95] ayetini açıklarken belagat ehlinin, «tebliğ et» yerine «(kafalarını catlatırcasına) apaçık bildir» kullanılarak bu husus-daki istiare konusuyla ilgili olarak görüşlerini özetler. O’nun  yaptığı yorum, burada istiarenin, hayallendirme ile birlikte mücerred manevi birşeyin bir nevi tescimi olduğunu idrak ettiğine işaret etmektedir. O şöyle demektedir: Camı kırma anlamı taşıyan ve dolayısıyla duyularla algılanabilen kelimesi, tamamen aklın algıladığı «tebliğ» için kullanılmıştır. Hiç şüphesiz kafalarını çatlatırcasma apaçık olarak bildir manasında olan «es-Sad'» her ne kadar tebliğ etme manasına ise de «tebliğ et» kelimesinden daha beliğ­dir. Çünkü kafalarını çatlatırcasma anlatmanın etkisi, tebliğ etmenin etki­sinden daha güçlüdür. Bazen tebliğ etkili olmayabilir, ama kafalarını çat-latfrcasına apaçık anlatmak mutlaka etkili olacaktır.» [217][96] Sanki es-Su-yutî başka bir ifade ile şöyle demektedir: Rasûlullah (s.a.v.) in kendisiyle emrolunduğu tecsim edilmiş ve çabuk kırılan, yarılma ve kırılmaya kabil olan bir nesne olmuştur. O halde onu güçlü bir şekilde fırlatıp parçalasın. Bu ifadeyi okuyan okuyucuya da öyle tahayyül edilir ki, bu kırılıp dağılan nesnenin seslerini duyurmaktadır. Bu, O’nun  tebliğinin, kalbleri etkileyip onla ra nufûz ettiğini gösteren en etkin ifadedir. Bu istiarenin zevkine varışını şu ayette de gözlemek mümkün: «Derken orada yıkılmak isteyen bir duvar buldular da o, bunu doğrultuverdi.» [218][97] es-Suyutî şöyle diyor: «Duvarın yı­kılmak üzere meyletmesini o memleket halkının hak yoldan ayrılışlarına benzetmiş ve akıl sahiplerinin özelliklerinden olan «isteme» yi duvara nis-bet etmiştir. [219][98] Yine «Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sanlın. Par­çalanıp ayrılmayın.» [220][99] ayetini açıklarken şöyle diyor. Kulun Allah'tan yardım dilemesini, O'nun koruyuculuğuna olan güvenini ve kötülüklerden kurtulmayı, bir çukura yuvarlanan kişinin yüksekten sarkıtılan ve sağlam­lığına güvendiği halata tutunmasına benzetmiştir.»\ es-Suyutî «O gün biz onları biribiri içinde dalgalanır bir halde bırakmışızdır.» [221][100] ayetini açık­larken de şöyle demektedir: «Aslında dalga suyun hareketidir. İsti öre yo­luyla hareketleri için de dalga kullanılmıştır ki bu kelime şaşkınlıklarını ve bu şaşkınlığın çokluğunu en şümullü şekliyle içine almaktadır,» [222][101] Özet olarak tecsim, teşhis ve tahyîl'i geçmişlerin kullandığı «teşbih, istiare ve benzeri» ifadelerle değiştirmek istemiyoruz. Çünkü bu gibi değişik isimlen­dirmeler, kO’nun un özünü ortaya çıkarmayan şekilciliklerdir. Oysa biz Kur'a-nî tablolardaki canlılık, hareket ve sanat uyumunu görmek istiyoruz. Bu, gizlenemeyecek kadar apaçıktır ve ihmal edilemiyecek kadar güçlüdür. O halde duygulara hitap eden yahut hayalî olan tabloyu ifade ederken tercih edeceğimiz ifade, ya eskilerin, canlılık ve ruh taşıyan ifadeleri olacak ya da kapalılıktan uzak ve kolay; hayatı, bizzat kendi fırçasıyla ve parlak renkleriyle çizen modern ifadeler olacaktır. [223][102]

Mecaz Ve Kinaye

Teşbih ve istiare konusundaki incelememizde Kur'an'tn ifade metodu­nu tasvir ederken eski âlimlerimizin - Aiiah onlardan razı olsun ve onları razı etsin, ayrıca ilimlerinden bizi müstefid etsin- bir miktar düzeltme yap­mamıza ihtiyaç vardı. Bu miktarda bir düzenleme teşbih ve istiare için ka­çınılmazdı. Bu iki konu dışında kalan konuların tasavvur ve anlaşılmasında tadilata ihtiyaç yoktur. Onları eski kitaplarda bulundukları şekliyle incele­yebiliriz. Çünkü bu konular gene! düşünce yahut veciz ifadeye girmektedir ki, eskiler bunun taksimatında ve ona bol bol misal vermede büyük bir mesafe katetmiş ve onu eşit olarak her nassta terkibin ruhundan anlamış­lardır. Bu hususta teşbihle ilgisi bulunmayan genel mecaz, kinaye ve ona işaret çeşitleri, İcaz, musâvât ve ıtnab, haber inşâ ve buna benzer konu­lardaki incelemeleri biribirine eşittir. Bu konularda ve delillerini inceleme sırasında özel zevkine dayanarak eski mefhumlara birşeyler ekleme iste­ğinde olan çıkabilir. Lâkin O’nun  yapacağı bu ilaveler kO’nun un temel ka­rakterini değiştirecek nitelikte olmayacaktır. Çünkü geçmiş âlimlerimiz bu hususta bizden daha çok asıl kaynağa yakın idiler ve Arap dilinin uslûb özelliklerini ve bilhassa Kur'an üslûbunu incelemeye bizden daha yetkili idiler. Herhangi birimizin, onların mülâhaza ve rehberliklerine yapacağı ilâ­ve, aslında onların ateşinden bir bir kıvılcım ve nurlarından bir parıltıdan başka birşey değildir.

Kur'an'ın mecazından bahsettiklerinde onlara kulak verelim ve mecazî ifade şekilleri hakkında hoş karşıladıklarını hoş karşılayalım. İlgi yönü ben­zeme olan aklî mecaz hususunda onlarla beraberiz. Bu, terkiblerde vuku-bulmuştur. Kelimenin sözlük manasının dışında kullanılışı olan ve müfred kelimede sözkonusu olan ve lugavî mecaz olarak isimlendirdikeri mecaza biz de katılıyoruz. Ama burada mecazların her birinin kısımları hususunda onlarla beraber konuya dalmıyoruz. Bunun tafsilatı için belagat kitaplarına müracaat edecek ve yine de getirdikleri misallerin bir kısmını zikrederek onlara tabi olacağız. Aklî rnecâz, iki tarafından biri hakiki ve diğeri hakiki olmayandır. Yüce Allah'ın «Artık O’nun  anası «Hâviye» dir.»[224][103] sözünde olduğu gibi. Bunun açıklamasında şöyle demişlerdir: «Anne­nin isminin «el-Hâviye» olması mecazdır. Yani nasıl anne çocuğunun işle­rini üstleniyor ve ona sığınak oluyorsa cehennem de kâfirlerin işlerini üst­lenir ve onlar için bir dönüş yeri sığınaktır.» [225][104] Bu, gerçekten yerinde bir anlayıştır. Özellikle sadece bu terkib üzerinde durur ve onu be­raberindeki ayetler içerisinde mütalaa etmezsek tam yerindedir. Ama onu beraberindeki ayetlerle alır ve hepsini bir arada okursak: «Ama kimin   detartılan hafif gelirse, artık O’nun  anası «Hâviye» (uçurum) dir. O’nun  mahi­yetini sana bildiren nedir? harareti çetin bir ateştir.» [226][105] TablO’nun  tamamından başka lâtif bir mana ortaya çıkmaktadır. Manevi ameller tes-cid edilmiş ve maddi ölçülerle ölçülmüştür. Meğer, o çok hafifmiş, terazi­nin kefesi hemen yukarı kalkmıştır. O’nun  hafifliğinin ve kefenin yukarıya kalkışının karşılığı ancak cehennem dibinde kızgın ateşler içerisinde derin bir uçurumdur. Suçlu kişinin ondan başka anası ve sığınağı yoktur. Ne kötü sığınaktır o!

Bütünün ismini cüz için kullanmak lugavî mecazdandır. «Ölüm korkusuy­la yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar.» [227][106] ayetinde olduğu, gibi. Burada parmaklardan maksat, parmak uçlarıdır. İfadede parmakların kullanılmasındaki nükte, kaçışlarındaki mübalağa olup bu, parmak uçlarını kulaklarına tikayışları alışageldiklerinin dışında bir tıkamadır. Aynı zamanda bu, psikolojik durumlarını ortaya koymaktadır. Öyle bir korkuya kapılmış sağa-sola kaçışıyorlar ki, ne yapacaklarını bilemiyorlar.

Bazi âlimlerin Kur'an'da mecazın varlığını reddetmeleri gerçekten ga­riptir. «Zahiriyye, [228][107] Şafiî'lerden, İbnu'l-Kass [229][108] Maiikîlerden İbnu Hu-veyzmendâz [230][109] bunlar arasındadır. Onlara göre mecaz, yalanın kardeşi­dir ve Kur'an bundan münezzehtir. Konuşmacı ancak daralınca ve hakika­ti getiremeyince mecâze başvurur. Bu ise'Allah için muhaldir.» Lâkin Kur'-anî üslûbun güzelliğinin zevkine varanlar bu şüphenin bâtıl olduğukanaa-tındadırlar. «Şayet Kur'an'dan mecaz kaldırılırsa, güzelliğinin bir kısmını yitir. miş sayılır. Belagat ehlinin hepsi, mecazın hakikattan daha beliğ olduğun­da ittifak etmişlerdir. Şayet Kur'an'da mecazın bulunmaması gerekli olsay­dı onda hazfın, îe'kidin ve kıssaların tekerrürü île başka hususların da bu­lunmaması gerekirdi.» [231][110]

Bazı âiimler kinayeyi mecazın bir çeşidi kabul ettiklerinden Kur'an'da mecazın, bulunmadığını ileri sürenler kinayenin de mevcut olmadığını söy­lerler. Lâkin kinayenin anlamı mecazın anlamından farklıdır. O, öyle bir lafızdır ki O’nun la manasının gereği kastedilir. Buna göre o, Kur'an'da pek çoktur. Çünkü remz ve işaret hususunda usiûbların en beliğidir. Manayı sarahaten söylemenin uygun düşmediği yerde Kur'an'ın, manaya rumuz-farla işaret etmesinde bir hedefi vardır. Allah evlilik ilişkisinden - tenasül­den - bahsetmek isteyince «Kadınlarınız sizin tarlalannızdır. O halde taria-niza dilediğiniz gibi geiin,» [232][111] sözünde ondan «tarla» diye sözeder. Ka-n-koca arasındaki İlişkinin niteliğini tamamlamak için - ondaki içli-dışlı ol­ma ve içiçeliği- her birini diğerine eibise olmakla ifade eder. «Onlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.» [233][112] Bize ifade edebini öğreten şu ayetler de bu kabildendir. «Yahut kadınlara dokunursanız...» [234][113] «Oruç (günleri­nizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı.» [235][114]«Vaktaki o, (eşini) örtüp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi de...» [236][115] Bu gibi ko­nularda en güzel kinayelerden biri de şudur: «Onlarki mahrem yerlerini korurlar.» [237][116] Çünkü burada mahrem yerden maksat, elbiselerin açık yerleridir. [238][117]İnananların elbiseleri şüphe için açılmaz. İnanan kadınların da zırhları kötülük için açılamaz. Aksine inanan erkek ve kadınlar tertemiz insanlardır, elbiseleri temizdir. Etekleri iffetlidir. Yüce Allah'ın şu sözünde ifade ettiği şekliyle: «Elbiseni (bundan sonra da) temizie (mekte devam et.) » [239][118] Buradaki temiz tutmaktan maksat, nefs iffeti ve etek temizliği­dir. [240][119] O’nun  için bu nevi İfadeye «kinayeden kinaye» diye isim verirler. Yüee Allah'ın şu sözünün tevilinde de müfessirler aynı şeyi söylerler: «Na­musunu muhkem bir kale gibi muhafaza eden İmran kızı Meryem'i de (Al­lah bir misal olarak irâd etti.) Biz bundan doiayı ona Ruhumuzdan üfür-dük.» [241][120] Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza etmesi, eteğinin temizliğinden ve tam olan iffetinden kinayedir. [242][121]

Kinaye Kur'an'da, kesin netice konusunda önemi olmayan mukaddi­melerle yetinme için de kullandır. Aslında kullanılan ifadelerle netice belli­dir ve onu açıkça zikretmeye ihtiyaç yoktur. «Ebu Leheb'in iki eli kurusun. (Kendisi de) kurudu (helak oldu ya) »[243][122] misalinde olduğu gibi, bu, O’nun  cehennemlik olduğundan kinayedir. O’nun  varacağı yer alevdir. «Hem odun hammalı olarak! (Karısının boynunda bükülmüş bir ip de olduğu halde.»[244][123] Karısı dedikodu taşır, O’nun  varacağı yer de cehenneme odun olmak­tır. [245][124] Eli de bağlanmış olarak. Açıktır ki burada kinaye tasvir edilmek istenen akibeti bir çırpıda özetlemiştir.

Kur'an-ı Kerim Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili büyük dîni hakikatferi kinaye yoluyla remz ve işaretle anlatmaya büyük önem verir. Bu öyle   bir uslûbtur ki mübalağa ona güzellik verir. Çünkü o, mücerred düşünceyi maddi şekle yaklaştırmaktadır. Böylece onda mübalağa belağate ve kor­kutma hayale dönüşür. Allah, cömertlik ve kereminin genişliğiyle ilgili ola­rak şöyle buyurmaktadır: «Hayır, (Allah'ın) iki eli de acıktır. Nasıl dilerse öyle infak eder.» [246][125] Bu anlamı, kulun israfından ve malı sağa-sola sa­vurmasından kinaye olarak aynı kelimeyi kullanmayı tercih ederek şöyle buyurur: «Onu büsbütün de açıp saçma.» [247][126] Yani infâk ve vermede aşı­rı gidip hiçbir hususta elini intaktan çekmeyip uzatan gibi alma. Rumuzun kullanıldığı bu ortamda, gaybî meselelerle ilgili kinaye güzelliğini «anah­tarlar» da arayabiliriz: «Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendinden başkası bunları bilmez.» [248][127] Yine rızıkların ve kaderlerin ezelîliğiyle ilgili kinaye güzelliğini «hazineler» kelimesinde bulabiliriz: «Hiçbirşey (hariç) olmamak üzere (hepsinin) hazineleri bizim nezdimizdedir. Biz on (lar) ı ma­lum bir miktar dışında indirmeyiz.» [249][128]

Kur'an-ı Kerim bazen kinaye remzinin yanında durmayan, aksine onu geçip tarize vanp konuşan bir tabloyu hayalinde canlandırmanı ister. Ki­nayede lafız zikredilip manasının gereği kastediliyor idiyse, ta'rizde lafzı zikreder ve manasından olmayan birşeye işaret edersin. «Bu sıcakta sa­vaşa çıkmayın, dediler. De ki: Cehennemin ateşi daha sıcak.» [250][129] misalin­de olduğu gibi. Şayet sözü zahirine göre alacak olursak Cehennem sıca­ğının fazlalığını ve O’nun  dünya sıcağından daha fazla olduğunu haber ver­mektir. Halbuki bu, Kur'an'a muhatap olanlar tarafından biliniyordu ve kas­tedilen sadece bu olsaydı onu zikretmeye bile ihtiyaç yoktu. Lâkin gerçek hedef, sıcaklığın fazlalığı bahanesiyle savaştan geri kalanları ta'rizdir.,On­ların cehenneme döndürüleceklerini ve O’nun  o benzersiz ısısıyla karşılaşa­caklarını onlara haber vermektir.

Ayetten anladığımız budur. Lâkin es-Sübkî. «el-İğrîz fi'l-Farkı beyne'l-Kinayeti ve't-Ta'rîz» [251][130] isimli kitabında bu iki uslûb arasındaki anlayış metoduna uyarak başka bir yol takip eder ve şöyle şöyle der: «Kinaye, kendi manasında kullanılan ve O’nun la manasının gereği kastedilen lafız­dır. Manada lafzın kullanılması hasebiyle o, hakikattir ve sözlük manası­nın dışında bir mana ifade etmesi caizdir. Bazen de kendisiyle mana kas­tedilmez, aksine, gerekilen ile gereken kastedilir ki, o zaman mecaz olur. Misal: «De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır.» Aslında burada kastedilen cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu haber vermek değildir. Çünkü O’nun  böyle olduğu malumdur. Aslında bununla O’nun  gereği kastedilmiştir

ki o da, onların varacakları yer o ateştir. Cihad etmedikleri takdirde O’nun  sıcaklığıyla karşılaşacaklardır. Ta'rîze gelince, başkasına işaret olsun diye kendi manasında kullanılan lafızdır. Misal: «Belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır.» [252][131] Burada iş, ilâh olarak edinilen putların büyüğüne isnad edilmiştir. Çünkü akıllarıyla bir değerlendirme yapsalar, putların büyüğü­nün de bu işi yapmaktan âciz olduğunu bilirler. Halbuki ilâh âciz ola­maz.» [253][132]Hiç şüphesiz telvih ve ta'rizin manası «Belki bu İşi onların şu büyüğü yapmıştır.» sözünde açıktır. Lâkin «De ki: Cehennem daha sıcaktır.» sö­zünde de daha az açık değildir. O’nun  için bu misallerin her ikisi de kinaye­den daha beliğ olan ta'rîz için misal olmaya elverişlidir. [254][133]

Kur'an'ın Ahenginde İ'caz

Kur'an - her sure ve ayetinde, her bölüm ve fıkrasında, her tablo ve kıssasında ve her başlangıç ve sonucunda - âheng ve musikî ölçülülükle dopdolu üslubuyla mümtaz bir mevkidedir. Öyle ki bu konuda bir sureyi di­ğerinden üstün tutmak, yahut bir bölümü ile diğeri arasında mukayese yap­mak büyük bir hatadır. Lâkin bir surenin özei bir anlatıma sahip olduğuna işaret edince, apaçık bir uslûb mucizesini takrir edip onu delil ve misaller­le te'yid ediyoruz demektir. Değilse, o, ahenk ve nağmelerinde varlık mu­sikîsinin çeşitliliği kadar çeşitlidir.

Nesir ve şiirin meziyetlerini hep birden ihtiva eden Kur'an anlatımının fevkaladeliğine işaret ederken - Üstad Seyyid Kutub'la birlikte- şu sözleri­ni tekrar edersek herhalde hatalı davranmış olmayız: «Kur'an-ı Kerim, ne-sirin ve şiirin özelliklerini bir araya getirmiştir. Tek kafiye ve şiirin tefîlât vezinlerini bir tarafa bırakarak bununia genel hedeflerinin hepsini ifade et­mekte tam bir hürriyete sahip olmuştur. Aynı zamanda şiirden iç musi­kîyi, tefaîle ihtiyaç bırakmayan vezinde yakın fasılaları ve kafiyelere ihti­yaç bırakmayan tek kafiyeyi almış ve bunları sözkonusu ettiğimiz özellik­lere eklemiştir. Böylece nesir ve şiirin özelliklerini bir araya getirmiştir.» [255][134]                                                                                                        .Bu iç musikî ayetlerinden her bir ayetinin tek kelimesinde bile mev­cuttur. Neredeyse her biri, -ahenk ve nağmesiyle- parlak veya sönük renk­leri ince veya kalın gölgesi oian tam bir tabloyu yalnız başına tasvir et­mektedir.Şu ayette sözkonusu edilen, Allah'a bakan mutlu yüzlerin parlaklığın­dan daha parlak bir renk ve asık suratlı kötü yüzlerin kararmişlığmdan daha asık ve çirkin renk gördün mü?: «Nioe yüzler vardır ki, o gün güzel­liğiyle parıldar. (O yüzler), Rablerine bakarlar. Niee yüzler de vardır ki, o gün somurtup kararmıştır. (Böylece kararmış yüzler, başlarına gelecek felaketle) bel kemiklerinin kırılacağını anlarlar.» [256][135] Mutlular tablosunda  kelimesi en parlak rengi yalnız başına tasvir etmekte ve kötüler tablosunda kelimesi en çirkin rengi yalnız başına tasvir etmek­tedir.ayetinde tekrar edilen «sin» harfinin fısıltısını duyduğumuz zaman hafif bir gölge ve çıkardığı yumuşak sesle içimizde bir ferahlık duyarız. Gönlümüz.ona bir yatkınlık duyar. Ama ayetini [257][136] okuduğumuz zaman veya kelimelerinin yerinde kullanılan kelimesinde çekilen «ye» harfinden sonra kor­kutucu ve insanın içini daraltıcı «döl» harfinin korkutuculuğu ve uyarısı kalbe korku salıyor.Allah Teâlâ'nin[258][137] sözünüokuduğumuz zaman bu tablodaki bütün sesteri de canlandırıp sürüne sü­rüne uzaklaşmayı ifade eden kelimesinden başkasına sözlükte rastlayamazsın. Sanki ateşin o korkunç sesini ve neredeyse kişiyi yakala­yacağını hisseder gibisin.[259][138]sözünde geçen kelimesini duyduğun zaman cehennemi saran öfke sanki seni de sarıyor.el-Hakka suresinin fasılalarının çoğunda tekerrür eden sessiz «he» yi tekrar okuduğunda içinde bir huzursuzluk duyarak okursun  [260][139] sözlerine gelir bunları da okur ve saltanatı kaybolan kişinin, solundan kitabım alan kişi olduğunu unutursun. Ne sen ve ne de saltanatın! Ayetleri böyle bir huzursuzluk ortamında   okursun.[261][140] sözlerini okuduğun zaman irinli suyu yudumlamaya çalışan kâfirin bu çirkin durumundan dudakları­nın çekildiğini ve bir tiksinti duyduğunu hissediyorum. kelime­sinde tiksinme ve nefrete sebep olan bir ağır davranış ve gecikme duyar­sın.[262][141] ayetinde geçen kelimesinin katılığını hissettiğini duyuyorum. Neredeyse, o kötülerin yüzükoyun yere serilmiş ve o halde bırakılmış olduklarını, kimsenin onlara aldırış edip de­ğer vermediğini gözünün önünde canlandıracaksın,

  1. et-Tekvîr suresi: 15-18. Ayetlerin mealleri:  «Andederim o (geceleri} geri dönüp (ay­dınlık saçan) ekip akıp yuvalarına giden (yıldız)lara..Karanlığa yoneidiği zaman ge­ceye, nefeslendiği dem sabaha..,»

Bütün bunlar, tam bir tabloyu ifade eden tek kelimede verilebiliyorsa, acaba kelimelerin bir uyum içerisinde olan ayetin yahut bütün ayetleri bel­li bir düşünce etrafında kenetlenen surenin durumu nasıldır?

