
Özgürlük-Abdullah Zengin
Özgürlük, Kimileri için hayatın içinden süzülen bir nefes, kimileri için Sahra Çöllerinde dudaklara değen bir yudum su, kimileri için ise yerin altındaki mahzenlerde hapsolunanların hasret kaldığı bir ışık…
ABDULLAH zengin |
Özgürlük…
Beyaz Kar Tanesi… Masmavi gökyüzü… Ya da Beyaz Gerdanlık Takan kırlangıç…
Özgürlük denince aklıma hep masmavi gökyüzü, her biri muhteşem bir sanat eseri olan beyaz kar taneleri ve baharın gelişini müjdeleyen, gökyüzünde özgürlüğün tadını çıkarırcasına uçan beyaz gerdanlık takan Kırlangıçlar gelir… Bundan olsa gerek zindanda da olsam havalandırma bahçesinde görebildiğim masmavi gökyüzü beni hep ferahlatır. Çünkü hava bulutlanıp kesif bir renge büründüğünde nedense hep içim sıkılır. Aynı şekilde kar tanesi yere düşüp ezilip büzüldüğünde de… Mart ayı geldiğinde beyaz gerdanlıkla siyahlar giyinmiş Kırlangıçlar gökyüzünde belirir, özgürlüğün tadını çıkarırcasına süzülürler gökyüzünde. Ne gariptir ki gelip zindanın kuytu köşelerinde yuva yapmak için yer ararlar. Sonra yorulmak bilmeyen bir koşuşturma içinde yuvalarını bir yere tutturmaya çalışırlar. Dökülüp bozulmasına rağmen onlar, bıkmadan, usanmadan yeniden malzeme taşıyıp yuvalarını yapma işine devam ederler.
Yuva sağlam bir hal alana kadar gayret devam eder. Bazen merhametli mahkûmların yardımları sonucu yuvalarını daha rahat duvara tuttururlar. Bin bir çabadan sonra kıskandırırcasına yavrularını büyütür, sonra da uçurur giderler… Ama her zaman işler yolunda gitmeyebilir. Nasıl yani? Bazen ummadıkları bir saldırı sonucu özgürlüklerinden olabilirler. Gündüz vaktinde uçsuz bucaksız gökyüzünde kanat çırparak özgürlüğün tadını çıkarırlar. Avlanmaktan korkmazlar. Ama ne zaman ki karanlık çökse, dinlenmek için yuvalarına çekilseler işte o zaman geceleri pusuda bekleyip avlanmayı seven karanlığın içindeki sinsi Baykuşlara yem olmaktan korkarlar.
Aslında seher vaktine kadar gece onlar için esarettir. Esaretin bittiğinin işareti olan sabah ezanı vaktiyle şakırdamaya başlar, gün doğumuna kadar da uyumayıp özgürlüğün tadını çıkarırlar. Kası bir dönem de olsa bize özgürlüğün ne manaya geldiğini hatırlatıp, sıcak bir bölgeye göç edene kadar Allah’ın ayetlerinden biri olarak bize ders verirler. Bu açıdan onların hayatını hep merak etmişimdir.
Dört duvar arasından gökyüzüne duyulan özlemin adıdır özgürlük... Ya da bedene hapsolmuş Ruhun maveraya süzülmek için kanat çırpması... Her esir olmuş insanın masum bir talebi… Özgürlüğü elinden alınmış her insan, ona özlem duyar, ona varmak için kulaç atar… Ama nafile.
Özgürlük yitirildiği zaman kıymete biner, değeri anlaşılır. Maliku’l mülk seni Yunus (as) gibi Hut’un karnında hapsettiği zaman özgürlüğün ne demek olduğunu anlarsın.