Kim Allah Teâlâ'nın: «Üzerinize ateşten (dumansız) bir yalınla (kara) bir duman salıverilecek. Öyleki birbirinizi kurtaramayacak, yardımlaşama-yacaksmız.»[263][142] ayetini okur da sonra bu tek ayetin atmosferinde ateş kıvılcımlarının uçuştuğunu ve kötü kimselerin buradan oradan kaçışmaya çalışırken başlarının üzerinde alevlerin uçuştuğunu tahayyül etmez. Kim Kur'an-ı Kerimden - Uzun olsun kısa olsun, Mekkî olsun Medenî olsun - bir sure okusun da O’nun  o parlak üslûbu kalbini uyarmasın, O’nun  o hayret ve­rici ahenk ve ölçülülüğü duygularını sarsmasın,

Mesela kişi bir «er~Rahman» suresini okursa hayretler içerisinde so­rar: O uyum içerisinde devam eden ahenk ölçülülüğü nereden başlıyor; ba­şından mı, ortasından mı yoksa sonlarından mı? Sonra bir bakıyor ki mu­sikî ahenk hepsini kaplamış: Fasılalarında, makta'lannda, lafızlarında, harf­lerinde", anlatım akışında velhasıl en küçük parçasında; harfinde bile bir ölçülülük ahenk vardır.

Bu temele göre Kur'an'ın - gerek her sure bir bütün olarak ve gerek­se rastgele ineeleneeek cüzler - arasında tam bir ahenk ölçülülüğüne sahip oluşu ona eşsiz bir makam kazandırmıştır. Bu temel üzere Kur'an'dan çe­şitli dualardan bazı tavırlar aktarmak istiyoruz. Böylece ondaki o oezbedici âhenkte büyüleyici noktaları kendi kulağımızla duymuş olacağız.

Dua - tabiatı tibariyîe - Allah'a yükselen hitabın bir çeşitidir. Yakara-rak dua eden kişinin yaptığı duanın gönlüne hoş gelmesi ancak sözlerinin seçilmiş olmasıyla gerçekleşir. Hiç şüphesiz Peygamber (S.A.V.) Me'sûr dualarında duaya başladığı zaman sözlerini kesik kesik söylemeye, latif secilere yahut parlak tıbaka ya da şifa verici âhenge önem verdiği görü­lür. Kur'an-ı Kerim ise, Peygamberin, sıddîkların ve salih kimselerin dili üzere bir dua irâd etti mi mutlaka en tatlı nağmeler ve parlak büyüleyici bir uslûbla irad eaer! Rağbet yahut korku olarak, bir şeyi arzu ederek veya. ondan irkilerek, İyiliğe bir an önce kavuşma yahut bir kötülüğün giderilme­sini istiyerek salih kimselerin Kur'an'da yakarışlarının pek çok olduğunu hatırladığımız zaman, Allah'ın Kitabînin her bölümünde mevcud olan ahen­gin sırlarını idrak etmiş oluruz.

Dua arasında yükselen nağme her kelimesinde bir tablo çizmesi ve her seda da haya! için geniş bir alan açması Kur'an'ın büyüleyiciliğinden-dir. Mesela - Hz. Zekeriyya'nın duasını okuduğumuz zaman - her kelime­de irkilen, ağızdan her çıkan kelimede korkusunun bir cüzünü ve nurun bir parıltısını dile getiren saygı değer bir yaşlı kişi tasavvur ediyoruz. Bu saygı değer yaşlı zat - vakarına rağmen - coşkulu duyguları olan, kesik ve titrek

sesli, uzun nefesli biri olarak karşımıza çıkıyor ve kelimelerinin yarlkısı kalblerimizde derin etkilere sebep oluyor. Hatta Zekeriya (a.s.) in kederini, elemini ve neslinin kopukluğa uğraması korkusunu dile getiren, mihrabta ayakta durmuş namaz kıldığı bir sırada aczini ifade ederek Rabbının adını gizli bir sesle anması ve sabah - akşam Rabbının adını tekrar etmesi şek­linde yapılan bu samimi duası taşlaşmış kaibleri bile harekete geçirecek durumdadır. O, bu duasında samimi ve pâk bir inançla yanmış kişinin durumunu dile getirerek şöyle diyor.

«Ey Rabbim, hakikat ben... Benim kemiğim yıprandı. Başımın saçı tutuştu. Ey Rabbim, ben sana dua etmem (neticesinde) etmişsem bedbaht {ve mahrum) olmadım. Gerçekten ben, akramdan (yerime gelecek) akra­bamdan endişeye düştüm. Karım da kısırdır. O’nun  için bana bir çocuk ih­san buyur. Ki bana da mirasçı olsun. Rabbim Sen onu çok rızâ sahibi kıl.» [264][143]                    .       .

Kalem, her ayetin fasılasının şeddeli «ye» ile bitmesindeki ve durur­ken tenvinin elife dönüşmesindeki tatlılığı ifade etmekten âcizdir. Şiirdeki ıtlak elifi gibi telaffuz edilen bu yumuşak ve sesi salıveren elif, Rabbını gizli sesle çağırıp dua eden Zekeriyya'nın duası kelimeleriyle tam bir uyum içerisindedir.

Bu müzikal ortamın tamamını, kimsenin bulunmadığı bir yerde yalnız başına Allah'a yakaran bir Peygamber tasavvur ederek duyduk. Neredey­se göklere yükselen bu gizli seslere kulak kabartacak ve onları dinieyece-ğiz. Ya bir de, Allah'ın kendilerini «göklerin ve yerin yaartılışında düşünen» akıl sahipleri dîye nitelediği sıddîk ve salihier topluluğunu tasavvur eder­sek, evet erkek-kadın, genç ve yaşlılardan müteşekkil olan bu cemaat, be­raber yükselen bir koro halinde ve yumuşak seslerle Allah'a yakarışlarını tasavvur edelim. Hep birden şöyle diyorlar:

«Ey Rabbimiz. Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pâk ve mü­nezzehsin. Bizi ateşin azabından koru. Ey Rabbimiz, gerçekten sen kimi o ateşe sokarkan şüphesiz onu hor ve hakir edersin. (Orada) zalimlerin hiç bir yardımcıları da yoktur. Ey Rabbimiz, doğrusu biz, «Rabbinize inanın» diye imana çağıran bir davetçiyi işitip hemen imana geldik. Ey Rabbimiz, ar­tık bizim günahiaımızı yarlığa. Kusurlarımız: ört, canımızı da iyilerle bera­ber al. Ey Rabbimiz, Senin peygamberlerine karşı bize vd'dettiklerini ver bize. Kıyamet günü yüzümüzü kara çfkarma. Şüphe yok ki sen asla sözün­den dönmezsin.» [265][144]

'(Rabbimiz» kelimesinin tekrar edilmesi kalbleri yumuşatmakta ve on­larda imana tazelik kazandırmakadir. Kendisinden önce «elif» bulunan «râ» harfinin üzerinde durulması, sesin yumuşak ve terennümle çıkmasına se­bep olmakta ve kulaklara saz tellerinin en tatlısından daha tatlı gelmek tedir!

Bu iki duanın tavrında yumuşaklık ve tazelik var ise, Kur'anî diğer bazı dualarda bir heybet ve korku vardır: İşte Hz. Nuh (a.s.), gece-gündüz de­meden kavmini hakka davet ediyor. Gizli açık onlara öğüt vermekte ısrar ediyor. Onlarsa küfür ve inatlarında ısrar ediyorlar. Hidayetten âdeta ka­çıyorlar. Kendisi anlattıkça onların sapıklık ve inatları artıyordu. Hz. Nuh ne yapsın! Artık onlardan ümit kesmişti. Haliyle öfke ile ve hınç dolu söz-lerie dolup taşacak ve bu sözler, o heybetli musikîsi ve sert ölçüleriyle yüz­lere çarpacaktır. Kavminin helakini içeren bu duasını okurken öyle sanı­yorum ki, dağların un ufak olduğunu, göğün bir hınçta yüzünü ekşittiğini, denizlerin coşan dalgalara sahne olduğunu tahayyül ediyorsun. Şöyle di­yor:

«Ey Rabbimiz, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma! Çünkü eğer Sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar. Kötüden, öz kâfirden başka da evlat doğurmaz(lar). Ey Rabbimiz, beni, anamı, baba­mı, iman etmiş olarak evime giren kimseleri, (kıyamete kadar gelecek) er­kek mü'minleri ve kadın rnü'minleri Sen yariığa. Zalimlerin helakinden baş­ka bir şeyini de arttırma.» [266][145]

Kur'an'ın bazı tablolarında öfkeli ve kızgın hançereleri bütün hınç, sı­kıntı, kısıklık ve boğukluğuyla mahbus seslerini çıkarmalarına müsaade eder. Bu hançereler pişman olmuş kâfirlerindir ve hesap günü durumları budur. Şimdi de alevlerin yüzlerini yaladığı o mücrimlerden bir topluluğun sözlerini dinleyelim. Pişmanlıklarını dile getirerek kesik ve boğuk seslerle İçlerindeki sıkıntıyı boşaltmaya gayret ediyorlar. Sanki bununla bellerini çökerten yükü hafifletecek ve çektikleri şiddetli azabı azaltacaklar: Kiyamet günü artık yaptıklarına pişman olmuşlar ve şöyle yalvarıyorlar :

«Ey Rabbimiz, hakikat biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar, demişlerdir (diyeceklerdir). Ey Rabbimiz, onla­ra azaptan iki katını ver. Onları büyük bir lanetle rahmetinden kov.» [267][146] Kur'an-i Kerim'deki ahengi ortaya koymak için, yukarıda anlatı­lanların dışında dua «örneklerine» yer verecek olursak sözü uzat­mış olacağız. Burada meseleye kısaca dokunmak istedik. Za­ten bu kitabımız da bundan daha fazlasına müsait değildir. Çünkü bu ki­tapta hedefimiz, ilk plânda Kur'an ilimlerine yönelmektir. Bu hedefimize uygun olarak Kur'an ilimlerinin birçoğuna temas ettik. Tarihî devirlerini nazar-ı itibara alarak onları incelemeye çalıştık. Sonra sözü uzatmadan tasvir, ifade ve akıllan hayrete düşüren sanat uyumu hususlarında Kur'anİ i'câzdan sözettik.

Bundan sonra... Ahengin durumu Kur'an'da işte bu: Onda fasıla, şiir­deki kafiye gibi tefîlâîla ve vezinlerle kıyaslanıp hareke ve sükûnierte ku­rallara bağlanmıyor. Onda nazım, boş sözlerle uzatmalara yahut fazlalık ve tekrarlara, ya da hazıf ve eksikliklere dayalı değildir. Onda lafızlar uy­durmaca olarak oraya getirilmiyor ve kapalılık ile garabet düşünülmeden yan yana istif edilmiyor. Aksine onda fasıla-her türlü kayıttan bağımsızdır. Nazım, hiç bir sanata esir değildir. Sözler, her türlü kapalılıktan uzaktır.: O, maksadını eksiksiz ve tam olarak yerine getiren bir uslûbtur. Yumuşaklık yahut sertlik, serinkanlılık yahut coşkululuk bu görevini ifâ etmesini engel­lemez. Fidanlıkları sulayan suyun akışı gibidir o. Yahut kaîbleri etkisine alan şiddetli rüzgar gibi .engel tanımadan eser de eser! [268][147]

 

 



[269][1] el-Itkan, 2/316.

[270][2] el-Burhan, 2/161.

[271][3] el-Itkan, 2/319.

[272][4] Bu metni es-Suyutî, nakletmektedr. Bk. el-ltkan, 2/323.

[273][5] Bk. e!-Burhan, 2/159.

[274][6] Bk. es-Suyutî Tabakatu'l-Müfessirîn, s. 30-31; Şezeratu'z-Zeheb, 2/260-261;    Tarihu Bağdad, 2/162.

[275][7] Muhammed suresi: 54.

[276][8] Sâd suresi: 29.

[277][9] Fahru'd-Din Muhammed b. Umar er-Râzî: H. 606 yılında vefat etmiştir. (Bk. Vefeya-tu'1-A'yan, 1/474).

[278][10] Muhammed b. Muhamrned b. Mustafa b. Ahmed b. et-Tahavî: H. 982 yılında    vefat etmiştir.

[279][11] Ebu'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî: H. 710 yılında vefat etmiştir.

[280][12] el-Hazin, Alâu'd-Din Aiî b.' Muhammed b. İbrahim el-Ekrğdâdi: H. 741 yılında vefat et­miştir.

[281][13] Fâtır suresi: 32.

[282][14] Geri kaviller için bk. el-ltkan, 306. İbnu Kesîr, 3/254-256.

[283][15] İslam Ansiklopedisi'nde mutezile ile ilgiü sakıncası olmayan bir inceleme vardır, Bk. Ertcyclop. de l'islam, art. Muîazila 111/841-7.

[284][16] Tefsiru'l-Keşşaf, 1/26-27.

[285][17] el-Keşşâf, 1/28. Muhammed b. Bahr el-lsfahânî'nin [Öl. H. 322) «Camiu't-Te'vtl li Muhkemi'-Tenzîl» isimli eseri de Mutezile tefsirlerinin meşhuriormdandır. -Ibnu'n- Ne­dim'in de belirttiği gibi - ondört cilttir. Ancak matbu olanı, er-Râzî'de nakledildiği miktar olup Said el-Ensörî tarafından seçilip derlenmiş ve ayrıca basılmıştır.

[286][18] en-Nisâ suresi: 55.

[287][19] Tefsîru'ş-Şeyhn-Ekber, 1/152.

[288][20] et-Bakara suresi: 63.

[289][21] Rûhu'l-Moânî, 1/282.

[290][22] e!-Hadîd Suresi: 13.

[291][23] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 231-238.

(DR. SUBHİ ES– SALİH– KUR’AN İLİMLERİ)

Kur’an Tefsiri ve Tefsir Bilenlerin Faziletine Dair Rivayetler:

İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Ashab-ı Ki­ram ve tabiinden tefsirin faziletine dair gelen rivayetlere gelince, bunlardan bir kısmı şöyledir:

Ali b. Ebi Talib (r.a), Cabir b. Abdullah'tan sözetti ve onu bilginlikle ni­teledi. Birisi ona şöyle dedi: Canım sana feda! Sen, sen olduğun halde Ca-bir'in alim olduğunu mu söylüyorsun? Hz. Ali şöyle dedi: O yüce Allah'ın: "Sa­na Kur’an'ı farz kılan Allah, elbette seni bir dönüş yerine geri çevirecektir." (el-Kasas, 28/85) buyruğunun tefsirini bilen bir kimse idi.

Mücâhid der ki: Allah'ın en sevdiği kişi indirdiğini en iyi bilen kişidir.

el-Hasen der ki: Allah'a yemin ederim, Allah indirdiği her bir ayetin ne hak­kında indirilmiş olduğunu ve O’nun la neyi kastettiğinin bilinmesini ister.

eş-Şa'bî der ki: Mesruk, bir ayetin tefsirini öğrenmek için, Basra'ya kadar yolculuk yaptı. Ona: Bu ayetin tefsirini bilen kişi Şam'a gitti denilince, yol hazırlığını yaptı ve Şam'a gitmek üzere yola koyuldu ve sO’nun da o ayetin tef­sirini öğrendi.

İkrime de, yüce Allah'ın: "Kim Allah'a ve Rasûlüne hicret maksadıyla evinden çıkarsa...." (en-Nisâ, 4/100) buyruğu ile ilgili olarak şunları söyle­mektedir: Evinden Allah'a ve Rasûlüne hicret etmek kasdıyla çıkan bu ada­mın kim olduğunu öğrenmek için ondört sene araştırıp durdum ve nihayet kim olduğunu tesbit ettim.

İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu kişi Damra b. Hubeyb'dir. Kimliğine dair açık­lama ileride gelecektir.

İbn Abbas da der ki: Ben Rasûlullah (s.a)'a karşı biri birine yardımcı olan iki kadının kim olduğuna dair Ömer'e soru sormak istediğim halde iki yıl süre ile sadece O’nun  heybetinden korktuğum için soramadım. Nihayet ona kim olduklarını sorunca: Bunlar Hafsa ve Âişe'dir demişti.

İyas b. Muaviye de der ki: Tefsirini bilmeksizin Kur’an-ı Kerim'i okuyan­ların misali, geceleyin hükümdarlarından bir mektup alan ve kandilleri bu­lunmayan bir takım kimselere benzer. Bundan dolayı korkuya kapıldıkları hal­de mektupta ne olduğunu da bilemeden öyle kalırlar. Tefsiri bilenler ise, iş­te böyle bir kandil bulup mektupta neler olduğunu okuyabilen kimseye ben­zerler.[292] [68]” İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/228.

[293][69] Ebû Dâvûd, Edeb 20.

“KURTUBİ– MUKADİME –

PEYGAMBERLERE İMAN

 

“A)PEYGAMBER (RESÜL-NEBİ) KAVRAMI

"Peygamber" kelimesi Farsça bir kelime olup, haber getiren anlamındadır. Dilimizdeki anlam, Yüce Allah’ın, emir, yasak ve hükümlerini kullarına bildirip açıklamak üzere, insanlar arasından seçip görevlendirdiği elçi demektir.
Kur’an-ı Kerimde peygamber kelimesinin yerine Resûl ve Nebî kelimeleri geçmektedir ki, elçi ve haber getiren anlamındadır. Dini anlamları bakımından Resûl ile Nebî arasında fark vardır.
Resûl, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmiş peygamber demektir.
Nebî, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmemiş, fakat önceki peygamberlerin şeriatını tebliğ ile mükellef peygamber demektir. Nebîler de Cebrail aracılığı ile Allah’tan vahiy almışlardır.
İman esaslarından biri de peygamberlere inanmaktır. Peygamberler, Allah’ın seçtiği, eğittiği ve yetiştirdiği insanlardır. İnsan kendi çabaları ile, eğitim ve öğretimi ile peygamberliği elde edemez. Allah, peygamberliği dilediğine verir. Onlar, Allah ile kullar arasında elçilerdir. Yüce Allah’ın, kullarına hak yolu göstermek için gönderdiği ilk peygamber Hz. Adem (a.s), sO’nun cusu Hz. Muhammed (s.a.v) ve bu ikisi arasında gelip geçen peygamberlerin hepsinin hak olduğuna, Allah tarafından gönderildiğine inanmak farzdır.

B) İNSANLARIN PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYACI

İnsanlar kendi akıllarıyla Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini anlayıp kavrayabilirler. Fakat ona nasıl kulluk ve ibadet edileceğini, âhiretle ilgili işleri, oradaki ödül ve cezanın nasıl olacağını dosdoğru bilmezler. İşte insanların bu ihtilaçlarını karşılamak için Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlara her şeyi bildirmiş ve onları insanlara doğru yolu göstermeleri için görevlendirmiştir.

Allah kendisinin varlığını, bir tek oluşunu, ortağının bulunmadığını Ona bu dünyada gözlerin ulaşamayacağını unutan, Allah’ı taşlardan, heykellerden, putlardan ibaret sanan o insanları uyarmak için peygamberler göndermiştir. Peygamberler de bu gerçekleri o insanlara açıkça haber vermişlerdir. Fakat insanların alıştıkları bu şeylerden ve düşüncelerden uzaklaşmaları, peygamberlere inanarak onların Allah’tan getirdiği haberlere uymaları kolay olmamıştır. Bununla beraber çoğunluk peygamberlere inanmış ve onların gösterdiği doğru yolda yürümüştür. Doğru yolu göstermek için gönderilmiş olan peygamberler, ahlâkı güzelleştirmek ve olgunlaştırmak için de güzel bir örnek olmuşlardır.

Peygamberlerin, biri Allah’a karşi, digeri de insanlara karşi olmak üzere iki durumlari vardir. Peygamberlerin Allah’la durumları O’nun  elçisi olmak ve vereceği emaneti yerine tam olarak ulaştırmaktır Peygamberler bu açıdan Allah’a karşi sorumludurlar.

Peygamberlerin insanlara karşi olan durumlari da, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını bildiren bir elçi oluşlarıdır. Onlar yalnız bildirmekle, açıklamakla ve örnek olmakla görevli birer elçidirler. Bu görevlerini tamamıyla yaptıkları zaman, insanlara karşı sorumluluklarını yerine getirmiş olurlar. Onlar Allah tarafından kendilerine bildirilen inanç esaslarını, ibadet şekillerini, güzel ve çirkin, faydalı ve zararlı, doğru ve yanlış, iyi ve kötü şeyleri ayrı ayrı anlatıp açıklamışlar ve Allah’tan aldıkları hiçbir şeyi gizli tutmamışlardır.

İnsanlar dünyada çalışmakla her şeye ulaşabilirler ve en yüksek mertebelere çıkabilirler, fakat peygamber olamazlar. Çünkü peygamberlik insanın kendi çalışma ve gayretine dayanan bir hüner değildir. Onu Yüce Allah dilediğine verir. Çalışıp çabalamakla peygamber olunmaz. Bu husus Kuran’da " Allah peygamberliği kime vereceğini daha iyi bilir." ( En’am : 124 ) ayeti ile açıklanmıştır.

  1. C) VAHİY NEDİR?

Vahyin lügat manası: Vahiy, işaret etmek, yazı yazmak, yazılmış nâme ve kitâbe, elçi göndermek, ilham etmek ve gizlice söz söylemek manalarına gelir.

Vahyin ıstılahı manası: Yüce Allah’ın peygamberine dinî bir hükmü bildirmesi, O’nun  kalbine nakşetmesidir.

Vahyin geliş şekilleri: Vahiy Hz. Muhammed (s.a.v)e çeşitli tarz ve şekillerde gelmiştir. Bunların başlıcaları şunlardır:

Vahyin en eski, yani ilk şekli Hz. Peygamber (s.a.v)in uyku halinde iken gördüğü sadık (gerçek) rüyalardır.
Hz. Peygamber sonradan bir hakikat olarak zuhur edecek olan hadiseleri bu rubaları ile daha önceden görmüş oluyordu.
Cebrail (a.s) görülmediği halde Hz. Peygambere çok net bir ses halinde gelen vahiydir. Bu çok net sesi Peygamberimiz çan sesine benzetmişti. Kendisine gelen vahyin en aşır şekli bu idi. Net ses bittiği zaman Hz. Peygamber Allah tarafından ve Cibrîl vasıtası ile bu şekilde vahy olunan sözleri aklında tutmuş oluyordu.
Cebrail (a.s) tarafından Hz. Peygamberin kalbine nefes (üflemek) suretiyle yapılan vahiydir.
Cebraillin insan suretinde gelip, Peygamberimize vahiy getirmesidir. Hz. Peygambere en kolay gelen vahiy budur. Ekseriya "Dıhye" adındaki sahabî suretine girerek gelirdi.
Cebrail’in Hz. Peygambere uyku halinde iken vahiy getirmesidir.
Hz. Peygamberin uyanık bulunduğu sırada Cenab-ı Hak ile konuşma şeklinde vuku bulan vahidir.
Vahiy meleğinin kendi aslî sureti üzere görünerek tebliğde bulunmasıdır. Bu suretle vahiy, Hz. Peygambere yalnız iki defa vaki olmuştur.

  1. D) PEYGAMBERLERİN SIFATLARI

Peygamberler bütün insanlar için takdir edilmiş olan her türlü iyi ve yüksek vasıflara sahiptirler. Nebîlik ve Resûllük şanına layık olmayan her türlü hallerden ve noksanlıklardan uzak bulunmuşlardır. Bu bakımdan peygamberler şu kemâl sıfatlarıyla vasıflandırılmıştır:

1- İsmet: Peygamberlerin her türlü gizli, açık günahlardan ve bu günahlara delâlet edecek hareketlerden uzak olmalıdır. İsmetin zıddı olan ma’siyet (günahkâr olmak) peygamberler için düşünülemez. Çünkü onlar İlahi bir egitimden geçmişlerdir. Eger onlar günah işleyip de günahsiz oluşlarina aykiri harekette bulunmuş olsaydilar, bizim de o yolda hareket etmemiz lâzim gelirdi. Çünkü biz onlara ve onlarin girdikleri İlahi emirlere uymakla memuruz. Halbuki Yüce Allah kullarina günah işlemeyi, günahkâr olmayi emretmez. Bu bakimdan peygamberlerden asla günah olan söz ve davranişlar çikmamiştir.

2- Emanet: Peygamberler her bakimdan emin olup, kutsi, İlahi vazifeleri hususunda ve diger işlerinde en dogru yolda bulunmalidir. Emanetin ziddi olan "hiyanet"ten uzaktirlar. Çünkü hâin olan bir kimse İlahi sirlarin tecellî ettigi Nebîlik vazifesiyle şereflenemez.

3- Sidk: Peygamberler her hususta yani gerek dinî hükümleri teblig ve gerek diger emirleri haber verme hususunda dogru sözlü olmalidir. Peygamberlerin yalan söylemeleri men edilmiştir.Çünkü yalan en büyük günah oldugundan "ismet" ve "emanet" sifatlariyla bir arada bulunmaz. Eger, peygamberler yalanci olsalardi, Yüce Allah yalancilari tasdik etmiş olurdu. Halbuki yalanciyi tasdik -bir çeşit yalancilik oldugundan- Allah’ın İlahi şanında tasavvur edilemez.

4- Fetânet: Peygamberlerin fâtın, uyanık görüş ve zekâ kuvvetlerine sahip olmalarıdır. Onlar insanların en akıllısı, en zekîsidirler. Kendilerinde mutedil bir yaratılış, mutedil bir huy ve güzel bir hayat seyri tecelli etmiştir. Onların haklarında gaflet düşünülemez. Eğer en üstün fetânet ve zekaya sahip olmasaydılar ümmetlerine karşı delilleri ortaya koymaya kadir, onları ikna için güzelce mücadeleye muktedir olamazlardı. böyle bir hal ise risalet ve nübüvvetten kastedilmiş olan gayeye aykırıdır.

5- Şeriatı tebliğ: Peygamberlerin Allah tarafından bildirilen şeyleri ümmetlerine tamamen tebliğ etmeleridir. Bunun zıddı olan "dini emirleri gizlemek" peygamberlerde yoktur. Çünkü tebliğine memur oldukları bir hakikati gizleyip değiştirserlerdi vazifelerine hiyanet etmiş olurlardı. Halbuki hiyanetle vasıflanmış olmaları İlahi bir eğitimle men edilmiştir.

6- Adaletli olmak: Peygamberler her türlü işlerinde haktan ve adaletten ayrılmazlar. Hiçbir kimseye haksızlık yapmamışlardır. Adaletli olmanın zıddı olan "zalim olmak" peygamberler hakkında düşünülemez.

7- Erkek olmak: Kadınların yaratılış icabı peygamberlik gibi aşırı ve mes’uliyetli bir vazifeyi yapmaları mümkün olmadığından onlardan peygamber gelmemiştir. Gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin erkeklerden seçildiğini Yüce Allah bize Kur’an-ı Kerimde açıklamıştır.

E) PEYGAMBERLERİN DERECELERİ

Bütün peygamberler peygamber olmaları bakımından eşittirler, aralarında fark yoktur. Ancak, kavimleriyle olan mücadeleleri, onların bazılarını diğerlerine üstün kılmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah'ın kendilerine hitabettiği, derecelerle yükselttikleri vardır..." (Bakara / 253)

Aralarında derece farklılıkları, birbirinden üstünlükleri olduğunu Allah'ın beyan ettiği peygamberlerin içinde "Ulu'l - Azm", azim sahibi peygamberler olduğunu yine Yüce Allah, kitabında şöyle açıklıyor:
"Ey Muhammed! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret..." (Ahkaf /35)
Ulu'l - Azm peygamberler, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Isa ve Muhammed (a.s.)dır.

Kur'an-ı Kerimde şöyle ifade edilmiştir: "Hani biz peygamberlerden söz almıştık; sen (Muhammed (s.a.v.)den, Nuh'tan, İbrahim’den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa’dan da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık." (Ahzab /7)

Kısaca bu peygamberleri tanıtalım:

- Hz. Nuh (a.s): Hz. Nuh (a.s.) zamanında çoğalan insanlar Allah'ı tanımaz oldular. Putlara tapmağa başladılar. Hz. Nuh onları bir Allah’a ibadete çağırdı. 950 sene yaşayan Nuh (a.s.) her türlü çağrı ve ikna metotlarını kullanarak kavmini hakka çağırdı. Ancak bu çağrıya kulak verenler bir gemiye sığabilecek kadar az bir topluluktu. Islahı kabil olmayan azgın ve sapık güruh ise helâkı hak etmişti. İlâhi bir emirle gemi yapıldı, inananlar o gemiye alındı. Bunlar arasında Ham, Sam, Yafes adında Hz. Nuh'un üç oğlu da vardı. İnanmayan ve puta tapanlar ise meşhur "Tufan" ile sulara gark olarak helâk oldular. Bu helâkten sadece Hz. Nuh’a inananlar kurtuldu. Kur'an'da Hz. Nuh'tan şuara, Saffat ve Nuh surelerinde genişçe bahsedilir.

- Hz. Ibrahim (a.s.): Hz. Ibrahim, Nuh (a.s.)dan sonra "Ulu'l -Azm" peygamberlerin ikincisidir. Kâbe'nin banisi, Peygamber (s.a.v.)in büyük dedesidir. Peygamberimizden 2500-2600 yil kadar önce Nemrut zamaninda putperest Babillilere gönderildi. Kendisine on sayfalik bir kitap verildi. Nemrutla mücadelede bulundu, putlarla savaşti, ateşe atildi. Halilullah (Allah’ın sevgilisi) olan Hz. İbrahim’e bütün semavi dinler tazimde bulunur. Kur'an'da Al-i Imran, Bakara, Saffat, Ibrahim ve şuara surelerinde Hz. Ibrahim degişik yönleriyle anlatilmaktadir.

- Hz. Musa (a.s.): Peygamberimizden 1900-2000 yil kadar önce, Israilogullarina peygamber olarak gönderildi. Fir'avn'la mücadelesi, Kur'an'da genişçe anlatilir. Kendisine müstakil bir kitap olarak Tevrat gönderilmiştir. Kur'an'da özellikle Bakara, şuara, Taha, Neml, Kasas ve Kehf surelerinde Hz. Musa (a.s.)dan söz edilir.

- Hz. İsa (a.s): Israilogullarindan olan Hz. Isa (a.s), Hz. Meryem’in oğludur. Babasız dünyaya gelişi bir mucizedir. Beşikteyken konuşmuş, 30 yaşındayken Israiloğullarına peygamber olmuş ve 33 yaşındayken semaya urûc etmiştir. Kendisine müstakil bir kitap olarak İncil gönderilmiştir. Peygamberimizden 600 yıl kadar önce yaşamıştır.

- Hz. Muhammed (s.a.v.): Bütün peygamberlerin sO’nun cusu olan Peygamberimiz (s.a.v.), yaşadığı asırdan kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderildi. Milâdi 571'de doğdu, 610'da peygamber oldu, 632'de vefat etti. Böylece 23 sene peygamberliği süresince ilâhi emaneti büyük bir titizlikle ümmetine tebliğ etti. İlâhi kitap Kur'an-ı Kerim kendisine bir defada değil olaylar ve hadiseler gerektirdikçe gönderildi.

  1. F) MUCİZELER VE DİĞER HARİKALAR
  2. Mucize: Âciz bırakan, yapılması, meydana getirilmesi insan gücünün üstünde olan şey demektir.

Terim olarak mucize: Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, iddiasını te'yid ve tasdik için Allah'ın O’nun  elinde gösterdiği alışılmış tabiat kanunları ve normal olaylar üstü, harikulâde bir hadisedir.

Mucizenin asıl sahibi Allah tır. Elçisinin doğruluşunu ispat için mucizeyi tasdik aracı olarak O’nun  elinde gösterir.
b. Harika: Alışılmış olmayan, yaran, kesen anlamlarına gelir. Harika olayda, normali kesen olağanüstülük söz konusudur. Alışılmış olmamak harikanın niteliğidir. "Hariku'l - âde" deyiminde, her zaman vuku bulmayan, bilinenin dışındalık mutlaka vardır.

Bununla birlikte, mucize ile harika arasında bükük farklar vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

c. Mucizenin şartları:

1- Mucize ancak peygamber olan zattan sadır olur. Mucizede peygamberin meydan okuması vardır.Yalan yere peygamberlik iddia edenlerin mucize göstermeleri imkânsızdır. Bu da O’nun  yalancı peygamber olduğunu ortaya koyar. Mucizeler Allah’ın elçilerini tasdiki olduğundan, Allah ancak gerçek peygamberleri tasdik eder, yalancıları tasdik etmez.

2- Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan zatın davasına uygun ve amacına münasip tarzda zuhur eder. Herhangi bir şekilde taklit edilemez, aynısı şu veya bu şekilde yapılamaz.

3- Mucize istek üzerine vuku bulur ve "Bu mucizenin bir benzerini getiriniz." denir. Ama hiç kimse buna güç yetiremez. Kur'an mucizesi bunu en güzel örneğidir.

4- Mucize gösteren nebi, en yüksek ahlâk ve fazilet esaslarınla mevsuftur. Kendi şahsi çıkarı mucizede asla görülmez. Mucizeyi davası uğruna kullanır. Her yönden ahlâk ve fazilet örneği olan nebinin, bizzat hayatı ve davranışları mucizedir. Bunun en güzel örneği Hz. Muhammed (s.a.v)in hayatı ve davranışları olan sünnettir.
d. Harikanın çeşitleri:

Mucizeden başka olan harika olaylar, çeşitli şekillerde ve şahıslarda ortaya çıkar. Bunların başlıcaları şunlardır:

1- Irhasat: Peygamberlik öncesi peygamber olacaklarda görülen harika olaylardır. Peygamberliğe hazırlık döneminde cereyan eden bu olaylar, peygamber olacağının ön habercisidir. Peygamber (s.a.v.)e bazı ağaçların ve taşların selâm vermesi, Hz. Isa (a.s)ın beşikte iken konuşması irhasata örnektir.

2- Keramet: Allah'ın veli kullarından sadır olan harikulâde hallerdir. Veliler, Allah'ın emirlerine uyan ve yasaklarından titizlikle kaçınan, Peygamber Efendimizin sünnetine tabi olan, ibadet ve taatta üstün züht ve takva sahibi olan Allah dostu saf ve samimi müminlerdir. Keramet bu gibi veli kullardan sadır olur. Evliyanın kerameti haktır. Keramet mucize gibi istenildiği anda değil, kendiliğinden Allah tarafından verilir.

3- Meûnet: Bazı müminlerde ortaya çıkan harikalardır. Bunlarda bir iddia söz konusu değildir. Bazı saf Müslümanların geçimlerinin kolay olması, belâ ve sıkıntılara düşmemesi, ilâhi yardıma mazhar olması bu türdendir.

4- Istidrac: Küfür ve günahı açık olan kişilerde görülen ve onların isteklerine uygun olarak ortaya çıkan harikalardır. Bunlar ancak Allah'ın fırsat vermesiyle mümkün olur. Yoksa istidrac sahibinin elinde bir şey yoktur. İlâhi hikmet gereği bu kişilere bu tür imkân verilir. Zalim ve günahkâr kişilerin başarıları istidrac türünden harikalardır. şeytanın, kıyamete kadar kendisine müsaade edilmesi; Firavunun 400 sene gibi uzun bir zaman yaşayıp baş ağrısı bile görmemesi; Nemrut ve benzerlerinin uzun seneler yeryüzünde saltanat sürüp arzu ve isteklerine erişmeleri ve bütün dünya nimetlerine kavuşmaları, hep bu kimseler için birer istidraçtır.

5- İhanet: Küfrü ve günahı açık olan kişilerin elinde ve onların isteklerine aykırı olarak cereyan eden harikalardır. Yalancı peygamber Müsellemetü'l - Kezzap suyu azalmış bir kuyuya suyunu çoğaltmak maksadıyla tükürmüş; fakat kuyunun mevcut suyu da kurumuştu. Allah (c.c.) bu tip kimseleri, davasında yalancı çıkartmak ve aşağılamak maksadıyla isteklerinin tersine harikalar yaratmıştır. Buna aynı zamanda "Hızlan" da denir.

Sihir ve büyü ise bu harika olaylardan sayılmaz. Sihir ve büyü de Allah'ın izni dahilinde meydana gelir. Belirli bir tekniği ve bilgiyi gerektiren sihir ve büyü dinen haram kılınmış, en büyük günahlardan sayılmıştır.

G) PEYGAMBERLERİN BİLDİRDİKLERİ DİNLERDE BİR OLAN ESASLAR

Peygamberlerin getirdikleri dinlere "Hak din" veya "Semavî din" denir. Hak dinin bir takım mümeyyiz vasıfları vardır:

- Hak din, bir peygamberin Allah’tan vahiy suretiyle alıp insanlara bildirdiği hükümler ve kanunlar şeklinde oluşur.

- Hak din, kâinata mutlak olarak hakim olan bir Allah’a îman ve Ona kulluk etme esasına dayanır.

- Hak din, uhrevî mesuliyeti (ahiret hayatını) kabulü ve buna imanı emreder.

-Hak din, nübüvvete (peygamberlik müessesine) iman esasına dayanır.

-Hak din, mukaddes bir kitaba dayanır.

-Hak din, meleklere imanı (manevi varlıkların var olduğunu kabul etmeyi) emreder.

-Hak dinde ibadet sadece Yüce Allah’a tazîm ve Ona samimiyetle bağlanmak kastiyle yapılır.

-Hak dinde akla ve müspet ilme aykırı bir hüküm bulunmaz.

- Hak din, sosyal hayatta eşitliği, kardeşlik ve adaleti kökleştirmek ve her türlü imtiyazı ortadan kaldırmayı amaç edinir.

- Hak dinde, dînin genel kanunları, bir cemiyetin kurulmasını ve bu cemiyetin en mükemmel bir nizam üzere devam etmesini hedef olarak kabul eder.

  1. H) KUR’AN’DA ADI GEÇEN PEYGAMBERLER

Vahiy meleği vasıtasıyla Yüce Allah tarafından gönderilen İlahi emirleri ve yasakları insanlara bildirmekle vazifeli kimselere Kur’an-ı Kerim’in dilinde "Nebî, resûl, beşir ve nezîr" adlari verilir. Bunlar her bakimdan üstün ve seçkin kimselerdir. Peygamberler günah işlemezler, yalan söylemezler, emanete hiyanet etmezler, Allah’tan aldıkları emirleri olduğu gibi insanlara bildirirler. Çok zekî, uyanık ve mantıklı kimselerdir. Peygamberlerin bir kısmı bir kavme, bir bölgeye, bazıları da bütün âleme ve insanlığa gönderilmiştir. Bunların ne kadar oldukları bildirilmemiştir; sayılarını ancak Allah bilir. Kur’an-ı Kerimde peygamberlerin sadece bir kısmından bahsedilir. Onlar da şunlardır:

  1. Hz. Adem (a.s)
  2. Hz. Idris (a.s)
  3. Hz. Nuh (a.s.)
  4. Hz. Hûd (a.s)
  5. Hz. Salih (a.s)
  6. Hz. Ibrahim (a.s)
  7. Hz. Ismail (a.s)
  8. Hz. Lût (a.s)
  9. Hz. Ishak (a.s)
  10. Hz. Yakûb (a.s)
  11. Hz. Yusuf (a.s)
  12. Hz. Eyyûb (a.s)
  13. Hz. şuayb (a.s)
  14. Hz. Musa (a.s)
  15. Hz. Harun (a.s)
  16. Hz. Davut (a.s)
  17. Hz. Süleyman (a.s)
  18. Hz. Zülkifl (a.s)
  19. Hz. İlyas (a.s)
  20. Hz. El- Yesâ (a.s)
  21. Hz. Yunus (a.s)
  22. Hz. Zekeriya (a.s)23. Hz. Yahya (a.s)
  23. Hz. Isa (a.s)
  24. Hz. Muhammed (s.a.v)

Bunlardan başka Kur’an-ı Kerimde isimleri geçen fakat peygamber olup olmadıkları hakkında kesin bilgi olmayanlar vardır ki; bunlar da şunlardır:

- Üzeyir

- Lokman

- Zü’lkarneyn.

İslam dininin inanç esaslarında Allah’ın peygamberlerinden hiçbirisi diğerinden ayrılmaz. Hepsi peygamber olarak kabul edilir, her peygamberin getirdiği ve tebliğ ettiği dînin hak din olduğu benimsenir. Çünkü İslam dininin îman esasına göre; gerçek din, semavî din tektir ve Allah tarafından elçiler aracılığı ile gönderilir.