Eğer Yunusi bir görev icra ederken hapsolunursan senin için kurtulmak hem daha zor hem daha kolay. İyi de bu nasıl olur, diye sorula bilir? Bir şey, ya kolay olur ya da zor. Senin bakış açına, meseleye yaklaşım şekline bağlıdır. Şöyle ki; eğer hapsolmayı Yüce Allah’ın takdiri olmadan gerçekleşmeyeceğinin bilincinde olur, kusurunu bilir, nefsini hakir görür ve hükmü her şeye tesir eden Âlemlerin Rabbine teslim olursan, selamet sahili dediğimiz özgürlük yurduna varman daha kolay olur. Ama O’nu tanımaz, hükmüne razı olmaz ve nefsine tabi olursan o zaman belki de hiç güneş yüzü görmezsin. Seni esir eden karanlıklar içinde bir başına kalakalırsın. Zelil ve perişan bir halde…
Özgürlük… Bu kavram ne ifade etmez ki?
Özgürlük, Kimileri için hayatın içinden süzülen bir nefes, kimileri için Sahra Çöllerinde dudaklara değen bir yudum su, kimileri için yerin altındaki mahzenlerde hapsolunanların hasret kaldığı bir ışık… Ya da ayağına pranga vurulanların özlem duyduğu rahat bir adımın adıdır özgürlük. Gözlerin görmeyi arzulayıp da göremediği bir panorama… Varlık içinde yokluk ya da sahip olman gereken bir değeri elde etmek için bedel ödemek…
Özgürlük, Bir mahkûma göre som demir, parmaklık ve dört duvar arasından kurtuluştur. Ne pahasına olursa olsun… Bu kavramı en çok telaffuz edenler de zindanda mahpus olanlardır. Bunun adına şiir bestelerler, hayalini kurdukları özgürlüğü tuvalde resmederler…
Birçok taliplisi var bu kavramın… Yer ve zamana göre, kişi ve topluma göre değişen bir anlamı varsa da aslında literatürde canlı bir kavram olarak kalmasını sağlayan şey zindandır.
Peki, kime ve neye göre özgürlük? Bu kelime somut ve soyut olarak neyi ifade ediyor?
Kırk dört yıllık hayat serüvenim içinde en çok bu kelimenin anlam bulduğu yıllarım, şüphesiz ki yirmi altı yıllık cezaevi -nâmı diğer- zindan hayatımdır.
Ama ben özgürlüğü ikiye ayırıyorum; biri somut dediğimiz yani maddi özgürlük; diğeri ise soyut olarak kabul edilen manevi özgürlüktür.
Maddi özgürlüğü de ikiye ayırıyorum; biri sıradan bir insan için sahip olması gereken maddi unsurlardan mahrum kaldığında arzuladığı özgürlüktür. Gezme, dolaşma, en güzel yerlere gidebilme, ailesini, dostlarını ve dünya namına sahip olmayı istediği şeylere kavuşmasıdır. Hatta buna toprağı işgal edilen halkların boyunduruktan kurtulma iradesi ve arzusunu da ekleyebiliriz. Aslında buna sıradan bir insanın dünyasında tasavvur ettiği özgürlük de diyebiliriz. Yani cezaevine girdiğinde dışarıda arzuladıklarıdır.
Bir diğeri, Allah’a iman eden bir müminin Allah’ın dinine hizmet ve O’nun rızasını kazanacak maddi imkânlardan yoksun bırakılmasıdır. Derdest edilip zindana konulması, onun bu özgürlükten yoksun bırakılmasıdır. Allah’ın kendisine bahşettiği ve emanet olarak kabul ettiği imkânlardan yoksun bırakılarak dört duvar arasına hapsedilmesiyle o koşuşturmadan mahrum bırakıldığında Allah’ın rızası için o hayatı arzulamasıdır. Bu her iki durumda da insan özgürlükten yoksun bırakılmıştır.
Bir de manevi özgürlük vardır… Bunun alanı geniş olmakla beraber bir o kadar da gizemlidir. Nefsin özgürlüğü, Kalbin özgürlüğü ve Ruhun özgürlüğü… Burada kendisine ayak bağı olan birçok şey, duruma göre onu sarıp sarmalayan, zincirlerle bağlayan ve beden kafesinde hapseden bir fonksiyon icra etmiştir. Tabi bu durum kişiden kişiye farklılık arz eder.