I ) HZ. MUHAMMED (S.A.V.)’IN SON PEYGAMBER OLUŞU

Yüce Allah Hz. Adem ile başlayan peygamberler zincirini Hz. Muhammed (s.a.v) ile sona erdirmiştir. Artik başka din, başka peygamber gelmeyecek; kiyamete kadar bütün dünyada Islâmiyet geçerli olacaktir.

Allah (c.c) Peygamber (s.a.v)i bütün insanliga peygamber gönderdigini şu ayetlerinde belirtiyor:

"De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın elçisiyim." (A’ raf:158.)

"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe: 28.)
Yüce Allah’ımız Islâmiyetin son din olduğunu da şu ayetinde haber veriyor:
"... Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim." (Maide: 3.)

Yine Rabb’imiz kutsal kitabında Peygamberimiz (s.a.v)in son peygamber olduğunu ve Ondan başka peygamber gelmeyeceğini şu ayetiyle ilân ediyor:

"Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sO’nun cusudur." (Ahzab: 40.)”[294]

 “Ben sözlerim ile Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemi övmüş, güzel göstermiş olmadı; aksine Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemden bahsetmekle sözlerimi güzelleştirdim.”[295]

“La ilahe illallah Muhammedun Resulullah” diyerek O’nu çok yücelere çıkaran bizzat Allah azze ve celledir. Kendi isminin ardından Habibinin ismini zikreder bunu tüm kullarına da göstermiştir. Adına sayısızca kitap yazılan ve her harekte ve amelini kendimize örnek almamız gereken peygamber sallalahu aleyhi ve sellemi daha yakından tanımalıyız. “Muhakkak ki sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü ümit eden ve Allah'ı çokça zikreden kimseler için Allah'ın Resûlünde güzel bir örnek vardır.[296]

Peygamber sallalahu aleyhi ve selleme olan sevgimiz ve O’na olan bağlılığımız ile Hz. Eyyüp el– Ensari gibi O’nu evlerimizde gönül rahatlığıyla ağırlaya bilirmiyiz?

Ya da “Gönüllerimiz senini sevginle dolu gel ey Allah’ın elçisi sana hasret bu yürükler sensizlikte yanıp kavruldu. Seni özleyen ve seni yüreğmizde konuk etmek isteyenlerden biri de benim ey Allah’ın Habibi” diye bilirmiyiz?

O’nu çok seven ashabı gibi “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulü” diyecek kadar O’nu seviyormuyuz?

O’na Hz. Ömer’in dediği gibi söyleye bilirmiyiz? “"Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraberdik. O sırada, Aleyhissalâtu vesselâm, Ömer (radıyallahu anh)'ın elinden tutmuştu. Hz. Ömer:

"Ey Allah'ın Resûlü! Sen bana, nefsim hâriç herşeyden daha sevgilisin!" dedi. Resûlullah hemen şu cevabı verdi:

"Hayır! Nefsimi elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e yemin ederim, ben sana nefsinden de sevgili olmadıkça (imanın eksiktir)!"

Hz. Ömer (radıyallahu anh):

"Şimdi, sen bana nefsimden de sevgilisin!" dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:

"İşte şimdi (kâmil imâna erdin) ey Ömer!" buyurdular.”[297]

Peygamber sallalahu aleyhi ve sellemin yaşantısı tüm Müslümanlar için yaşayan canlı bir örnektir. Her konuda O’nu kendimize örnek almak zorundayız. “De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!" Allah çok bağışlayandır, pek merhamet edendir.[298] Peygamber sallalahu aleyhi ve sellemin hayatında faydasız ve boş bir şey yoktur. “Battığı zaman yıldıza kasem olsun. Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve azmadı. O (bildirdikleri), vahyedilenden başkası değildir.[299]

Kur’an’ın anlaşılmasında ve yaşınılmasında peygamber sallalahu aleyhi ve sellemin hayatı bizlere sunulan en güzel örnektir. Ustad Bediuzzaman’a göre “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: akvâli, ef'âli, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir.

Farz ve vâcip kısmında ittibâa mecburiyet var; terkinde azap ve ikab vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir.

Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile, yine ehl-i iman mükelleftir; fakat terkinde azap ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibâında azîm sevaplar var. Ve tağyir ve tebdili bid'a ve dalâlettir ve büyük hatadır.

Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev'iye ve içtimaiye itibarıyla onu taklit ve ittibâ etmek gayet müstahsendir. Çünkü herbir hareket-i âdiyesinde çok menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi, mütâbaat etmekle, o âdâb ve âdetler ibadet hükmüne geçer.”[300]

Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem ile öğrendik birbirimizi sevmeyi, O’nunla öğrendik akrabayı gözetmeyi, yetimin başını okşamayı, adaletli olmayı, yoksulu gözetmeyi, fakiri doyurmayı…her şeyden önemlisi O’nunla tanımıştık âlemlerin rabbini. O’nunla öğrendik küfre meydan okumayı “Güneşi sağ elime, Ay’ı sol elime versenizde asla dönmem davamdan” diyerek müşriklerin ulularına haykırdığında anladık ki O gerçekten Allah’ın Habibidir.

Kur’an daki Peygamber

Peygamber size ne verdiyse onu alın, sizi neden sakındırdıysa da ondan sakının.[301]

Allah azze ve cellenin biz kullarına gönderdiği en güzel ve kıymetli şey hiç şüphesiz ki Kur’andır. Bu Kur’an’ı yorumlayıp hayatımıza

“Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, zat-ı Ahmediye (a.s.m.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil'ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem, binler mucizatın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslamiyetin ve kemâlâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîmin hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibâıyla milyonlar ehl-i kemal, merâtib-i kemâlâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zatın sünneti, harekâtı, iktidâ edilecek en güzel nümunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittibâ etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme, tekzibini işmam eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir.”[302]

Peygamber aramızdan

Biliniz ki, içinizde Allah'ın Resûlü vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak Allah, size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsledi (kök saldırıp yerleştirdi) ve size küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolda olan (râşidun)lardır.[303]

“Hem bilin ki; içinizde Allah'ın peygamberi vardır.» Rasûlullah'-ın aranızda olduğunu bilerek ona ta'zîmde bulunun, O’nun la birlikte iken edebli davranın, O’nun  emrine boyun eğin. Hiç şüphesiz o, sizin menfaatınıza olanları en iyi bilen ve size sizden daha şefkatli olandır. O’nun  sizin hakkınızdaki görüşü sizin kendiniz hakkındaki görüşünüzden daha mükemmeldir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayet-i Kerime'de de: «Peygamber; mü'minler için kendi Öz nefislerinden daha evlâdır.» (Ahzâb, 6) buyurmaktadır. Daha sonra Allah Teâlâ onların menfaatla, nnı gözetmede ne denli yetersiz olduğunu beyanla şöyle buyurur: «Şayet o birçok işlerde size uymuş olsaydı; şüphesiz ki sıkıntıya düşerdiniz.» Şayet sizin seçip tercih ettiğiniz şeylerinhepsinde size uymuş olsaydı, bu sizi meşakkata ve sıkıntıya götürürdü. Allah Teâlâ başka bir ayet-i Kerime'dedeşöylebuyurur: Şayet hak,onların heveslerine uysaydı; gökler, yer ve onlarda bulunanlar muhakkakki bozulup giderdi. Hayır, Biz onlara kendi zikirlerinigetirdik.Amaonlarzikirlerindenyüzçeviriyorlar.»  (Mü'minûn, 71).
«Ama Allah, size imanı sevdirmiş (gönüllerinize iman sevgisi koymuş) ve onu kalblerinize zînet yapmıştır.» İmâm Ahmed der ki: Bize Behz'in... Enes'ten rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.): İslam açıklıktır, iman kalbdedir, buyurup; sonra üç defa eli ile göğsüne işaret edip: Takva buradadır, takva buradadır, uyurmuş”[304]

Şöyle rivayet ediliyor, “Resullah sallalahu aleyhi ve sellem efendimizin defnedilmesinden sonra bir bedevi geldi. Kendisini Allah resulü sallalahu aleyhi ve sellem efendimizin kabri üzerine attı. Öyle ki toprağından üstü başı toz toprak oldu. Ve dedi ki: “Ya Resulallah! Sen söyledin biz de işittik! Ve iman ettik ki: “Biz her peygamberi Allah'ın izniyle, ancak itaat olunması için gönderdik. Eğer onlar, gerçekten nefislerine zulmettikleri zaman, sana gelip Allah'tan mağfiret dileselerdi ve Peygamber de onlar için mağfirette bulunsaydı, gerçekten Allah'ı, tevbeleri çok kabul edici, pek merhamet edici olarak bulurlardı.” Diye sana bir ayet indirildi. İşte ben nefsime zülmettim! Sana geldim ‘Dahilek’ ya Resullallah! Günahımdan dolayı Allah’dan mağfiret istiyorum. Sen de benim için Rabbimden bağışlanma dile!”[305]

Peygambere itaat

Kim Peygamber'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, seni onların üzerine bir muhafız olarak göndermedik.[306]

“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur.”[307]

Enes bin Malik radiyallahu anh’dan şöyle rivayet ediliyor. “Sizden biriniz ben annesinden, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım müddetçe tam iman etmiş olmaz”[308]

Allah ve Resûlü bir işe hükmettikleri zaman, Mü'min erkek ve Mü'min kadının kendi işlerinde, onlar için bir tercihte bulunma hakları yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse gerçekten apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.bulunma hakları yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse gerçekten apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.[309]

Kim kendisine hidayet/doğru yol belli olduktan sonra Peygamber'e muhalefet eder ve Mü'minlerin yolundan başka bir yola tabi olursa, onu temayül ettiği/yöneldiği ile baş başa bırakır ve onu cehenneme atarız. Orası ne kötü varılacak bir yerdir.[310]

“İmanın tadını; Rab olarak Allah’ı din olarak İslam’ı ve peygamber olarak da Muhammed sallalahu aleyhi ve selleme razı olan kimse tatmıştır.”[311]

“Üç haslet vardır. Bu üç haslet kimde bulunursa, imanın tadını duyar. 1: Kendisine Allah ve Resulü başkalarından daha çok sevimli olması.

2: Bir kimseyi Allah için sevmesi.

3: Alllah’ın bir kulunu (imansızlıktan) kurtarıp tekrar küfre dönmekten, ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi hoşlanmamasıdır.”[312]

Peygamber sevgisi

“Muhabbeten Muhammed oldu hasıl

Muhammedsiz Muhabbet ne hasıl”[313]

Hz. Âdem’den günümüze kadar herkes bir şekilde peygamber sallalahu aleyhi ve selleme olan sevgisini bir şekilde dillendirmiştir. Her bir aşk ehli kendisine aşkını ifade etmiştir. O’nun sevgisiyle gönülerini süslemekle yetinmeyip şiirler ve naatlarla bunu ifade etmeye çalışmışlardır. Edipler, Sufiler ve aşıklar O’nun adını anarak güzelleştirmişlerdir meclislerini.

“Cümlenin mahbubu sensin ya Habib–i ezeli

Cümle Yusuf’lar içinde ey güzeller güzeli”

(Ey ezeli sevgili bütün cihanın sevgilisi sensin.

Sen bütün Yusuf’lar ‘güzeller’ içinde en güzeli olansın.”[314]

 

“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” diye buyruluyor. Bu kutsi hadisi konu edinen şair şöyle sevgisini ifade eder.

“Nebi idin dahi Adem dururken ma–i tin içre

İmam–ı enbiya olsan revadır ya Resulullah!”

“Hz. Adem su ile çamur arasında iken ‘henüz yaratılmamışken’ sen peygamberdin ey Allah’ın Resülü! Sana nebilerin İmamı dense yeridir.”[315]

“Ben sözlerimle Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemi övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemden bahsetmekle sözlerimi güzelleştirmiş oldum.”[316]

“Suya virsun bağ–ban gül–zarı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül–zare su?”

“Bahçıvan boşuna zahmet çekmesin; gül bahçesini sele versin, mahfolmaya bıraksın. Çünkü bir tane gül bahçesini sulasa senin yüzün(Hz. Peygamber) gibi bir gül açılmaz, yeşermez.”[317]

AHİRETE İMAN

A) AHİRET NEDİR?

Ahiret kelimesinin sözlük anlamı, son ve sonra olandır. Bu anlamda dünyanın sO’nun a ahiret denir. Terim olarak ahiret, ölümden sonra insanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyen devam eden bir hayatın adıdır.

İçinde yaşadığımız dünyada bulunan her şey sürekli bir değişiklik göstermektedir. Her şeyin durmadan değiştiğini, eskidiğini, canlıların doğup, büyüyüp, gelişip,yaşlanıp öldüklerini, hep gözlemekteyiz.
Yaratılmış olan varlıkların zamanı gelince yok olmaları doğaldır. Çünkü Yüce Allah’tan başka ölümsüz, kalici varlik yoktur. şu halde her şey belirli süreler içersinde varligini devam ettiriyor, sonra da yok oluyor. Bu varliklar arasinda kendisine verilen akil, irade ve güç sayesinde özel bir yere sahip olan insan da belirli bir süre yaşadiktan sonra ölmektedir. Işte insanin canli kaldigi, varligini sürdürdügü bu zaman süresine ömür diyoruz. Insan ömrünün belli bir zaman sonra Allah’ın emriyle son bulmasına da ecel diyoruz. Dünyada her gün veya her an vakti gelen insanların ömürleri tükeniyor; diğer taraftan da yeni doğanlarla yeni hayatlar başlıyor. İşte bunlar gibi bu dünyanın da bir ömrü, bir sonu vardır. Dünyanın bu son bulma anına "Kıyamet kopması" diyoruz. Bundan sonra, Yüce Allah yeni bir âlem yaratacak, bütün ölüleri diriltecek ve hepsini "Mahşer" denilen yerde toplayacaktır. İşte bu yeni âleme "Ahiret" denir.

Ahirete, ahiret günü, kıyamet günü, din günü, ceza günü, son gün, diriliş (ba's) günü gibi isimler de verilmiştir.
İnsana hayat ve canlılık veren ruh, insanın ölümü ile bedenden ayrılır ve ruhlar âlemine gider.
Kıyametin kopma zamanı gelince İsrafil adlı melek Allah’ın emriyle Sûra üfleyecek bütün bu âlemin düzeni bozulacak, her şey alt üst olup taş üstünde taş kalmayacak ve bu dünya hayatı son bulacaktır.
İsrafil’in Sûra ikinci defa üflemesiyle bütün ölüler dirilecek ve yeni bir âlem kurulacaktır. Burada insanlara dünyada yaptıkları bütün iyilik ve kötülükleri açıkça gösterilecektir. Sevabı, yani iyilikleri çok olanlar Cennete gideceklerdir. Günahı, yani kötülükleri çok olan Müslümanlar günahlarının cezasını görmek üzere Cehenneme gireceklerdir. Bunları Yüce Allah dilerse affeder, dilerse cezalarını çektikten sonra yine Cennete koyar. İnkâr edip iman etmeyenler ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.

İşte yeniden dirilme ile başlayıp sonsuza kadar sürüp gidecek olan hayata âhiret hayatı ve bu hayatın geçtiği âleme de âhiret âlemi veya öteki dünya denir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Sûra üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde, kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacaktır. Sonra Sûra bir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp, bakakalacaklardır." (Zümer: 68.)
Birinci Sûrda Allah’ın dilemesiyle ölmeyip kalanlar, Cebrail, Mikâil, Israfil, Azraîl, veya hamele-i arş(Arşı taşıyan melekler), ya da Rıdvan melekleri, hûriler, cennetin hazînedarı olan Malik’le cehennem bekçileri olan zebânîlerdir. Bu ayete göre " Sûr " iki defa üflenecektir: Birincisi ölüm üfleyişi, ikincisi de ba’s (dirilme) üfleyişidir.

  1. B) AHİRET GÜNÜNE NİÇİN İNANIRIZ

Ahiret gününe inanmak, iman esaslarindan beşincisidir. Ahirete inanmayan kimse gerçek mümin olamaz. Kur'an-i Kerimde müminlerin özellikleri sayilirken:

"Ey Muhammed, onlar sana indirilen kitaba da, senden önce indirilenlere de inanirlar; ahirete de onlar kesinlikle inanirlar" (Bakara / 4) buyrulmaktadir.

Bir başka ayette:

"Kim Allah'i, meleklerini, kitaplarini, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, mutlaka haktan çok uzak, derin bir sapikliga sapmiştir." (Nisa /136) buyrulmaktadir.

Önemine binaen Kur'an-i Kerimde birçok ayette Allah'a imandan hemen sonra, Ahirete iman zikredilmiştir.

"Allah'a ve ahiret gününe inanip salih amel işleyen kimselerin Rableri katinda büyük ecirleri vardir. Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." (Bakara / 62),

"Insanlardan bazilari, biz Allah'a ve ahiret gününe inandik derler. Halbuki onlar inanicilar degildirler." (Bakara / 8) ayetlerinde oldugu gibi.

Çünkü ahirete inanan kimse, O’nun  peygamberine, dolayisiyla meleklerine ve kitaplarina kolayca inanir. Allah’ın yüce sıfatlarını öğrenince de, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna ve her şeyi O’nun  takdir edip yarattığına, yani kaza ve kadere de inanır. Ama tecrübe ve müşahede alanı dışında kalan ve sadece nakille, Allah ve Rasülünün haber vermesiyle bilinen yepyeni bir alemin ve hayatın, yani ahiret hayatının var ve hak olduğuna inanmak, daha büyük teslimiyet ister. Bu bakımdan, ahiret hayatına inanmak, iman esasları arasında önemli bir yer tutar.

Ahirete inanan kişi öldükten sonra tekrar dirileceğine, dünyadaki işlerinin karşılığı olan cennet ve cehenneme ve oradaki hayatın sonsuz olduğuna da inanır. Böyle bir inanca sahip olan kişi, yaptığı bütün işlerden sorumlu olduğunu, herkese hakkının burada verileceğini düşünür ve kavrar. Ahiret hayatındaki sonsuz mutluluğun, ancak bu dünyada kazanılacağını da bilir.

Bu dünya bir bakıma ahiretin tarlası gibidir. Burada ne ekersek orada onu biçeceğimize şüphe yoktur.
Ahiret inancı bize çok şeyler kazandırır. İnsanların birçoğu hayatı yalnız bu dünyadan ve kendi menfaatlerinden ibaret görürler. Mal, mülk, para onlar için her şeydir. Bu uğurda haksızlık bile yapabilirler. Daha çok kazanabilmek için başkalarına karşı acımasız olabilirler. İşte böyle insanlardan oluşan bir toplumda ahlâkı korumak güçleşir. Her türlü kötülük bu tür toplumlarda çoğalır.

İnançlı kimseler ise, bu dünyanın geçici olduğunu, ölümle her şeyin bitmediğini, öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğunu, âhiret âleminin ebedî olduğunu, düşünürler ve bilirler. Böyle kişiler, bu dünyada daha bilgili ve ahlâklı olmağa çalışırlar. Doğru yollardan, yalana, hileye, rüşvete başvurmadan çalışarak kazançlarını artırırlar. Herkese yardım ederler, kimseye kötülük etmezler. Düzenli, mutlu, saygılı, merhametli olurlar. Adaletten ayrılmazlar, kimseye haksızlık ve eziyet etmezler.

  1. C) AHİRETE İMANIN FERT VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Gerçekten uhrevî sorumluluk fikri, İslam dininde bir asıldır. Fert ve toplum meselesi de bununla ilgilidir. İslam dininde âhiret ve sorumluluk fikri, korku ve ümit, fertleri topluma bağlayan bir âmildir.
Ahirete iman, daha yüksek ve ebedî bir hayata imandır. Bu dünyaya, ilim ve fazilet kazanmak, bulunduğu hayattan daha ulvî ve ebedî bir hayata yükselmek için geldiğine ve o âlemdeki mutluluğun bu dünyada kazanacağı yüksek ilim ve faziletlere bağlı olduğuna iman etmiş olan bir insan ve toplum için şu tesirleri görülür:

1- Ahiret inancının gösterdiği yolu tutarak aklını, ahlâkını hakîki ve müspet ilimlerle aydınlatır.

2- Bilgisizliğin doğuracağı eksikliklerin gayeye erişmesine engel olacağından korkar. ahirete iman suretiyle Yüce Allah tarafından kendisine verilen aklî kabiliyetleri, insânî özellikleri yaratıldıkları gaye uğruna harcar.

3- İnsan, bu iman sayesinde her işinde doğruluktan ayrılmaz.

4- Para kazanıp zengin olmak isterse kazancını meşru yollardan kazanır.

5- Hile ve aldatma, vurgunculuk ve rüşvet yollarına yaklaşmaz.

6- Kendi hakkını bilir, başkalarının haklarını gözetmeyi bir borç sayar.

7- Vazifelerini tam anlamıyla vaktinde ve zamanında yapar.

8- Kazancını daima yerinde ve faydalı işlerde kullanır.

9- Bir mükâfat ve ceza gününün varlığı ve herkesin bu dünyadaki işinden dolayı Allah’ın huzurunda sorguya çekilecekleri gerçeği âhirete iman etmiş olan kimselerin kalbine yer etmiş olur.