Daha küçük yaşlarda yaşadığım bir olay vardır ki onu hiç unutamıyorum. Bir anda bütün genişliğine rağmen dünyanın daraldığı, küçücük bedenimin sıkıştığı yerden dolayı ruhumun hapsolduğu ve bütün duyguların sadece bir adım ötede kurtuluşu aradığı bir olaydı bu.
Arkadaşlarımla beraber oyun oynadığımız, içinden sadece küçük bedenlerimizin geçebildiği bir asbest boru içinde oyun oynuyorduk… Nasıl oldu bilemem, daha önce defalarca geçtiğim borunun içinde sıkışıp kaldım. İçinde sıkıştığım anda arzuladığım tek şey, borunun içinden kurtulup az ötedeki dünyaya kavuşmaktı. Öyle bir duygu içendeydim ki, sanki ben oradan bir daha asla kurtulamayacağım. Ama Allah’ın yardımı, arkadaşlarımın çabası, gayreti, tesellisi ile sıkıştığım yerden kurtuldum. Lakin gel gör ki o anı, oradan kurtulduğumda duyduğum sevinci ve hissettiğim duyguları anlatabilmem mümkün değil. Anlatılmaz, ancak yaşanır, dedikleri türden bir sevinç yaşamıştım. İşte o zaman ilk kez içinde gönlümce eğlendiğim, koştuğum, kanat çırptığım dünyamdan mahrum kalmıştım. O daracık yerden kurtuluşumun adı özgürlüktü. Onun anlamını ilk kez o zaman anladım.
Yıllar sonra zindanla tanıştığımda ne olduysa duygularım beni geçmişe, mazide yaşadığım o ana götürdü. Küçükken geçirdiğim o anı yeniden hatırladım. Sanki o günlerle bir alakası varmış gibi bir duygu içine girdim. Çünkü o borunun tam ortasında sıkışmıştım. Cezaevine girdiğimde henüz on dokuz yaşına yeni girmiştim. Zindanı, hayat serüvenim içinde bir berzah olarak kabul ettim. Acaba buranın, yani diriler kabrinin geçmiş hayatımla bir orantısı olabilir mi diye düşündüm. Zindanda kalacağım süre ile dışarıda kaldığım süre eşit olduğunda tekrar özgürlüğe kavuşabilir miyim? Diye bağlantı kurmaya çalışıyordum. Tabi bu sadece bir zandan ibaretti. Ama bu olmadı. Bir adım ötesini Yüce Allah’tan başka kimsenin bilemediği zaman mefhumunun neyi barındırdığını bilemem. Yüce Allah’ın takdirinde ne vardı onu bilemiyorum.
Cezaevinde on dokuzuncu yılıma girdiğimde Adıyaman cezaevindeydim. 2011’in 17 Temmuz’u geldiğinde benim özgürlükte geçirdiğim sürem ile cezaevinde geçirdiğim süre tam eşitlenmiş oldu. Eğer hesaplamalarımda bir yanlış yapmadımsa.
2011’in ocak ayında Hizbullah ana dava dosyasından Edip Gümüş başta olmak üzere yaklaşık on arkadaş tahliye oldular. Oysa birçok kişi onlar için özgürlüğü maddi hesaplar içindeki çok ileri bir tarihi beklerken Allah’ın yardımıyla özgürlük kapıları onlar için sonuna kadar açıldı ve özgürlüklerine kavuştular.
Esaret, kelepçe ve prangalı hayat zordur arkadaş…
Kendimi bildim bileli boyunlarına boyunduruk, ayaklarına pranga vurulmuş köle görüntülerinden nefret ederim. Hele onların zincire vurulmuş bir halde insan denen vahşi yaratıkların ellerinde bir hayvan gibi gezdirilip pazara çıkarılması yok mu?
Hayatımda kelepçe ile ilk tanışmam, 1992’nin Ekim ayında oldu. Bir sonbahar akşamı vuruldu kapım… Ellerime kelepçe vurulduğu tam o gün, esarete giden yolun taşları düşendi hayat yolumda… Özgürlük kuşu uçup Kaf dağına kondu… Saatler günlere, günler aylara, aylar yıllara tekabül etti zaman mefhumunda… Oysa bundan önce her şey normal seyrindeydi.