10- Milletler ve toplumlar arasındaki bağların ve ilişkilerin sağlam bir hale gelmesini kolaylaştıracak olan en büyük vasıta âhirete imandır. Bu iman fertlerin kalbinde ne kadar kuvvetli olursa, toplumlar arasındaki ilişkiler de o derece sağlam olur. Çünkü bu iman, her ferdi kendi sınırında durdurup başkasının sınırına geçirmez.

Ahirete iman, insanların kalbine barış hisleri saçan ezelî bir ruhtur. Çünkü barış hissi, adalet ve sevginin meyvesidir. Adalet ve sevgi ise güzel ahlâkın meydana getirdiği şeylerdir. Güzel ahlâk da âhirete imanının aşılamış olduğu bir özelliktir.

  1. D) KABİR HAYATI

İnsan denilen yaratığın yaratılmasıyla başlayan ve değişik biçimlerde devam eden yaşam evreleri vardır. İlk önce ruh olarak yaratılan insanın birinci hayatı ruhlar aleminde başlar ana rahmine gelinceye kadar devam eder; ikinci hayatı, ruhlar alemindekinden farklı bir biçimde ana rahmindeki hayatı; üçüncü hayatı, ruhlar alemindekinden ve ana rahmindekinden de farklı dünyadaki hayatı; dördüncü hayatı, yine öncekilerden farklı bir biçimde kabir hayatı, beşinci ve son hayatı da ahiret hayatıdır.

İşte bir insan öldükten sonra, ahiretin kapısı olan kabir hayatına intikal eder. Kabir hayatı; kabirde vaki olacak sorularla başlar, ölünün kabrinde amellerine göre nîmetlere kavuşması veya azap olunmasıyla kıyamete kadar devam eden bir hayattır.

Dünya hayatı sona eren bir kimse ister bir kabre defnedilsin, ister denize atılsın, isterse hayvanlar tarafından cesedi parçalansın, yensin veya ateşte yansın, mutlaka Rabbinden, peygamberinden ve dîninden sorguya çekilecektir. Ölen kimseleri sorguya çekmek için Allah tarafından görevlendirilen meleklere "Münker ve Nekir" melekleri denir. Bu melekler her ölüye "Rabbin kimdir", "Dinin nedir", "Peygamberin kimdir" sorularını sorurlar. Mümin olanlar bu sorulara kolaylıkla cevap verirler ve o andan itibaren kabirleri genişler, güzelleşir ve cennet bahçelerinden bir bahçe olur.

Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara cevap veremezler. Onları da kabirleri, kaburgalarını kırıp birbirine geçirinceye kadar sıkar. Kabirlerinden cehenneme bir pencere açılır ve hak etmiş oldukları azabı, çeşitli şekillerde çekmeye başlarlar.

Kabirdeki sual, peygamberler, buluğa ermeden önce ölen çocuklar ve yine akıl baliğ olmadan önce delirenler ile Allah'ın dilediği kimseler hariç, herkese sorulur. Nimet veya azap ise sadece hak edenleredir.
Cenab-ı Allah, ölünün bedeninde lezzet ve elemi idrak edebilecek bir çeşit hayat yaratır da ölü bu biçimde ya nimetlere kavuşur veya azap görür.

Ölü kabre girince ruhu cesedine veya bedeninin parçalarından bir kısmına sirayet eder ve ölü bu suretle bir çeşit hayata sahip olarak kendine yöneltilen soruları anlar, lezzet ve elemi anlamaya uygun bir duruma gelir. fakat ruhun bu sirayeti ölünün tamamen harekette bulunmasını gerektirmez. Farz edelim ki, ölüye soru yöneltildiği bir anda kabri açılacak olsa, kendisinde asla bir hareket ve üzüntü görülemez.

Ahiret hayatını dünyadaki hayata tamamen kıyas etmek doğru değildir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz: şöyle ki: Yanımızda iki kişinin uyumakta olduğunu farz edelim. Bunlar derin bir uykuya dalmışlar, kendilerinde hiçbir kımıltı görülmüyor. şimdi bunlardan biri tatlı bir rüya görüyor; güya en sevdiği arkadaşlarıyla beraber en güzel bir bahçedeymiş gibi... Bahçeyi süsleyen çiçeklerin güzel kokularından istifade ediyor, çeşitli ağaçların meyvelerinden kopararak tatlı tatlı yiyor. Hasılı kendisi pek neşeli bir halde bulunuyor. Aksine diğeri de, pek elemli bir rüya görüyor. Adeta bir takım caniler ile beraber ızdıraba, acı çekmeye hapsedilmiş... Hapishanenin her duvarından üzerine akrepler, yılanlar, vahşi hayvanlar saldırıyor. Bu durumda bedenî ve ruhî bakımdan sahip olduğu üzüntü sonsuz. Halbuki biz bu iki insanın sakin, sessiz, uykuya dalmış, hareketsiz bir halde olduklarını görürüz. Bunların ne neşelerini, ne de elem ve ızdıraplarını göremeyiz.

İşte bunun gibi bir ölü de kabrinde ya sıkıntı ve ızdıraba düşer, kabri kendi hakkında sıkıntı ve azap yeri olur. Veya refah ve rahata erişir, kabirde cennet nimetleriyle mükâfatlandırılır ve kabri bir cennet bahçesi olur. Artık onların âlemi başka bir âlemdir. Dünyada yaşayanlar o âlemin durumlarını anlayamazlar. Ancak bu hayata iman, bu durumları anlamayı kolaylaştırır.

Kabirdeki sual, azap ve nimeti anlatan Kuranda ayet ve manaca tevatür derecesine varan hadis-i şerifler mevcuttur.
Kur'an-ı Kerimde, Fir'avn ve hanedanı hakkında, onların her gün sabah akşam ateşle azap olunduklarını haber veren şu ayet-i kerime vardır:

"Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün de: "Fir'avn'ın hanedanını azabın en şiddetlisine sokun." (Mümin/46) denir.

Konuyla ilgili hadis-i şerifler şunlardır:

Zeyd bin Sabit (r.a.)'den yapılan sahih rivayete göre, Resülullah (s.a.v.) Efendimiz Neccar oğullarına ait bir kabristandan geçerken binmiş olduğu katır ürktü, neredeyse Resülullah düşecekti. Orada ya altı, ya beş, ya da dört kabir bulunuyordu. Bunun üzerine Efendimiz sordu: "Bu kabirde yatanları bilen var mı" Bir adam ayağa kalkarak "Ben biliyorum.." deyince, Efendimiz: "Bunlar ne zaman öldüler" diye sordu. O da "Eşrat'ta (Cahiliyette) öldüler" diye cevap verdi. Efendimiz, "Birbirinizi defnetmeyi terk endişem olmasaydı, kabir azabından işittiğimi sizin de işitmeniz için Allah'a dua edip isterdim!" buyurduktan sonra bize döndü ve: "Kabir azabından Allah'a sığının!" diye uyarıda bulundu. Biz de: "Kabir azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra tekrar bize: "Cehennem azabından Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Cehennem azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığının!" buyurdu. Biz de: "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığınırız" dedik. Sonra, "Deccal fitnesinden Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Deccal'in fitne-sinden Allah'a sığınırız" dedik. (Müslim)

İbn-i Abbas (r.a.)den rivayet edilmiştir: Resülullah (s.a.v.) iki kabre uğradı da:

"Hiç şüphesiz, bunlar azap görüyorlar. (Gözlerinde) büyüttükleri bir şey hakkında azap görmüyorlar. Evet, o günah büyüktür. Biri (iki kişinin arasını bozmak için) söz taşırdı. Diğerine gelince, idrar(ının üzerine sıçrayıp bulaşmasın)dan sakınmazdı" buyurdu. (Buhari)

Abdullah Ibn-i Ömer (r.a)den rivayet edilmiştir: "Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: Cennet ehlinden ise, cennet ehli makamlarından bir makam; cehennem ehlinden ise, cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ve ona: Burası senin (ebedi) durağındır. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir, denilir." (Buhari)

  1. E) KIYAMET

Kıyamet denilen dünyanın sonu gelmezden önce bazı garip, olağanüstü olaylar zuhur eder ki, bunlara kıyamet alâmetleri denir. Bunlar kıyametin yaklaştığının ön belirtileridir. Zira kıyametin tam kopacağı zamanı ancak Allah (c.c) bilir. Kullar, bazı alâmetlerin zuhuru ile kıyametin yaklaştığını bilebilirler. Bu alâmetlerin meydana geleceğini Peygamberimiz (s.a.v.) haber vermişlerdir.

Ancak, şunu belirtmeliyiz ki, kıyamet alâmetleri dediğimiz olayların olması, bizim bildiğimiz ve anladığımız manada olmayabilir. Yani o olaylar meydana geldiği ve alâmetler görüldüğü halde, biz onların farkında olmayabiliriz. Çünkü, kıyamet alâmeti olarak gösterilen hadiseler, çok kesin hatlarla tayin edilmiş değildir. Bundan dolayı alâmetin meydana gelişinin farkına varmamış olabiliriz. Öyleyse müslümana düşen, kıyamet alâmetlerini ve zamanını araştırmak değil, her an kıyamete hazır olmaktır. Çünkü ölümle insanın kıyameti kopacaktır. Ölümün ise geleceğini önceden haber veren alâmetleri, herkes için yoktur.
Kıyamet alâmetleri küçük ve büyük alâmetler olmak üzere iki grupta toplanır. Bu ayırış, İslam alimleri tarafından şu iki nokta göz önünde bulundurularak yapılmıştır:

Küçük alâmet sayılanlar, insanların kendi iradelerine ve hareketlerine bağlı olanlardır. Bunlar insanların kendi fiilleri sebebiyle meydana gelen şerlerden ibarettir. Büyük olanlar ise, insan iradesine başlı olmayan alâmetlerdir.
Küçük alâmetler, zaman itibariyle daha önce meydana gelecektir. Kıyametin kopuşuna, büyüklere kıyasla daha uzaktırlar. Büyük alâmetler ise, kıyamete oldukça yakındırlar. Büyük alâmetler görüldükten sonra artık sayılı günlere girilmiş, dünya rayından çıkmış, mahvolmağa yönelmiş demektir.

  1. F) MÜKAFAT VE CEZA

Ahiret gününe iman etmenin temelinde bu dünyada yapılanların öteki dünyada mükâfat ve ceza olarak karşılıklarının görülmesi vardır.

Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa O’nun  sevabını görecek; kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa O’nun  cezasını görecektir." (Zilzal : 7 - 8.)

Hayat yolunda insanoğlunun üç (3) konağı vardır: Biri bu fânî âlemdir ki buna "Dünya" denir . İkincisi kabir âlemidir ki, buna "Alem-i Berzah" denir. Üçüncüsü ise, ebedî yaşayış âlemidir ki, buna da "Ahiret evi" denir.
Resûl-i Ekrem (sav)e nazil olan vahiyde üç konağın her üçünde de insanın mükâfat ve ceza göreceği bildirilmiştir. İnsan amellerinin cezasını ve mükâfatını başarısızlık ve başarı şeklinde görecektir. Sonra insan ruhu ikinci konağa geçecek; orada da insan kendi amellerinin görüntüsünü bir parça görecektir. Sonra bu mevcut dünyanın bütün işleri sona erecek, fânî âlemin bütün şekil ve görüntüsü silinip ortadan kalkacak, nihayet yeni bir âlem meydana gelecek; o zaman fânî insanlar ebediyete kavuşmak için uyanıp kalkacaklar, bütün amellerin tamamiyle karşılığını mutlaka göreceklerdir.

İnsanın ilk ceza göreceği yer bu dünyadır. Her ne kadar insanın iyilik ve fenalığının tam karşılığını öteki dünyada "Ahirete" bırakılmışsa da, yaptığı işlerin karşılığını bu dünyada da az çok görür. İnsan salih amel, iyi işler karşılığı olarak; izzet, şöhret, şan, şeref, sevgi, güven, refah, saltanat ve egemenliğe sahip olur. Aksine kötü amellerle, fena işlerle de zillet, rezalet, şerefsizlik, perişanlık, güvensizlik, korku, keder ve mahkumiyete uğrar. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:

"Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır. Ahiret yurdu ise daha iyidir. Fenalıklardan sakınanların yurdu, en güzel, en mükemmel yurttur." (Nahl / 30 )

"Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel olan ve onların harâb olmasına çalışanlardan daha zalim kim vardır? Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeğe hakları yoktur.) Bunlar için dünyada bir rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır." (Bakara : 114.)

"... Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar." (Bakara: 217.)

  1. G) HAŞR VE MAHŞER

Haşrin sözlük manası, toplamaktır; Mahşer de toplanılan yere denir. Terim manası ise, kıyamet gününde dirilmeyi(ba'si) müteakip mahlukatın bir araya toplanmasıdır.

Kuran’da: "Bütün insanların bir araya toplanacakları gün" (Hud / 103), olarak nitelenen haşr için, "Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür." (Tegabün / 9) , "Onların hepsini bir gün toplarız" (Yunus / 28), "...o gün, suçluları korkudan gözleri göğermiş olarak toplarız." (Taha / 102), "Gözleri dönmüş olarak, dağılmış çekirgeler gibi, kabirlerinden çıkarlar ve çağırana doğru koşarlar." (Kamer /7-8) buyrulur.

Kıyamet günü Allah Tealâ yeryüzünü dilediği şekle sokar. Mahşer yeri, Peygamberimizin ifadesine göre: "Üzerinde hiçbir alâmet (dağ, deniz, bitki v.b.) bulunmayan, halis buğday unundan yapılmış yufka gibi beyaz ve parlak bir düzlük" (Buhari) olacaktır. Dirilişi müteakip mahlukat, hesap ve kısas için bu düzlükte toplanacak. Hesaplaşmadan sonra ise hayvanat toprak olacaktır.

Ba's (diriliş) ve haşr, bazılarının dediği gibi sadece ruh ile değil, ruh ve cesetle birlikte olacaktır. Ahiretin varlığının ispatı konusunda da işaret edildiği gibi, insanları yoktan var eden Allah'ın onları, çürüyüp toprak olduktan sonra çürümüş parçalarını bir araya toplayıp diriltmeye de gücü yeter. Üstelik konu ile ilgili ayet ve hadislerin pek çoğunda bu husus açıklanmıştır.

Kur'an-ı Kerimde: "İnsan zanneder mi ki, biz O’nun  kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyeceğiz. Evet biz, parmak uçlarını bile derleyip iade etmeğe kadiriz." (Kıyame / 3-4) buyurulur.

Mahşerde toplanan insanların o gün karşılaşacakları durum ve görecekleri muamelelerin, herkesin dünyadaki amellerine göre olacağı, Peygamber Efendimizin çeşitli hadislerinde haber verilmiştir. Bu konuda pek çok hadis vardır. Bunlardan bazılarında mahşerin sıkıntılı hali anlatılır; güneşin bir mil kadar yaklaştırılacağı ve bu dayanılmaz sıkıntıların, Peygamberimizin şefaati ile son bulacağı belirtilir.

  1. H) AMEL DEFTERLERİ

Mahşerde herkes toplandıktan sonra insanlar için dünyada yazıcı melekler tarafından tutulan amel defterleri dağıtılır. Dünyada insanın yaptığı her şey, bu defterlerde bütün teferruatıyla kayıtlıdır. Unutulmamalıdır ki, bunları dünyadaki defter ve kitaplara benzetmek yanlıştır. Amel defterleri, bir kısım insanlara sağdan, diğer bir kısmına da soldan veya arkadan verilir.

Amel defterini sağdan alanlara "Ashab-ı yemin" denir ki, bunlar cennete girmeyi hak eden müminlerdir. Onların hesabı kolay ve sevinci fazla olacaktır. Sınıfını geçen örencinin karnesini alınca herkese göstermesi gibi, onlar da her önüne gelene, alın alın, kitabımı okuyun diye gösterirler.

Amel defterlerini soldan veya arkadan alanlara "Ashab-ı şimal" denir ki, bunlar, hesabı çetin olacak ve sonuçta cehenneme gidecek olanlardır. Bunlara defterleri verilirken: "Oku kitabını, bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin." (Isra / 14) yani defterini okuyunca hesap neticesinde nereye varacağını kendin de anlarsın, denir.

  1. I) HESAP VE SUÂL

Mahşerde ilahi adaletin tecellisi için mahkeme kurulacak ve herkes yaptıklarından sorguya çekilecektir. Orada mutlak hakim olan Allah'ın huzurunda herkes hesap verecektir. Allah Tealâ aslında her şeyi bilmektedir. Amel defterlerini alan herkes de kendi yapıp ettiklerini en ince ayrıntılarına kadar görmüştür.
Ancak Allah Tealâ, herkese suçlarını bir bir itiraf ettirmek, azabı hakkettiğini göstermek için daha doğrusu böyle istediği için kullarını bir bir hesaba çeker. Ancak, bir anda insanlardan birinin hesaba çekilmesi, diğerlerinin hesabının görülmesine engel olmaz.

Ahirette insanların nelerden sorguya çekilecekleri bir hadis-i şerifte ana hatlarıyla açıklanır. Buna göre insan:

1- Ömrünü ne yolda tükettiğinin,

2- İlmini ne yolda kullandığının ve O’nun la hangi amelleri yaptığının,

3- Malını nereden kazanıp nereye harcadığının,

4- Cismini ne yolda yıprattığının hesabını mutlaka verecek, bu hesabı vermeden hiçbir yere gidemeyecektir.

Hesap ve sual esnasında, melekler tarafından tutulan amel defterleri yanında, insanın elleri, ayakları ve derilerinin de şahitlik edeceği Kuran’da bildirilmiştir. (Fussilet /19-21; Yasin / 65)

O gün, kendilerine Allah’ın bir lütfu ve dünyada yaptıklarına karşılık hesap ve sualden muaf tutulanlar da vardır.

  1. J) MİZAN

Mizan, mahşer gününde herkesin amellerinin miktarını bildiren bir ölçüdür. Bu ölçü vasıtasıyla herkes kendi sevap ve günahının derecesini anlayacaktır. Gerçek mahiyetini sadece Allah’ın bildiği mizanın varlığı Kuran’la sabittir.

Kur'an'da bu konuda şöyle buyurulur: "Kiyamet gününde amellerin tartilmasi haktir, gerçektir. Tartilari aşir gelenler, işte onlar kurtulanlardir." (A'raf /8) "Biz kiyamet gününe mahsus adalet terazileri kuracagiz. Hiçbir kimse hiçbir Haksizliga ugratilmaz. Bir hardal tanesi kadar bile olsa, yapilani ortaya koyariz. Hesap gören olarak biz yeteriz." (Enbiya /47)

Mizan, hiçbir kimsenin en küçük amelinin dahi zayi' olmasina meydan vermeyen, tam manasiyla hakli ve adaletli bir ölçü aletidir. Herkesin ameli, mahiyetini bilmedigimiz bu aletle ölçülecektir. Iyilikleri agir gelenler cennete gönderilirler. Kötülükleri agir gelenler de cehenneme gönderilirler. Ancak cehenneme gidenlerden iman sahibi olanlar cehennemde sürekli kalmazlar. Günahlari kadar cehennemde ceza çektikten sonra cennete gönderilirler.

  1. K) SIRAT

Lügatte yol demektir. Terim olarak sirat, cehennem üzerine kurulmuş olan son derece ince ve keskin bir köprüdür ki, herkes bunun üzerinden geçecektir. Cennete gitmek için sirattan başka yol yoktur. Ancak sirattan geçmek, geçen şahsin iradesine degil, dünyadaki yaşayişina, iman, amel, ihlâs ve ahlâkina baglidir.
Buna göre müminlerden bazilari derecelerine göre sirati göz kaymasi, şimşek, rüzgâr, kuş, yariş ati... hiziyla geçerken bazilari da zorluk çekecek veya tamamen geçemeyecektir. Kâfir ve münafiklar ise sirati geçemeyip cehenneme atilacaklardir.

Sirati ilk geçen ümmetin bizim peygamberimizin ümmeti olacagi da bu konuda gelen haberler arasindadir.

  1. L) ŞEFAAT

Şefaat: Ahirette günahkâr olup ta cehenneme girme durumunda olan müminlerin affi, ibadet ve taat ehlinin daha büyük derecelere ulaşmasi için peygamberler ile ümmetin büyüklerinin Allah Tealâya yalvarmalaridir.

Beş çeşit şefaat vardir:

  1. Şefaat-i uzma: En büyük şefaat demektir. Kiyamet günü mahşerdeki bekleyişin sona erip hesabin başlamasi için Peygamber Efendimizin bütün insanliga şefaatidir.
  2. Bazi müminlerin hesap görmeden cennete girmelerini saglayan şefaat. Bu da Resülullah (s.a.v.)e mahsus olan bir şefaattir.
  3. Cennette bazi müminlerin derecelerinin yükselmesi için olan şefaat
  4. Günahlari sebebiyle cehenneme girecek olan müminlerin, cehenneme girmeksizin cennete girmelerini saglayan şefaat.
  5. Cehenneme girmiş olan müminlerin, cezasini tam çekmeden affedilip çikarilmasi için olan şefaat.
    Son üç maddede yer alan şefaate, Allah'in izniyle Peygamberimizin yaninda diger Peygamberler, ilmiyle âmil olan âlimler ve şehitler de yetkilidir.

Allah'in izni olmadan hiç kimse şefaat edemeyecegi gibi, Allah'in izin vermedigi hiç kimseye de şefaat edilmez. Şefaatte de ilâhi adalet daima gözetilir.

  1. M) CENNET VE CEHENNEM

Ahiret hayatinda mükâfat görecek olanlarin toplanip yaşadigi yere cennet, ceza görecek olanlarin cezalarini çektikleri yere de cehennem denir.

Cennet, Allah’ın sayısız nimetleriyle doludur. Bu manayı ifade eden değişik sıfatları vardır:

  1. Cennet’ün - naîm: Nîmetler bahçesi,
  2. Cennet’ül - huld: Dâimî bahçe,
  3. Cennet-i adn: Dâimî kalınacak bahçe,
  4. Cennet’ül - me’vâ: Barınılacak bahçe,
  5. Firdevs: Bahçe,
  6. Ravza: Çayır, çimeni bol olan yer,
  7. Dâr’ul - huld: Dâimî kalınacak yer,
  8. Dâr’ul - mukâme: İkâmet olunacak yer,
  9. Dâr’us - selâm: Emniyet ve selâmet yeri.

Kur’an-ı Kerimde ve Hadîs-i şeriflerde cennet çeşitli yönleriyle anlatılıyor.

Cehennem: Cehennemde cismanî ve ruhânî iki çeşit ceza vardır. Kur’an-ı Kerimde cismanî cezalar şu şekilde beyan olunmaktadır:

1- Kur’an-ı Kerimde cehennem ateşinden ve bu ateşin yakıcılığından çeşitli defalar bahsedilmiştir. O derece ki, "Nar=ateş" sanki cehennemin ikinci ismidir. Buna yakın şu ifadelerle de Kur’an’da geçmektedir: "Sair = parlayan ateş" "Azab’ül-harik = yakıcı azap".

2- Cehennemde gölge olmayacaktır. Hatta şöyle emir verilecektir: "Haydi, yalan saydığınıza doğru yürüyün. Üç kola ayrılmış gölgeye gidin ki onda gölgelik olmaz. Sizi alevlerden korumaz." (Mürselât: 29-31).

3- Cehennemde serinlik olmayacaktır. "Orada serinlik ve içecek şey tatmayacaklar." (Nebe’: 24).

4- Cehennemde rahatlık getirecek olan ölüm de toktur. Cismin ferah bulacağı hayat da yoktur. "Oraya (cehenneme) giren ne ölür ne de yaşar".

5- Cehennemde içilecek yalnız kaynar su, cerahat ve irin vardır. "Ateşte daima kalacak olanlar, bağırsaklarını parça parça eden kaynar su içenler gibidir". (Muhammed: 15)

6- Yiyecek, acı meyveler "Zakkum" vardır. "... Yoksa öyle bir zakkum ağacına konmak mı hayırlı? Biz bu ağacı zalimler için nimet kıldık. O ağaç cehennemin dibinde biter. Meyvesi yılanların başı gibidir. Onlar o ağaçtan yiyip karınlarını doyuracaklar, sonra üzerine kaynar sular içecekler, sonra dönüp gidecekleri yer cehennem olacaktır". (Saffât: 62 - 67.)

7- Yiyecek olarak vücuda hiç faydası olmayan " Kuru dikenler" vardır."Onların bütün yiyecekleri dikenden başka bir şey değildir. (Bu gıda) onları ne (doyurur), semirtir, ne de açlıktan kurtarır." (Gâşiıe:6-7.)

8- Ateşten elbiseler vardır."Kâfirler için ateşten elbiseler biçilmiştir" (Hacc: 19.)

9- Demirden oturacak yer ve yatak vardır."Onlar için demirden gürzler de vardır".

10- Boynunda halka ve zincirler vardır."Biz kâfirler için zincirler, lâleler (halkalar) alevli ateşler hazırladık". (Dehr: 4.) Bu saydığımız cismanî cezalardan başka öyle ruhânî cezalar olacaktır ki, bakanların gözleri dikilip kalacaktır. Birkaç ayetten örnek görelim: "O, Allah’ın öyle bir ateşidir ki acısı yürekleri sarar." (Hümeze:6-7) "Onlar, uğradıkları gam ve kederden (duydukları acı ızdırapdan) dolayı içinden çıkmak istedikçe yine oraya iade olunurlar (Ve kendilerine) : Yanmanın azabını tadın! denilir." (Hacc:22)

  1. N) A'RAF

A'raf, tümsek, tepe anlamına gelir. Terim olarak "A'raf " kelimesinin hangi anlama geldiği hususunda İslam âlimleri farklı açıklamalar yapmışlardır:

1- Bir kısım âlimlere göre "A'raf" cennetle cehennem arasında bulunan sur (=Yüksek duvar)dan bir perdenin yüksek tepeleridir.

2- Bazılarına göre ise "A'raf", mizanda iyilik ve kötülükleri, yani sevaplarıyla günahları denk geldiği için cennet veya cehenneme girmeyenlerin kaldıkları yerin adıdır. Bunlar, Allah'ın izniyle, haklarında yapılan bir şefaatle daha sonra cennete gireceklerdir.

3- Diğer bazı âlimler ise "A'raf"ın, fetret devirlerinde ölenlerle, müşriklerin çocukları ve delilerin kalacakları yer olduğunu söylemişlerdir.

Kur'an-ı Kerimde "A'raf" suresindeki "A'raf"la ilgili ayet şu mealdedir: "İki taraf (Cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde vardır. A'raf (burçlar) üzerinde de bir takım insanlar vardır ki, her iki tarafı da (yani cennetlik ve cehennemlik olanları) simalarından tanırlar. Cennetliklere "Size selâm olsun" derler. Bunlar, henüz girmeyen fakat cenneti uman kimselerdir. Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince de: "Rabbimiz, bizi zalimlerle beraber bulundurma" derler." (A'raf / 46-47)

  1. O) HAVZ-I KEVSER

Ahiret günü Allah Tealâ, Peygamberlerine birtakım havuzlar bahşedecektir. Her Peygamber, ümmetinin cenneti hak etmiş olanlarına o havzın hoş kokulu ve lezzetli suyundan içireceklerdir.

Havz-ı Kevser adı, Peygamber Efendimize verilen havzın ismidir. "(Habibim) doğrusu biz sana kevseri verdik." (Kevser/1) ayeti buna işaret eder.

Peygamber Efendimizin havzı, diğer Peygamberlerinkinden daha büyüktür. İçenleri de daha çok olacaktır. Bu havzın suyu, sütten daha beyaz ve miskten daha hoş kokuludur. O dehşetli günde müminler bu sudan içip hararetlerini teskin edecekler ve bir daha susuzluk duymayacaklardır. Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyururlar: "Benim havzımın kenarları tam bir aylık yaya yolu genişliğindedir. O’nun  suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoştur. Bardakları da gökyüzünün yıldızları gibi çoktur. Ondan içen kimse hiç susamaz.”[318]

KAZA VE KADERE İMAN

A) KAZA VE KADER

Kaza ve kadere inanmak, iman esaslarından altıncısı ve sonuncusudur.
Alemdeki canlı cansız her varlığın, güneşin, ayın ve yıldızların yoktan yaratıldığını biliyoruz. Bütün bunların belirli bir düzen ve ölçüler içerisinde hareket ettiğini ve değişip durduğunu, zamanı gelince de yok olduğunu görüyoruz. Bu ince düzen bu sürekli oluş ve yaratılış bir tesadüfün eseri olamaz. İşte bütün bunları yapan sonsuz bir güç vardır ki, o da Allah’tır. O’nun  bilgisi dışında hiçbir şey olamaz. Başlangıçtan sonsuza kadar ne olacaksa o, hepsini bilir.

Âlemde vuku bulan, cereyan eden her şey Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Her şey, Allah'ın ilim, irade ve kudretinin eseridir, ilâhi kanuna tabidir. Her şeyde sebepler, bir takım ölçüler mevcuttur, bütün bunlar Allah'ın kaza ve kaderine uygun olarak meydana gelir. Allah bir sebep ve hikmete uygun olarak yaratır.

Kader, bir şeyin ölçüsüdür. Her varlık bir ilâhi ölçüye bağlıdır. Âlemdeki düzen ve istikrar, devamlılık ilâhi kaza ve kaderle mümkün olmaktadır.

Rabbimizın, olacakların hepsini, önceden bilip takdir etmesine (ölçüp, biçip belirli kılmasına) KADER denir. Bu, Allah’ın ilim sıfatının sonucudur.

Yüce Allah’ın takdir ettiği şeylerin zamanı gelince, O’nun  tarafından yaratılıp ortaya çıkmasına ise, KAZA denir. Bu da, Allah’ın irade, kudret ve yaratma sıfatlarının sonucudur. şu halde kaza ve kadere iman, Allah’ın ilim, irade, kudret ve yaratma (Tekvîn) sıfatlarına inanmak demektir.

  1. B) KAZA VE KADERLE İLGİLİ AYET VE HADİSLER

"şüphesiz ki biz, her şeyi bir kader (ölçü) ile yarattık." (Kamer/49),

"Allah her şeyi yaratmış ve her birine belirli bir nizam vererek, O’nun  kaderini tayin ve takdir etmiştir." (Furkan/2),

"Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen her hangi bir olay yoktur ki, biz onu yaratmadan önce o, kitapta bulunmasın. Doğrusu bunu bilmek Allah'a kolaydır." (Hadid/22),

Ölümü aranızda biz tayin ettik..." (Vakıa/60),

"Bu sebeple yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra da bir takdire göre buraya geldin ey Musa!..." (Taha/40),

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)den Hz.Ömer (r.a.)ın rivayet ettiği, Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte, iman, İslam ve ihsanın ne olduğunu Cebrail’e anlatırken iman konusunda şu ifadeyi kullanmıştır: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmaktır."(Müslim/İman), Bu hadiste kadere inanmanın iman esaslarından olduğu açıkça belirtiliyor. Bununla birlikte ilâhi bir sır olarak kabul edilen kaza ve kader konusunda Peygamberimiz, fazla konuşulmamasını, münakaşa edilmemesini, bu konuya fazla dalınmamasını tavsiye etmiştir.

  1. C) İRADE

Kaza ve kadere iman, insanın durumunu tespit ve tayinde büyük önem kazanır. Her şeyden önce insanın iradesinin olup olmadığı söz konusu edilir.

İrade; istek, arzu, eğilim, kast, sevgi ve benzeri anlamlara gelir. Bir sıfat olarak kabul edilir. Bu sıfatla canlı fiillerini yapar. Her hangi bir işin meydana gelmesinde irade sıfatı ilk ve en önemli rolü oynar. İrade, istek olmayınca iş meydana gelmez.

İradeyi anlamanın iki yolu vardır:Allah'ın ve insanın iradesi,

İnsanın iradesi.

  1. Allah'ın ve insanın iradesi
  2. Allah'ın iradesinin olduğu ve bu iradenin her şeyi kuşattığı malumdur. Allah mutlak irade sahibidir. Bu ilâhi iradenin varlığına akıl ve nakil (ayet ve hadisler) şahitlik etmektedir. Âlemde hiçbir şey, Allah'ın mutlak iradesinin dışında değildir.
  3. İlâhi iradenin her şeyde hükümran ve söz sahibi olması bakımından, Allah'ın irade ve meşietine "Külli irade" denebilir. Bu bakımdan ilâhi irade, insanın iradesini de kuşatır.
  4. İnsanın da iradesi vardır. İnsan bazen istekli, bazen isteksiz olur; bazen bir işi yapmak ister, bazen istemez. Bunlar O’nun iradesinin varlığının delilidir. İnsanın bu tarzda anlaşılan iradesi, Allah'ın yüce, mutlak, tarifi imkânsız iradesinin yanında çok küçük bir iradedir. Bu bakımdan insanın bu iradesine, Allah'ın külli, mutlak iradesi yanında "Cüz'i irade" denebilir.
  5. b) İnsanın iradesi
  6. İnsanın iradesinin olduğu kesindir. Bu irade, insan tek başına ele alındığında bağımsızdır, hürdür, bütündür, küldür.
  7. İnsanda ortaya çıkan hareketler iki türlüdür:
  8. 1- İhtiyarî fiiller: Yapmak ve yapmamak kulun elindedir. Kul irade-i cüziyesi ile bunu ister. Allah (c.c) da yaratır. O yüzden kul, ihtiyari fiillerden (kendi yaptığı işlerden) sorumlu olur. Okumak, ders çalışmak, namaz kılmak, içki içmek... gibi. İnsan, kendisinde bulunan ve bir bütün olarak kabul edilen iradesini kullanarak bu hareketleri yapar ve bunları kendisi için iradi fiil haline getirir. Sözgelimi insanın önünde "camiye gitmek veya gitmemek" şeklinde iki tercih bulunsa, insanın bunlardan birini tercih etmesi istense, bu taktirde insanda hem külli iradenin, hem cüz'i iradenin varlığı görülür. Söz konusu insan, camiye gidip gitmeme noktasında külli, ikisinden birini tercih ettiğinde ise cüz'i iradesini kullanma halindedir.
  9. Gerçekte insanın hayatı sürekli bir tercihler zinciri şeklinde devam edip gitmektedir. İnsan kendisinde bulunan irade-i cüz'iyesiyle Allah'ın emirlerine uygun veya ters tercihlerde bulunur. Allah (c.c.) da kulun tercihine uygun olarak o fiilleri yapma kudreti halk eder. O fiilleri isteyen ve yapan kul, fiillerinden de sorumlu olur. Bu fiillerinde kendisi tercih yaptığından fiillerinde mecbur değildir. Böylece tercihler hayat boyu kulun amellerini oluşturur.

2- Gayr-i ihtiyarî fiiller (refleks hareketler): İnsanların kendi iradesi ve isteği olmadan sırf Allah’ın yaratması ile olan hareketlerdir: İnsanın acıkması, hasta olması, unutması ve yanılması gibi şeylerdir.

  1. D) KAZA VE KADER KONUSUNDA GÖRÜŞLER

Kaza ve kader konusu, insan zihnini meşgul eden konuların başında gelir. Bu konuyla ilgili olarak ilk devirlerden itibaren çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Kaza ve kader konusunda başlıca üç görüş vardır:

  1. a) Ehl-i Sünnetin görüşü

Ehl-i Sünnete göre insan, belli ölçülere göre hareket eden hür bir varlıktır. O, işlerini kendi irade ve ihtiyariyle yapar. Zorunlu fiiller dışında kendi isteğine bağlı olarak yaptığı işlerin emir olanlarından mükâfat, yasak olanlarından ceza görecektir. Allah'ın teklifleri, sevap ve ikabını gerektirecek işler bellidir. İnsan bunları seçme ve yapmada serbesttir.

Burada iki husus ortaya çıkmaktadır:

İnsan kendi irade ve ihtiyariyle yaptığı zorunlu olmayan fiillerden, başka bir deyimle, isteğe bağlı olarak seçimini kendi kendisinin yaptığı işlerden sorumludur. Bu fiillerin tümü teklif dairesine girer, sevap veya ikabı, mükâfat veya cezayı gerektirir.

Tek yaratıcı ancak Allah'tır. İnsanı, fiillerini ve her şeyi yaratan Allah’tır. Çünkü "Allah her şeyin yaratanıdır." (Zümer / 62), "Sizi ve işlediklerinizi yaratan Allah'tır." (Saffat / 96)

İnsanda yaratma vasfı yoktur. O, fiilini seçme hürriyetine sahiptir. İnsanın seçimine göre yaratma Allah'a aittir. İnsan ancak kâsibtir, müktesiptir, fiillerini kesb eder, kazanır.

  1. b) Cebriyenin görüşü

Ehl-i Sünnetin dışında yer alan Cebriye'ye göre insan fiillerinde yaptığı işlerde mecburdur. İnsanın iradesi, gücü yoktur. O fiillerini zorunlu olarak yapar. İnsanın fiilleriyle münasebeti, çöpün rüzgârla olan münasebeti gibidir. Fiiller insana nispet edilir. Kulların hareketleri cansız varlıkların hareketleri gibidir. Kulun fiillerinde ihtiyar sahibi olması, mucit ve halık olmasını gerektirir. Halbuki yaratıcılık yalnız Allah'a aittir.
Bu fırka, kaza ve kaderi nazara alarak kulun fiillerini yapmada mecbur olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Bununla Allah Tealâyı acizden tenzihe çalışırken diğer taraftan Allah Tealâya zulüm isnat etmişlerdir.
Bu görüşe göre insan, değersiz, şuursuz, akılsız, iradesiz bir varlık durumuna düşüyor. O âdeta cansız bir varlık haline geliyor. Böylece dinin, Peygamberin, kitabın, teklifin, ceza ve mükâfatın hiç bir değeri kalmıyor. Bu görüş sahipleri zaten zamanla yok olup gitmişlerdir. Ama zaman zaman hayatta aynı görüşü benimseyenlerle karşılaşmak mümkündür.

  1. c) Mutezile’nin görüşü

Mutezile, Cebriyenin görüşünün tam tersini savunur. Mutezileye göre insan irade ve güç sahibidir ,kendi fiillerinin yaraticisidir. Onlara göre insan, kendi fiillerini yaratirsa ancak hür ve sorumlu olur, ceza ve mükâfat ancak böyle tahakkuk eder.

Mutezilenin bu konudaki görüşünde aşiriliga gittigi görülüyor. Gerçekte insan cüz'i bir irade sahibidir. Allah’ın bahşettiği bir kudretle fiillerini yapar; ama asla yaratıcı değildir, kendi fiillerinin halıkı olamaz. İnsan dilediğini seçme ve yapma hakkına sahiptir. Ama hiç bir zaman mutlak irade ve mutlak güç sahibi değildir.

Görüldüğü gibi, Ehl-i Sünnetin bu konudaki görüşü aşırılıktan uzak, Kur'an ve sünnetin ruhuna uygun orta bir yolu temsil etmektir.

  1. E) HAYIR VE ŞER

Dinimizin, iyi, güzel ve yararlı gördüğü söz, düşünce ve davranışlara "HAYIR"; kötü, çirkin veya zararlı gördüklerine de "ŞER" denir. Dinimize göre; hayrı da, şerri de yaratan Yüce Allah’tır.

Yüce Allah hayra razıdır; fakat şerre razı değildir.Yani Rabbimiz, kötülüklerimizi beğenmeyerek iyiliklerimizi ise beğenerek yaratır. Çünkü O’nun  bilgisi ve yaratması dışında hiçbir şey olamaz.

  1. F) İYİYE VE DOĞRUYA YÖNELME

Bir insan, "Allah böyle takdir etmiş, ben ne yapabilirim" deyip kötü davranışlarda bulunamayacağı gibi, tembel tembel de oturamaz. Çünkü insan, cüz’î irade dediğimiz güçle, iyiyi veya kötüyü kendisi seçer. Yüce Allah, emir ve yasaklarıyla iyi ve kötü yolu göstermiş ve "İyi olana gidin, kötü olandan uzaklaşın" demiş; bu iki yoldan birini seçmekte insanı serbest bırakmıştır. İyi ve kötü yollardan birini seçmek insanın kendi isteğiyledir. Allah, insanın bu isteğine göre iyi ve kötüyü yaratır. Böyle olunca isteyen ve istemeyen insandır, yaratan ise Allah’tır. Bunun için insana, irade ve gücünü kullanarak yaptığı davranışlardan sorumlu tutulacağı, âhiret gününde niçin kötü yolu seçtiğinin sorulacağı bildirilmiştir. İradesini iyiye, doğruya yöneltip iyi ve yararlı davranışlarda bulunanlar mükâfatını görecekler, kötüye yönelip kötü ve zararlı davranışlarda bulunanlar, tövbe etmeden ölürlerse cezasını çekeceklerdir.

Kötü çirkin davranışlarda bulunanlar, dünyada da bu kötü davranışlarının cezasını görürler. Bunun için insana yaraşan iradesini iyi, doğru ve yararlı olana yönelterek güzel davranışlarda bulunmak ve bu sayede hem dünyada hem de âhirette mutlu olmaktır. Dinimizin bütün emir ve yasakları insanın cüz’î iradesine yön vermek içindir.

  1. G) TEVEKKÜL

Bir amaca ulaşabilmek için gerekli olan bütün tedbirleri aldiktan sonra Allah’a güvenmeye ve sonrasını Ona bırakmaya "Tevekkül" denir. Mesela: Bir çiftçi önce tarlasını zamanında sürer, tohumu eker ve gerekli bütün yapım işlerini yapar, sonra da Allah’a tevekkül eder. Yani "Takdir ne ise o olur, ben üzerime düşeni yaptim" diyebilir. Yoksa bunlarin hiç birini yapmadan "kader ne ise öyle olur, ben Allah’a güveniyorum" demek, tevekkül değil tembelliktir.

Başka bir örnek daha verelim: Mesela, bir öğrenci derslerine hiç çalışmadan "kaderim ne ise o olur, Allah dilerse sınıfımı geçerim" diyerek işi Allah’a bırakamaz. Böyle bir davranış hem Allah’a karşi gelmek olur, hem de kader inanci ile uyuşmaz. Halbuki önce derslere en iyi şekilde çalişmak, bütün konulari ögrenmek, işi ondan sonra Allah’a bırakmak, O’nun  yardımını dilemek gerekir ki, işte bu tevekkül olur.