Bakir duyguların aşina olmadığı, ama sanki rüyalarda yaşanmış bir öykü gibi… Roller paylaşılmış, sözler bir film provasından değil gerçeğin ta kendisiydi.
Bir süreden beri dönemin oyun kurucuları tarafından mütedeyyin insanlara karşı başlatılmış bulunan sürek avı, hızını kesmeden devam ediyordu… Bir yandan mürtet örgütün saldırıları bir yandan devletin baskısı… Allah için izzetini, şerefini, canını ve namusunu korumak karşısında ödenen bir bedel olarak özgür insanlar hapsediliyordu o zamanlar...
Bir gece yarısı ansızın araba sesleriyle uyandığımda polis çoktan kapıda belirmişti… Kapı çalındığında sadece “kim o?” Dedim. Karşı tarafın cevabı açık ve netti; “Aç lan, polis!” Tipik bir hitap şekli. İşte o zaman ötesini bilmediğim bir bilinmezliğe doğru giden bir sürecin başında olduğumu anladım.
Ellerim kelepçelendi… Az öncesine kadar sahip olduğum şeyler elimden alındı. Hele hele Emniyet binasının bodrum katında hücreye konulduğumda sanki benim için dünya hayatımın bitişiydi. Ama yine de içimde hala bu dar yerden kurtulup özgür olma ümidi vardı. Ne zaman ki sayılarını bile hatırlayamadığım süngülü kapılar bir bir ardımdan kapanınca, artık bir mahkûm olduğumu anladım… Giriş kapısından girip üstüme son kapı kilitlendiğinde işte o zaman kendimi dünya berzahında hissettim.
Bir mahkûmun üstüne kaç tane kapı kapanır? Diye hep merak etmişizdir… Bunu tespit etmek için saymaya başlarız. Kişinin bulunduğu yer koğuş ve bloğa göre değişiklik arz etse de aşağı yukarı değişen fazla bir şey yoktur. En az yedi kapı üstünüze kapanmaktadır.
Şairlerin, ediplerin ve diğer insanların, “Hapishane, mahpushane, kodes, zindan,” dedikleri bu menzile Bediüzzaman “Medrese-i Yusufiyye” ismini vermiştir. Mısır azizinin karısı Zeliha'nın iftirası üzerine Yusuf’un (as) atıldığı hapishaneye şeref vermesiyle bir dershane, bir medrese olmuştu.
Rivayete göre Yusuf (as) zindandan çıkmadan önce zindanın duvarına zindan için şunları yazmıştır: “Burası belalar konağı, diriler kabri, düşmanları sevindiren samimi dostlar edinme yeridir…” Evet, burası kimisi için “Kodes”, kimisi için “Mahpushane” kimisi için “Zindan” kimisi için de “Yusufi Medrese” olsa da burası, Diriler kabridir. Resmi literatürde ise “Cezaevi” ya da daha da yumuşatılmış hali ile “Ceza İnfaz Kurumu”dur.
Esaret, bu bilinmezliğe gidiş mi, yoksa bilinen bir yurda varış mıydı?
Esaretin geçtiği yer olan cezaevi, her şeyi bilen, yanında her şeyin kaydı levh–i mahfuzda yazılı olan Yüce Allah’ın bildiği ve benim için bir imtihan kıldığı mekân olmuştu. Daha önce atamız İbrahim, Nuh ve güzel yüzlü Yusuf’un mesken edindiği bir yerdi burası. O açıdan bilinmeyen, mücadele tarihinde ismi tanınmayan bir mekân değil.
Ne diyeyim? Böyle bir kaderi beklemekle beraber o kadar da yakınımda hissetmiyordum. Ne de olsa daha işin başındaydık. Bir gün bedenlerin esir, ruhların özgür olduğu bu âleme gideceğimin hesabını yapmıyordum. Hakkın takdir ettiği olacaksa ha bugün ha yarın… Ne fark eder.