H) FERT HAYATI YÖNÜNDEN ÖNEMİ

Hayır ve şer, kaza ve kader, kâinatta olup biten şeylerin hepsi belirli kanunlar, belli sebepler ve ölçülü miktarlar dairesinde cereyan etmektedir. Allah her şeyi iradesiyle yaratır, var olan ve olup biten her şey Allah’ın bilgisi ve iradesi altındadır.

İşte kaza ve kadere, hayır ve şerre iman, bu inancın sahibini daima çalışmaya ve emek harcamaya sevk eder. Çünkü kişi önüne ne çıkacağını, ileride ne olacağını bilmediğinden kendisini çalışmaya memur bilir. Doğuşundan itibaren kişinin kaderinin ne olduğu belli değildir. O bakımdan insana çalışmak ve kaderin var olduğuna inanmak düşer.

Kadere iman, insanlar felâketlerle baş başa kaldıkları zaman bir teselli kaynağı olur. İnsan üzüntülü olduğu zaman kaza ve kadere olan imanı O’nun  imdadına yetişir. Arzu ettiği bir şeye kavuşamadığı ve ümitlerinin arasına engeller girdiği zaman, Allah’ın takdirine olan imanı ve güveni ona destek olur, ümitsizliğe düşmez. Olanların bir İlahi takdir gereği olduğunu bilir ve üzülmez.

Kişi işlerinde başarılı olunca sevinir. Bu sevinci ile birlikte şımarmaz. Fazla sevinçten dolayı hayat dengesini kaybedip gururlanmaz. Alçak gönüllü olmayı elden bırakmaz. Bütün bu çalışma ve gayretlerin sO’nun da bunların Allah’ın bir lütfü ve takdiri olduğunu hatırdan çıkarmaz. Kur’an-ı Kerim bu hususu bize şöyle belirtiyor:

"Size yeryüzünde veya nefislerinizde bir belâ dokunmaz ki, ancak o sizi yaratmazdan önce yazılmış olmasın. Ve bu da Allah’a göre kolaydır. Bunu önceden mukadder ve yazılı olduğunu bilip elinizden çıkan (kaybettiğiniz) şeylerden dolayı üzüntüye düşmeyiniz ve elinize girenle de (kazandığınızdan dolayı) sevinip şımarmamanız için size beyan ettik. Allah övünen ve kibirlenenleri asla sevmez." ( Hadid suresi /22 - 23. âıetler.)
Kadere iman, insanda kahramanlık ve yiğitlik duygularını kuvvetlendirir. İşlerin Allah’ın takdir ettiği gibi olacağına imanı olan kimse yılmaz ve korkmaz.

Cömertlik ve iyilik hislerini arttırır, insanı eli açık yapar. İnsan düşünür, madem ki rızklar bellidir, Allah herkesin rızkını çalışmasına, çabasına göre takdir etmiştir. Aç kalırım endişesiyle cimrilik yapmaz, cömert olur, düşkünlere yardım eder, muhtaçları ve yoksulları maddi ve manevi yönlerden destekler.

Kâinatta bütün işlerin Cenab-ı Hak’kın elinde olduğuna imanı olan kimse en güzel ahlâk sahibi olmaya çalışır. Ölümden korkmaz, her zaman hakkı, adaleti, eşitliği, insan hak ve hürriyetlerini savunur. Her ne pahasına olursa olsun, Allah’ın emirlerine uyar ve yasaklarından kaçınır.

İnsana bir felâket ve üzüntü geldiği zaman, hüzün ve kederden kendisini helâk etmez. İlahi takdire razı olur.

Demek ki, yeryüzünde olup biten her şey, İlahi bilgi ve takdir çerçevesindedir.”[319]

 

AKAİTLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER

A) İMAN VE AMEL YÖNÜNDEN MÜMİNLER

Müminler imanda, tevhidde eşittirler. Bu eşitlik, iman edilecek şeyler itibariyledir. Küfür ile iman, körlük ile görmek gibidir. Hiç şüphesiz gözleri görenler, görmenin kuvveti ve zayıflığı bakımından farklıdırlar. Kimi kalın bir çizgiyi görür, ince bir çizgiyi görmez. Kimi yakını iyi görür uzağı göremez. Kimi de uzağı iyi görür, yakını göremez. Bunlar görme kuvvetinde farklı iseler de hepsi de görmektedir.
Bir kimsenin, benim imanım Peygamberlerin imanı gibidir, demesi caiz değildir. Yine, benim imanım Ebubekir ve Ömer (r.a)nın imanı gibidir, demek uygun deşildir. Kelime-i Tevhidin bir kalpteki nurunu ancak Allah (c.c.) bilir. Kimi kalpteki nuru, güneş gibidir. Kimi kalpte ay, kimi kalpte yıldız, kimi kalpte bir meşale gibidir. İman kuvveti, zahiri ameli kuvvete, batini ilmi kuvvete şamildir. Bu şekilde bu nurun etkisi, dünyada ameller ve ilim üzerinde; ahirette de ahiret halleri üzerinde görülür. Bu kelimenin nuru ve mertebesi arttıkça, şüpheleri ve şehvetleri kuvvetinında yok eder; belki de öyle bir noktaya getirir ki rastladığı her şüpheyi, şehveti, günahı yakar, imha eder.

Amelde üstünlük olabilir. Müslümanlar aynı şeylere inandıkları halde, yaptıkları ameller birisinde az, diğerinde yarım, bir diğerinde daha çoktur. Biri namazlarını kılar ama zekâtını vermede kusurludur. Diğeri namaz, zekât, hac diğer yükümlülükleri de yapar. Bir başkası emredilenleri yapar; ama yasak olduğu halde faizi de almaktan kurtulamaz. İşte bunlar, hepsi mümin olma noktasında eşit, amel bakımından farklıdırlar.

B) İMAN ARTMAZ VE EKSİLMEZ

İman artmaz ve eksilmez. Çünkü, imanın noksanlaşması ancak küfrün artması ile; imanın artması da ancak küfrün noksanlaşması ile birlikte düşünülebilir. Bir şahsın, aynı anda hem mümin hem de kâfir olması nasıl düşünülebilir? Bu görüş, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşüdür.

Yine "el - Fıkhu'l - Ekber" adlı kitabında şöyle diyor: "Gök ve yer ehlinin imanı artıp eksilmez. Bütün müminler, imanda ve tevhidde derece bakımından eşit olup, amel bakımından birbirlerinden üstün olabilirler."

Şöyle bir soru sorulabilir: Cenab-ı Hak Kur'an-ı Keriminde şöyle buyuruyor:

"İmanlarını artırsınlar için..." (el-Feth / 4) Bu ve benzeri ayetler yanında Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:
"İman, yetmiş küsur şubedir. En üstünü, "Lailâhe illallah" demek, en aşağısı da yolda eziyet veren şeyleri kaldırıp atmaktır. Utanmak da imandan bir şubedir." (Müslim, İman)

Bu soruya şöyle karşılık verilebilir: Bu ayet ve hadislerin hükmü, sahabe hakkında geçerlidir. Çünkü Kur'an, o devirde zaman içersinde ayet ayet iniyor, onlar da her inen ayete iman ediyorlardı. Bu da onların ilk durumlarına göre imanlarını arttırmış oluyordu. Bunlar bizim hakkımızda ise geçerli değildir. Çünkü vahiy kesilmiştir.

C) AMEL İMANDAN BİR PARÇA MIDIR?

Amel imandan bir parça değildir. Eğer amel imandan bir parça olsaydı, amellerinde eksiği olan insanların imanlarının eksik olması gerekirdi. Oysa iman, bir parçadır, bölünmez, parçalanmaz; aynı zamanda artmaz.
Zira bazı Müslümanlar, beş vakit namazını kılarken cumaları ara sıra terk eder. Bazısı orucu terk eder. Bazısı zekâtı terk eder. Bunların amellerinde eksiklik vardır; ama amellerindeki eksiklikten dolayı imanlarında eksiklik yoktur. İnanılacak şeyler bir bütündür, birine inanmamak hepsine inanmamak gibidir insanı imandan çıkarır. Bu bakımdan iman eksilme ve artma kabul etmez. İmanın eksilmesi küfrün artması da olmaz. İman ile küfür bir kalpte toplanmaz.

  1. D) AMELLERDE RİYA

Amellere riya karıştığı zaman, bu riya, o amelin Allah katındaki sevabını yok eder.

Ucub (kendini büyük görmek, ululamak) da amellerin sevabını yok eder.

"Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak, eziyet etmek suretiyle (malını insanlara gösterişte bulunmak için harcayanlarda olduğu gibi) iptal etmeyin." (Bakara/264)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

"Allah Tealâ, içinde zerre kadar riya bulunan bir ameli kabul etmez." (Müslim)

İmam-ı Azam (r.a) sevabının yok olacağını söylemiş; ama amellerin iptal edileceğini söylememiştir. Bu ifade ile amellerdeki seva mükâfatın önemine işaret etmişlerdir.

Ucub (ululanmak) da böyledir. Her hangi bir amele ucub karıştığı zaman, O’nun  Allah katındaki mükâfatını ve amelini riyada olduğu gibi iptal eder. Çünkü ucub yapan kimse, Allah'ın azabından emin olur; iman ve amellerinin yok olmasından emin olup korkmaz. Allah'ın azabından emin olmaksa küfürdür.

E) İNANILACAK ŞEYLERDE PROBLEMLE KARŞILAŞAN KİMSE NE YAPAR?

İnsan, tevhit ilminin inceliklerinden herhangi bir şey üzerinde güçlük ile karşılaşınca o zaman, sorup öğreneceği bir âlim kişiyi bulana kadar Allah katında doğrusu hangisi ise ona inanması gerekir. Yani "Allah katında doğrusu hangisi ise ona inanıyorum" demesi gerekir. Fakat böyle bir âlim arayıp bulma işini tehir etmesi caiz değildir. Çünkü bu mesele kişinin bilmesi farz olan meseledir. Bu da iman ve imanın yok olması bilgisidir. Bu konuda, durup beklemekten dolayı özürlü kabul edilmez. Eşer şüpheye düşerek sormaz da beklerse, o taktirde kâfir olur. Zira beklemek, inanılması gerekli bir meseleyi tasdik etmeye engeldir. "Allah'a inandım, inanılması gerekli olan şeylere de inandım" derse, bu söz ile, icmali (kısa) iman gerçekleşmiş olur.

F) RU'YETULLAH (ALLAH'I GÖRMEK)

Allah Tealâ ahirette görülecektir. Müminler, Allah'ı cennette baş gözü ile keyfiyetsiz, bir şeye benzem, arada bir mesafe bulunmadan göreceklerdir.

Müminler, cennette oldukları halde Allah'ı göreceklerdir. Bu konu ile ilgili olarak Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Cennet ehli cennete girdiği zaman Allah Tealâ: "Bir şey istiyor musunuz? Size nimetlerimi artırayım." buyuracak. Cennet ehli de: "Yüzlerimizi beyaz kılmadın mı, bizi cennete koymadın mı?" diyecekler. Allah Tealâ da: "Evet" buyuracak. Bundan sonra, Allah ile aralarındaki perde açılacak, müminler Allah'ın yüzüne bakacaklar. Cennet ehline, Rablerine bakmadan daha büyük bir nimet verilmemiştir. Bundan sonra Rasülullah (s.a.v.):

"İyilik yapanlara, daima yaptıklarının daha iyisi azlası verilir." (Yunus / 26) ayetini okumuştur." (Müslim, K. İman)

Bu konuda Kur'an'dan delilimiz şu ayettir:

O günde yüzler, parlak olduğu halde Rabbine bakacaktır." (Kıyame / 22)

Allah'a yakınlık ve uzaklık keyfiyetsizdir.

Allah'a uzaklık ve yakınlık, mesafe uzaklığı ve yakınlığı yönünden değil, belki keramet (üstünlük) ve zillet (önemsizlik) bakımındandır. Allah'a itaat eden kişi keyfiyetsiz olarak ona yakın, isyan eden kişi de yine keyfiyetsiz olarak ondan uzaklaşır.

Mesafe yönünden uzaklık veya yakınlık, varlığı kendinden olmayan ve bir yer ve yönde yerleşmiş olan yaratıklar hakkında düşünülebilir. Allah Tealâ ise mekândan, mekâna yerleşmekten ve bir yönde bulunmaktan münezzehtir.

Allah Tealâ'ya yakınlık ve uzaklıktan kasıt şudur: Kulun Allah'a yakın olması, kendi üstünlüğü, iyilik ve üstünlüğünün eseridir. Bunun gibi Allah'tan uzak olması, kendi zilleti, önemsizliği ve noksanlığındandır.

G) BÜYÜK GÜNAH İŞLEYEN DİNDEN ÇIKMAZ

Allah'a karşı büyük günah işleyen kimse, kâfir olmaz. Kul, işlediği günahla Allah itaatten çıkmış, isyan etmiştir. Ancak, imandan çıkmamıştır. Zira iman, ikrar ve tasdikten ibarettir. İkrar ve tasdik ise bakidir. Dolayısıyla iman devam eder. Ancak işlenen günah, küfrü gerektiriyorsa, o taktirde iman yok olabilir. Çünkü küfür imanı yok edicidir.

Günahkâr kullar eğer iman ile gitmişlerse, cehennemde günahları kadar yanacaklar; sonra da imanları sebebiyle cennete gireceklerdir.

O bakımdan bazı haramları işleyen din kardeşlerimizi hor görmemeli, onlara dinden çıkmış gözüyle bakmamalıyız. Bir din kardeşi olarak onların da o günah bataklığından kurtulmaları için yardım etmeliyiz.

H) TEVBE VE ŞARTLARI

Tevbenin kabulü, günahkârın cezasını düşürmek; aklen Allah Tealânın yapması gereken vacip bir vazife değildir. Bu, bilâkis O’nun  merhametindendir, lütfundandır. Kabulü konusunda ise, kabul edileceği umulur; muhakkak kabul olunur denilemez. Bu konuda "Allah dilediğinin tevbesini kabul eder" (Tevbe/15) mealindeki ayet bize bunu anlatmaktadır.

Buna bir örnek, Peygamberimizle savaşa katılmayan kişiler samimi olarak tevbe etmişlerdi; fakat tevbeler hemen kabul edilmedi. Peygamber (s.a.v.)in onların kalplerinde olanı bilmediği ve Allah (c.c.)nun onlar hakkındaki hükümde bağımsızlığına saygılı olmasından dolayı onlar hakkında kendi başına bir hüküm vermedi. Allah'tan hüküm gelmesini bekledi. Allah (c.c)nun bu hükmü açıklamayı geciktirmiş olması, onları bir daha böyle bir işe dönmekten menetmek için olsa gerektir.

Küfürden dolayı yapılan tevbeböyle değildir. Bu tür tevbeler kesinlikle kabul edilir. Sahabe ve selef alimleri bunu söylüyorlar.

Ehl-i Sünnet âlimleri, tevbe edenin tevbesinin kabulünün kesin olmadığını söylemeleri şundandır: Tevbe, şartlarına uygun yapıldığı konusunda kesin bir bilginin bulunmadığından dolayıdır. Zira şartları tam olmayan tevbeler çoktur.

Kur'an-ı Kerim'de "İnsanlardan bir kısmı inanmadıkları halde Allah'a ve ahiret gününe inandık, derler." (Bakara/8)

Yine, "Allah tevbeleri kabul eder ve sadakaları (zekât ve öşür) alır" (şura/25) Allah Tealanın verdiği haber hak ve doğrudur. Bunu inkâr etmek küfürdür.

Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuşlardır: "Günahlarından tevbe eden günahsız gibidir." (Ibn-i Mace)

İşlediği büyük günahlardan birine tevbe etse, tevbesi kabul edilir. Tevbe ettiği günahlardan ötürü azab edilmez.

Büyük günahlardan tevbe etmek, küçük günahlardan tevbe etme ıerine geçmez. Ehl-i Sünnette göre, büyük günahlardan tevbe eden küşinin küçük günahlardan azab edilmesi caizdir.

Haricilere göre ise, tevbesiz öldüğü taktirde Allah'a karşı isyan eden kişi, bu isyanı ister küçük olsun ister büyük olsun, kâfirdir. Cehennemde devamlı kalacaktır.

Mutezileye göre, işlediği günah büyük ise imandan çıkar; ama küfre girmez. Ancak böyle bir günahkâr, cehennemde devamlı kalacaktır. Büyük günahlardan kaçınmışsa, işlediği günah küçükse bundan ötürü müminin azab edilmesi caiz değildir. Eğer küçüklerle beraber, büyük günahları da işlemişse, o taktirde küçükler de affedilmez.

Onların bütün bu görüşlerine cevap olarak şu ayet-i kerime vardır: "Allah şirkten başka bütün günahları dilediği kimseler için mağfiret eder." (Nisa/48) Bu ayette, Allah Tealânın bazı günahkârların günahlarını tevbesiz olarak affedeceği işareti vardır.

Tevbenin şartları:

1- İşlediği günaha son vermek,

2- İşlediğine pişman olmak,

3- Artık o günaha dönmemeye azmetmek,
Eğer işlediği günah Allah'la kul arasında ise bu üç şart aranır. İşlediği günah kul hakkı ile ilgili ise şu şart da vardır:

4- Kul hakkından kurtulmak.

  1. I) SAHABENİN FAZİLET SIRALAMASI

Peygamber (s.a.v)in ashabının en faziletlileri hulefa-i raşidindir. Onların da fazileti hilâfet sıralarına göredir. Sonra da cennetle müjdelenmiş on sahabenin diğerleri, sonra Bedir ashabı, Uhud ashabı, Hudeybiıede Bey'atü' ridvan ashabı ve diğer sahabeler fazilette dereceye girerler.

  1. J) SİHİR VE NAZAR

Sihir ve nazar haktır, vardır. Peygamber (s.a.v): "Nazar haktır" (Ebu Davud, Ibn-i Mace) buyurmuşlardır. Bir başka rivayette "Nazarın insanı mezara, deveyi de tencereye dolduracağı" ifade edilmiştir. Bir başka rivayette "Sihrin de hak olduğu" ifade edilmiştir. Falak suresinde de sihrin şerrinden Allah'a sığınmak gereği üzerinde durulur.

İmam-ı Maturidi, sihrin her çeşidinin küfür olmadığını belirtmiştir. Eğer inanılması gereken şeylerden bir şey inkâr ediliyorsa, küfürdür; inkâr eiyorsa küfür değildir. Eğer bir kişinin helâki, hastalanması, karı kocayı ayırma gibi büyüler küfür değildir. Ancak büyük günahtır.

Sihir yapan, kadın erkek büyücünün hükmü öldürülmektir. Çünkü bunlar fesat ve kötülük için çalışmaktadırlar. Küfür olan sihri yapan büyücülerdense sadece erkek olan katledilir, kadın katledilmez.

K) LEVH-İ MAHFUZDAKİ YAZI DEĞİŞİR Mİ?

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de: "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit kılar. Kitabın anası O’nun katındadır." (Ra'd) buyurarak günah işleyip de tevbe edenlerin günahını bağışlayacağını, tevbeyi ise sabit kılacağını ifade etmişlerdir.

Levh-i mahfuzda yazılanlar kulun sıfatıdır. Kul için bir halden diğer bir hale geçmek mümkündür. Bu sebeple kulun sıfatı değişir. Fakat Allah'ın kaza ve kaderi asla değişmez. Çünkü kaza hükmedenin sıfatıdır. Hükmedilen şey ise Levh-i mahfuzda yazılı bulunan şeydir.

Eş'ariler, Levh-i mahfuzda bulunan yazının değişmeyeceği görüşündedirler.

  1. L) ALLAH ARŞA İSTİVA ETMİŞTİR

Kerramiye ve Müşebbihe taifesi, "Allah Tealâ, mekân yönünden Arş üzerinde yükselmiştir. Yerleştiği bir karargâhı vardır, derler. Bunlar Allah Tealâyı inmek, binmek, gitmek ve gelmekle vasıflandırırlar. O bir cisimdir; fakat diğer cisimler gibi değildir." derler. Allah onların bu söylediklerinden beridir. Onlar, şu ayeti delil getirirler:

"Allah, Arşın üzerine istiva etmiştir." (Taha/5)

Ancak biz, şöyle diyoruz: Arş yok idi, o Allah'ın yaratması ile var oldu. O, ya Allah'ın büyüklüğünü göstermek için yaratıldı veya oturmak için. Üzerinde oturmak için yaratılmıştır demek caiz değildir. Çünkü, bir mahluka muhtaç olan varlık, yaratıcı olamaz. Bu ihtimal çürütülünce sıra gelir ikinci ihtimale. Bu ihtimal de Arşın üzerinde yükselmesinin yarattıkları üzerine büyüklük ve hükümranlığıdır. Allah'ın ise buna ihtiyacı yoktur.