Ne gariptir değil mi? Mısır Azizi, Hz. Yusuf'u satın alıp hanımına, “Ona değer ver, güzel bak, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz,” dediği halde hanımı tarafından en büyük ezaya maruz kaldı…
Otuz üç yaşındaki yüreği ilim ve hikmetle dolu güzel Yusuf’tan iyi şeyler öğreneceğine ondan murat almak istedi. İbrahim’i neslin, Risalet davasının biricik neferi Hz. Yusuf:
–“Böyle bir iş yapmaktan Allah'a sığınırım. Zira kocanız benim efendimdir; o bana güzel davrandı, zalimler hiçbir zaman felah bulmazlar,” diyerek onun davetini reddetmesine rağmen onun ruhunu esaret altına almak istiyordu. Yusuf ise, ya o ihtişamlı ve alabildiğine şatafat ve konforun kendisini hissettirdiği sarayda ruhunu esir edip bir köle konumuna düşecekti, ya da bütün bu imkânları elinin tersiyle itip ruhunu özgür kılacak ve sadece bedenin esir olduğu, ama ruhun ve kalbin uçsuz bucaksız âlemde özgür olduğu zindanı seçecekti. Artık o akli melekesi üstün seviyeye çıkmış ve her şeyin farkında olan biriydi. Nerede nasıl hareket edeceğini biliyordu.
Onun bu davetini kabul etmek demek efendisine hıyanet demekti. Hz. Yusuf böyle bir işe giriştiği takdirde bunun efendisine karşı bir hıyanet olacağını, hıyanetin de bir zulüm olduğunu biliyordu. Onun için ondan hem fiziki hem de ruhen uzaklaşmanın yolunu seçti. Ondan alabildiğine kaçtı. Ama bu kaçış nereye?
Adeta iffet damarları çatlamış ve gözü Yusuf’tan başkasını görmeyen arzuların kölesi olmuş olan kadın, her türlü hile ile onu elde etmenin yolunu bulmaya çalışıyordu. Öyle ki kendisini ayıplayan kadınlara onu onların karşısına çıkararak yaptıkları konusunda ne kadar haklı olduğunu göstermek istedi. Kendini kınayıp bundan vazgeçeceğine işi kılıfına uydurmaya ve yaptığını haklı göstermeye çalıştı.
Kendisinden murat almak isteyen kadının;
“İşte beni kendisi hakkında kınayıp ayıpladığınız zât, şu gördüğünüzdür. Yemin ederim ki, ben ondan murad almak istedim de o ise iffetli davranıp kendini korudu. Allah'a yemin ederim ki, eğer o, kendisine emrettiğini yapmazsa, muhakkak zindana atılacak ve mutlaka ziyana uğrayanlardan olacaktır” dedi.
Oysa Yusuf’un hayatına yön veren nefsani arzuları değil, yüce Allah’ın buyruklarıydı. Bunun için Hz. Yusuf, Allah’a isyan etmek yerine zindana girmeyi tercih etti;
“Ey Rabbim! Zindan bana bunların davet edegeldikleri şeyi (irtikab etmekten) daha sevimlidir. Eğer sen bunların tuzaklarını benden uzaklaştırıp döndürmezsen (belki) onlara meyleder, cahillerden olurum,” diye istekte bulundu.
Bunun üzerine Rabbi onun duasını kabul etti de onların tuzaklarını kendisinden uzaklaştırdı. Yüce Allah onu, onlar arasından alıp zindana koymakla onların tuzaklarından ve kötü emellerinden korudu.
Bu durumda saray hayatı mı daha özgürdü, yoksa zindan hayatı mı? Ya da soruyu şöyle soralım. Yusuf’un (as) ruhu hangi yerde daha özgürdü? Bir peygamber, her dara girdiğinde Allah’ın yardım, himmet ve nusretini yanında bulan bir nefer, nasıl oluyor da daracık zindanı özgür bir ortama tercih ediyor? İşte esaret ile özgürlük mefhumunun kördüğüm olduğu nokta burası…
Buraya ne denilse denilsin roller hiçbir zaman değişmediği gibi, kişiyi buraya atanın kendisine bakışı da değişmez. Cezaevi kapısından içeri girdikten sonra vasfın, ismin, rütben, kariyerin ne olursa olsun, “Sen mahkûmsun,” sana bu gözle bakılır ve sana bu muamele yapılır. O saatten sonra hayatın sınırlanmış, yaşamına sınır konulmuştur. Dışarıdaki bir insan gibi özgür değilsin. Ruhun özgür ama bedenin esirdir.
Kendilerince bilimsel olarak zindana düşen bir mahkûm için bunun adını bile koymuşlar; Psikopat[1]… Psikopati sözcüğü, Yunanca psych; “Zihin, ruh” ve pathos; “Dert, acı çekmek, hastalık” tan türemiştir. Kısaca “Ruh hastası” demektir. Kime göre ruh hastası? Fıtratı bozulmuş, dengesini yitirmiş, ne yaptığını bilmeyen, herhangi bir değerin kendisini frenlemediği, aklını tatil etmiş biri için ruh hastası denilebilir, ama herkes için değil.
Bir de manevi özgürlük demiştim. “Manevi özgürlükten kastın nedir?” diye sorsan, bunun cevabını da ben kendime göre veririm. Bu tamamıyla insanın ruh, kalp ve nefsiyle alakalı bir durumdur.
Akli meleke ve kalbi yeteneklerin ortaya çıkıp tekâmülü elde etmesi kolay değildir. Çünkü insan, kendisini kuşatan birçok kayıt ve zincirle bağlıdır. Bunlardan kurtulmasıyla kendisinde mündemiç bulunan birçok özellik ve kabiliyetleri ortaya çıkar. Madem bunlar fıtri olarak kendisinde vardır, neden kurtulsun ki? Neden?
Bir yandan nefsani istek ve arzular, bir yandan bedenin etkileyici ısısı, bir yandan dünyevi hırs ve arzular onu çepeçevre kuşatmış bir insandan bahsediyoruz. Bunların her birinin tesiri, onun üzerinde bıraktığı bir etkisi vardır. Bu durum, İman nuru ve hidayet güneşi ile zıt kutuplar gibidirler. Biri ateşken diğeri su; biri karanlıkken diğeri aydınlıktır.
Bazen bütün genişliğine rağmen dünya insan için bir zindan iken, bazen de zindan bütün darlığına rağmen insanın ruhu ve kalbi için uçsuz bucaksız özgür bir âleme dönüşmektedir. O dünyada özgürce kanat çırpmaktadır. Adeta sanki ruhunu esir eden bütün bağlardan, kalbini meşgul eden ve safiyetini gideren bütün dünyevi meşgalelerden kurtulmuştur. Gurbet diyarı olarak adlandırılan şu dünyayı elinin tersi ile itmiş marifetullah ummanında vuslatın heyecanını yaşamaktadır. İşte ruh esaretten azad olunca sahip olunan bu hal, asıl özgürlüktür.
Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!
Üstad Bediuzzaman rahmetullahi aleyhinin şu veciz ifadesi sanırım bunu ifade etmektedir.
“Onu (Allah’ı)tanıyan ve (Ona)itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır.
Onu (Allah’ı) unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.”[2]
“İdam ve ebedi zindandan kurtulmak ve o yolu ebedi saadete çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir.”
“Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zalimlere demiş:
Ben idam olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum. Lâ ilâhe illâllah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.”
Güzel bir tevafuk olsa gerek ki bu yazıyı, her şeyin sınırlı olduğu zindan esaretinden kurtuluş söylemlerinin dile getirildiği bir demde yazıyorum. Sanki özgür günler yakındır. Allah’ın izniyle bu günler de geçecek. Rabbimiz bu durumu, hem aziz İslam davası, hem ailelerimiz, hem dava arkadaşlarımız hem de bizim için hayırlı kılsın.
[1] Psikopati eskiden her türlü akıl hastalığı formunu kapsayan bir terim olarak kullanılırdı. Bugün ise, psikopati psikiyatride empati ve vicdan eksikliği ile karakterize olan bir kişilik bozukluğu olarak tanımlanmakta, bu kişilik bozukluğunu ifade etmek için kullanılmaktadır.
[2] On Birinci Şua - s.955