Sonra, istivanın manası, idare ve hükümranlık yönünden yükselmektir. Zira her şey Arşın hükmü ve kudreti altındadır. Arş da Allah'ın kudret ve hükmü altındadır. Bu mesele, "Falanca, tahtın üzerine çıkıp ayaklarını uzattı." sözü gibi olur. Bu sözden, idare ve hükümranlığın o kimseye ait olduğunu ve bu işlerde kendisi ile çekişecek kimsenin bulunmadığını kastederler.

Nitekim bu manayı te'yid etmek için Allah Tealâ bir başka ayette şöyle buyuruyor:

"Rabbınız öyle bir Allah'tır ki, gökleri ve yeri yedi günde yarattı. Sonra Arş üzerine çıktı ve işleri oradan idare ediyor." (Yunus/3)

  1. M) MÜTEŞABİH AYETLER TEVİL EDİLMEDEN KABUL EDİLİR

Kur'anda zikredildiği üzere Allah Tealânın eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah Tealâ bu konularda şöyle buyuruyor: "Allah'ın eli kulların ellerinin üstündedir." (Feth/10)

"Sadece Rabbinin yüzü bakidir." (Rahman/27);

İsa (a.s.)dan hikayeten:

"Benim nefsimdekini bilirsin; fakat ben senin nefsinde bulunanı bilmem." (Maide/116)
Allah'ın, kitabında zikrettiği bu sıfatlar, keyfiyetsiz sıfatlar olup, aslı bilinmekte, fakat vasfı bilinmemektedir. Bilinen asıl, teşabüh ve vasfını anlamaktan aciz olmak sebebiyle batıl olmaz. Bu konuda Imam-ı Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu sıfatların keyfiyeti meçhul olup, onların nasıl olduklarından bahsetmek ise bid'attir."

Yukarıda zikredilen sıfatları, elden maksat, Allah'ın kudreti, yahut nimeti tarzında te'vil etmek, Allah'ın sıfatlarını iptal etmektir. Allah'ın sıfatlarını iptal etmek ise Mu'tezile ve Kaderiye taifesinin görüşüdür. Lâkin Allah'ın eli, keyfiyetsiz olarak sıfatıdır. Allah'ın gazap ve rızası da keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır. Yani bunların nasıl olduğunu biz bilemeyiz; ancak Allah kendisi bilir.

Nasslarda yer alan el, yüz, istiva... gibi sözcükler tevil edilemez. Çünkü Cenabı Allah bu kelimeleri özellikle kullanmış, bunların yerine; kudret, nimet, görme ve istilâ kelimelerini zikretmemiştir. Doğrusu Cenabı Allah el kelimesinden nimet ve kudret gibi iki manadan başkasını kastetmiştir. Bu sıfatlar, Allah hakkında müteşabih sıfatlardır. Cumhur-u Selefin görüşü budur. Onlar ayetlerde kesin bilinen aslı ispat ettiler, sıfatların müteşabih olan keyfiyeti konusunda sustular. Bununla beraber sıfatların keyfiyetini aramakla meşgul olmayı caiz görmediler. Nitekim Yüce Allah, gerçek bilgi sahiplerini şu şekilde vasıflandırmaktadır:

"İşte kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için Kur'an'ın müteşabih ayetlerine uyarlar. Halbuki o müteşabihin te'vilini yalnız Allah bilir. Derin ilme sahip olanlar ise: Biz ona inandık; açık ve kapalı bütün ayetler Rabbimiz tarafındandır, derler. Bunları ancak aklı tam olanlar iyice düşünür" (Al-i Imran/7)”[320]

 

 

[1] Buna ayrıca “Tahkiki İman” da denir. Çünkü tafsili iman eden kişi aslında iman edilecek konular tahkik edip araştırarak bunu yapmaktadır.

[2] Nisa Suresi: 136

[3] Ankebut Suresi: 2

[4] El-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ: 2.165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmüddîn, 3.14.

[5] îbnu Mâce: Edeb: 58 Buhari, Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yayınları: 111-112.

[6] Zariyat Suresi: 56

[7] Hucurat Suresi: 7

[8] Enfal Suresi: 2

[9] Enbiya Suresi: 22

[10] Yirmi Üçüncü Söz: Üçüncü Nokta

[11] Nehcü–l Belağa: Hikmetli Sözler

[12] İşârâtü'l-İ'câz - Fâtiha Sûresi - s.1166

[13] Mümin Suresi: 64

[14] Bakara Suresi: 29

[15] Enbiya Suresi: 22

[16] Yasin Suresi: 39

[17] Nalh Suresi: 12

[18] Yirmi Beşinci Söz s.167

[19] Bakara Suresi: 164

[20] Tin Suresi: 4

[21] Kiyamet Suresi: 37

[22] Kaf Suresi: 16

[23] En’am Suresi: 59

[24] Hadid Suresi: 3

[25] Rahman Suresi: 26–27

[26] İhlas Suresi: 1–4

[27] Al–i İmran Suresi: 2

[28] Şura Suresi: 11

[29] İslam İtikad Esasları

[30] İhlas Suresi: 1–4

[31] Bakara Suresi: 255

[32] Furkan Suresi: 58

[33] Bakara Suresi: 33

[34] Taha Suresi: 46

[35] En’am Suresi: 103

[36] Nahl Suresi: 40

[37] Rad Suresi: 15

[38] Nisa Suresi: 169

[39] Şura Suresi: 49

[40] Camiussağir: 3313

[41] İsra Suresi: 110

[42] Buhârî, Şurût: 17; Müslim, Zikir

[43] A’raf Suresi: 108

[44] A’raf Suresi: 150

[45] Tirmizî, Daavât, 82

[46] Araf Suresi: 143

[47] Bakara Suresi: 186

[48] En’am Suresi: 59

[49] Ankebut Suresi: 57

[50] İhlas Suresi: 2

[51] Furkan Suresi: 75

[52] Tenvir el-Kulub (487),

[53] Maide Suresi: 54

[54] Mücadele Suresi: 22

[55] Telbis İblis (170-171),

[56] Abdurrahman Demeşkiye: Nakşibendiğin İçyüzü

[57] Bakara Suresi: 242

[58] Rum Suresi: 21

[59] Maide Suresi: 35

[60] İbrahim Dusuki (k.s.) Hazretlerinden Öğütler: Altınoluk Dergisi

[61] Beyyine Suresi: 8

[62] A’raf Suresi: 12

[63] Müslim, Zühd 60, (2996)

[64] Meryem Suresi: 17

[65] Bakara Suresi: 32

[66] Muddessir Suresi: 31

[67] Kutub–u Sitte: 4360

[68] Ahzap Suresi: 56

[69] Necm Suresi: 26

[70] Mümin Suresi: 7–9

[71] Ahzap Suresi: 43

[72] Kaf Suresi: 21

[73] Kaf Suresi: 23

[74] Rad Suresi: 11

[75] Kaf Suresi: 17–18

[76] Rad Suresi: 10

[77] Furkan Suresi: 25–26

[78] Enfal Suresi: 50

[79] Muhammed Suresi: 27

[80] Hicr Suresi: 8

[81] Ahmet Kalkan Kavram Tefsiri: Melek

[82] Maide Suresi: 110

[83] Buhari: Bed’ül –Vahiy 3

[84] Müslim– İman: Resulüllah Sallalahu Aleyhi ve Selleme Vahyin Başlaması Babı

[85] Bakara Sureresi: 98

[86] Zümer Suresi: 68

[87] Secde Suresi: 11

[88] Hakka Suresi: 16–17

[89] Ebu Davud: Sünne 18

[90] Kaf Suresi: 17–18

[91] En’am Suresi: 61

[92] Dârimî, Rikâk: 56

[93] Buhârî, Ezân: 31, Mevâkit: 16, Nesâî, Salât: 21

[94] Tirmizi, Cenâiz: 70

[95] İbn Mace, Zühd: 32; Ayrıca bk. Buhari, Tefsîr, Sûre, 14

[96] Tahrim Suresi: 6

[97] Alak Suresi: 18

[98] Zuhruf Suresi: 77

[99] Zümer Suresi: 73

[100] Müslim, İman: 85

[101] Sebe Suresi: 40

[102] Enfal Suresi: 12

[103] Enfal Suresi: 50

[104] Nisa Suresi:82

[105] Hicr Suresi:9

[106] İslam İttikad Esasları

[107] Buhari Tevhid: 52

[108] Hicr Suresi: 9

[109] İbrahim Suresi: 1

[110] Enfal Suresi: 10

[111] Bakara Suresi: 34

[112] Cin Suresi: 1

[113] Hicr Suresi: 26

[114] İsra Suresi: 82

[115] Hucurat Suresi: 10

[116] Müslim, müsâfirin 202.

[117] Müslim, müsâfirin 243.   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/407-409.

[118] Al–i İmran Suresi: 191

[119] Yunus Suresi: 57

[120] Furkan Suresi: 30

[121] Mesnevi–i Nuriye: Zeylü’Habbe

[122] Bakara Suresi: 37

[123] A’raf Suresi: 23

[124] En’âm Suresi: 103

[125] Kiyamet Suresi: 23

[126] Maide Suresi: 1

[127] Maide Suresi: 3

[128] Mücadele Suresi: 3

[129] Nisa Suresi: 92

[130] Cuma Suresi: 9

[131] En’am Suresi: 82

[132] Lokman Suresi: 13

[133] Enfal Suresi: 60

[134] Maide Suresi: 38

[135] Enfal Suresi: 82

[136] Bakara Suresi: 187

[137] Suyûtî, el-Itkân, II, 174-179; Zehebî, et-Tefsirve'1-Müfessirûn, I, 49)

[138] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/14-15

[139] Ankebut Suresi: 48

[140] Bakara Suresi: 23

[141] Yunus Suresi: 28

[142] Nisa Suresi: 82

[143] Ankebut Suresi: 48

[144] Şura Suresi: 52

[145][24] el-Burhan, 3/175.

[146][25] el-ltkan, 2/52.

[147][26] ei-Bakara sûresi: 196.

[148][27] ei-En'am sûresi: 145.

[149][28] el-Burhan, 2/206.

[150][29] el-Hadîd sûresi: 4 .

[151][30] ei-Burhan, 2/206.

[152][31] et-ltkan, 2/53.

[153][32] e!-!tkan, 2/53.

[154][33] el-İsrâ Sûresi: 22. (Bk. el-ttkan, 2/53).

[155][34] en-Nİsâ sûresi: 10,

[156][35] Bedru'I-Mütevellî Abdulbösıt, Muhaclarât fî Usûli'l-Fıkh, 1/181.

[157][36] el-ltkan, 2/53.

[158][37] el-ltkon, 2/53.  -563.    e!-HucÛrat sûresi: 6.

[159][38] el-Hucurat süresi.6.

[160][39] el-ltkan, 2/53.

[161][40] en-Nisâ sûresi: 43.

[162][41] el-Bakara sûresi: 198.

[163][42] el-ltkan, 2/53.

[164][43] el-Bakara sûresi:  197.

[165][44] el-ltkan, 2/53.

[166][45] ei-Maide sûresi; 38.                                                                                   .        

[167][46] el-Mû'minûn süresi; 1.

Not: Bu konuda geçen misaller âyetlerin arapcalorıyla karşılaştırıldıklarında  daha

iyi anlaşılırlar,

[168][47] en-Nisö Sûresi:  11.

[169][48] et-Tevbe sûresi-. 103.

[170][49] el-Furkan sûresi: 68.

[171][50] el-Hîcr sûresi: 21.

[172][51] Kadı   Celâluddin  el-Bulkinî  şöyle demektedir.   «Bunun  misali-yani   umum   ifade   et­mek üzere kalanın misali - hemen hemen yoktur. Çünkü her umum İfade edeni tah­sis eden birşey tahayyül edilebilir. Mesela «Ey insanlar Rabbinizden sakınma  sö­zünden, mükellef olmayan çıkarılır ve bu onu tahsis eder. Yine «Ölü eti size haram kılındı» sözünün kapsamından, mecburiyet hali ve balık ile çekirge çıkarılır ve bun­lar onu tahsis eder.  

[173][52] en-Nisâ sûresi: 23.

[174][53] el-Enbiyâ sûresi: 30.

[175][54] Hûd sûresi: 6.

[176][55] Yûnus sûresi: 49.

[177][56] et-Tevbe sûresi: 120.

[178][57] Âlu  İtnrân  süresi: 97.

[179][58] en-Nisâ  sûresi: 53.

[180][59] ei-Ahzab sûresi: 1.

[181][60] et-Tevbe süresi: 35.

[182][61] el-Kehf sûresi:  107.

[183][62] Hallaf,  a.g.e., s.  224.

[184][63] el-Burhan, 2/215.

[185][64] el-ltkan, 2/31.                

[186][65] el-Kıyame sûresi: 22-23.

[187][66] el-En'am sûresi: 103.

[188][67] el-Burhan, 2/216.

[189][68] el-ltkan, 2/31.

[190][69] el-Burhan, 2/129.

[191][70] el-ltkan, 2/131; Kars. el-Burhan, 2/184.

[192][71] es-Secde sûresi: 17.

[193][72] el-Burhan, 2/130.

[194][73] Abdusseiam b. Abdurrahman b. Abdisselâm: ibnu Berrecan olarak bilinir. Kendi ca­ğında dil ve nahiv bayrağının taşıyıcısıdır. H. 627 yılında vefat etmiştir. (Bk. Buğye-tu'l-Vuât, s. 306; Şezeratu'z-Zeheb, 5/124.)

[195][74] el-Burhan, 2/129.

Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 239-248.

[196][75] Hallâf, İlmu Usûli'1-Fıkh, s.  189-190.

[197][76] e!-Bakara sûresi: 275.

[198][77] Hallaf, a.g.e., s. 138.

[199][78] Hallaf, İlmu Usûli'l-Fıkh. s. 188.

[200][79] en-Nisâ sûresi: 3.

[201][80] Hallaf, a.g.e., s.  189.

Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 249.

[202][81] el-Kamer sûresi:  12.

[203][82] Delâilu'i-İ'câz, s. 79-80. Ayrıca bk. Şerîf er-Radî, Telhîsu'l-Beyan, s. 220.

[204][83] Sözkonusu risalesi el-Hattabî'nin  aBeyanu İ'câzi'l-Kur'an»  ve Abdu'l-Kahir el-Cürcâ-nî'nin «er-Risaletu"ş-Şâfiye» isimli risalesiyle «en-Nuketu fî İ'câzi'l-Kur'an» ismi altın­da Kahire'de basılmıştır.

[205][84] er-Rafiî, Tarihu Adâbi'l-Arab, 2/225.

[206][85] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 256.

[207][86] el-Cum'a sûresi: 5.

[208][87] Yûnus sûresi: 24.

[209][88] el-lîkan, 2/70,

[210][89] Yasin sûresi: 82.

[211][90] Yûnus sûresi: 24.

[212][91] ei-ltkan, 2/74.

[213][92] el-Enbiyâ sûresi: 18

[214][93] el-ltkan, 2/74.

[215][94] el-Mülk sûresi: 7-

[216][95] el-Hİcr sûresi: 94.

el-Hİcr sûresi: 94.

[217][96] el-ltkan, 2/75.

[218][97] el-Kehf sûresi: 77.

[219][98] el-ltkan, 2/76; Kars. el-Burhan, 2/291: Ibnu Kuteybe, TeVtlu Müşkili'l-Kur'an, s. 10.

[220][99] Âlu İrtıran sûresi: 103. Bk. el-ltkan, 2/76.

[221][100] el-Kehf sûresi: 100.

[222][101] el-ftkan, 2/74; Kars. Mecâzatu'l-Kur'an, s. 217.

[223][102] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 256-260.

[224][103] el-Karia sûresi: 9.

[225][104] el-lîkan, 2/60.

[226][105] el-Karia sûresi: 8-11.

[227][106] ei-Bakara sûresi:  19.

[228][107] Bunlar zahir ehli olup daima nasslann zahirini esas kabul ettiği için ez-Zahiri ola­rak şöhret bulmuş Davud b. Ali b. Halefin etbaıdır.

[229][108] İbnu'l-Kass, Ahmed et-Taberî, Ebu'l-Abbas: Şafiî fakîhierdendir. «Edebu'l-Kadi» telif­leri arasındadır. H. 335 yılında vefat etmiştir.  (Tabakatu'ş-Şafiîyye, 2/103.)

[230][109] . İbnu Huveyzmendâz: Maliki Mezhebi âlimlerindendir. H. 400 yılı dolaylarında vefat etmiştir.

[231][110] el-ltkan.  2/59.

[232][111] el-3akara sûresi: 223. (Bk. ei-ltkan, 2/79).

[233][112] el-Bokara sûresi: 187 (Bk. el-Burhan, 2/304; Mecâzatu'l-Kur'an, s. 354).

[234][113] en-Nisâ sûresi: 43.

[235][114] ei-Bokara sûresi:  187.

[236][115] el-A'raf: 189. {Bk. el-Burhan, 2/304).

[237][116] el-Mü;minûn  sûresi:  5,

[238][117] Bk. el-Burhan, 2/305.

[239][118] el-Müddessir süresi: 4.

[240][119] Mecâzatu'l-Kur'an, s. 353; Te'vîlu Müşkili'I-Kur'an, s. 107.

[241][120] et-Tahrîm sûresi:  12.

[242][121] el-ltkan, 2/79. Ayrıca  bk.  el-Burhan, 2/305-306.

[243][122] Ebu Leheb sûresi:  1.

[244][123] Ebu Leheb sûresi: 4-5.

[245][124] el-Burhan, 2/308.

[246][125] eİ-Maıde sûresi: 64. (Bk. el-Burhan, 2/308; el-!tkan, 2/79.)

[247][126] el-İsrâ sûresi: 29.

[248][127] el-En'am sûresi: 59. (Ayrıca Bk. Mecâzatu'l-Kur'an, s. 136).

[249][128] el-Hicr sûresi: 21.

[250][129] et-Tevbe sûresi: 81.

[251][130] es-Sübkî, Takiyyu'd-Din Aii Abdu'l-Kâfî: H. 756 yılında vefat etmiştir. «el-İğrîz» isim­li  kitabı  Keşfu'z-Zunûn'da zikredilmiştir.  (Keşfu'z-Zunûn,  1/130.)

[252][131] el-Enbİyâ sûresi: 63.

[253][132] el-ltkan'dan naklen, 2/81.

[254][133] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 261-265.

[255][134] Seyyid Kutub, et-Tasvıru'l-Fennî fi'i-Kur'an, s. 86.

[256][135] el-Kıyame sûresi: 22-25.

[257][136] Kaf sûresi: 19. Meali: « (Bir gün bakarsın ki) ölüm baygınlığı, gerçek olarak gelmiş. «İşte bu, senin kaçıp durduğun şey»  (denilmiş) tir.»

[258][137] Âlû İmrân sûresi: 185. Meali: « (O vakit) kim o ateşten uzaklaştırılıp cennete soku­lursa arlık o, muhakkak

muradına ermiş olur.»  (Kars. el-Keşşâf, 1/235).

[259][138]  el-Mülk sûresi: 8. Meali: «Öfkesinden hemen hemen çatlayacak gibi olur o.1»

[260][139] el-Hakka sûresi: 28-29. Mealleri: «Malın bana bir fayda vermedi.  (Bütün) saltanatım benden ayrılıp mahvoldu.»

[261][140] İbrahim sûresi: 17. Meali: «Ona (orada)  irinli sudan içirilecektir. Öyle ki o, bunu zo­raki içmeye çalışacak, bir türlü boğazından geçiremiyecek...»  (Kars. Keşşaf, 2/297).

[262][141] eş-Şuara sûresi: 94-95. Mealleri: «Artık onlar da, o azgınlar da, İblis orduları da top­tan yüzleri koyun  (cehennemin)  içerisine atılmışlardır,..»

[263][142] er-Ralıman sûresi; 35. Kars. Ibnu Ebi'l-Usbu', Badîu'l-Kur'an, s. 222.

[264][143] Meryem sûresi: 4-6.

[265][144] Âlu İmrân süresi: 191-194.

[266][145] Nûh sûresi: 26-2S.

[267][146] el-Ahzâb sûresi: 47-î

[268][147] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 266-271.

[294] İslam İtikad Esasları

[295] İmam Rabbani: Mektubat 1–58

[296] Ahzap Suresi: 21

[297] Buhârî, Fedailu'l-Ashab 6, İsti'zân 27, Eymân 3

[298] Al–i İmran Suresi: 31

[299] Necm Suresi: 1–4

[300] Risele–i Nur: Lemalar On ikinci Lema: Onbirinci Nükte

[301] Haşir Suresi: 7

[302] Risale–i Nur On ikinci Lema: Onbirinci Nükte

[303] Hucurat Suresi: 7

[304] İbni Kesir–  Hucurat tefsiri

[305] Nesefi: C–1, 340

[306] Nisa Suresi: 80

[307] Buhari: Cihat–109

[308] Buhari: İman–8 Müslim: İman–69–70

[309] Ahzap Suresi: 36

[310] Nisa Suresi: 115

[311] Buhari: İman–18

[312] Tirmizi: İman–10

[313] Laedri

[314] Muhyi

[315] Aziz Mahmud Hudayi

[316] İmam Rabbani: Mektubat: 1,58

[317] Fuzuli

[318] İslam İtikad Esasları

[319] İslam İtikad Esasları

[320] İslam İtikad Esasları

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar