
Özgürlük-Hasan Gündüz
Ne zaman özgür kalacağımı düşünsem, içimde bir heyecan, yüzümde bir tebessüm oluşuyordu. Bu güzel düşünceleri elde ettiğim zaman alacağım zevki düşünmek ise bir başka lezzetti.
HASAN GÜNDÜZ |
Hayatımın bir parçası olan özgürlüğü ilk fark ettiğimde henüz ilkokul öğrencisiydim. O zamanlar özgürlüğü, anne ve babamın baskılarından kurtulup dilediğim gibi yaşamak olarak düşünüyordum. Çocuk aklımla anne ve babaya bağımlı olma ve onların gözetiminde olmaktan sıkılıyordum. Her ne yaparsam anne ve babamdan izin almam gerektiğini kabullenemiyordum. Bazen dilediğim gibi, kimseye hesap vermeden, sormadan ve izin istemeden özgürce davranmak istiyordum. Bunu gerçekleştirmenin yollarını aramaya koyulmuştum. Kendimi onların evinde, onların elinde esir olarak görmeye başlamıştım. Özgür kalabilmek için düşünmeye, esaretimi sonlandırmaya kararlıydım.
Anne babamdan kurtulmanın imkânsız olduğunu anladığımda hayallerimin yıkıldığını, özgürlük hayallerimin asla gerçekleşemeyeceğini düşündüğümde kendimi çok çaresiz hissetmiştim.
Bir insanın anne ve babasını tercih hakkı olmadığı gibi onları ret etmekle veya onlardan kopup uzaklaşmakla özgür kalınamayacağını ilkokulun son yılında kavradım. Henüz çocuktum, ama aklım başımdaydı. O zamanlar özgürlük için yapamayacağım hiçbir şey yoktu. Evden ve dolayısıyla ailemden kaçıp kurtulmayı bile ciddi olarak düşünmüştüm. Mahalleden birkaç kişiyle birlikte kaçış planı bile yapmıştık. Antalya’ya gitmek, orada arkadaşlarımın birisinin abisinin çalıştığı otelde iş bulup özgürlüğümüzü kazanabileceğimizi hayal edip evden kaçacağımız günün gelmesini bekliyorduk. Okulların tatil olmasını ve ardından “Özgürlüğe kaçış” adını verdiğimiz planı uygulamaya sokmak için sabırsızlanıyorduk.
Özgür kalabilmek için büyüyüp kendi kararlarımı kendim alacak yaşa gelmeyi bekleyecek kadar sabrım yoktu. Her geçen gün düşüncelerimi esir alan özgürlük düşüncesi içimde daha fazla şeylerin kıpırdanmasına neden oluyordu.
Arkadaşlarımla sokakta oyun oynadığım zaman annemin oyunun en güzel yerinde, “Hasaaaan” diye bağırması beni çileden çıkarıyordu. Sanki başka oğlu yokmuş gibi her seferinde beni çağırmasına sinir oluyordum ama yine de cevap vermek zorundaydım. Aksi halde…
Akşam karanlık çökmeden, babamın işten eve dönmesinden önce annem, sokakta kardeşlerimle ve arkadaşlarımızla oyun oynadığımız bir anda çocuklarının evde olması için neredeyse her akşamüstü her birimize ayrı ayrı seslenip eve gelmemiz için çağrı yapardı. Bu çağrısını birkaç defa tekrar ettikten sonra ancak kardeşlerimle oynadığımız oyuna son verip mecburen eve dönüyorduk.
Oysa bazen birkaç arkadaşımla annelerimizin çağrısına kulak asmayıp, gönlümüzce gezip dolaşmak, karanlıkta caddelere çıkıp ışıltılar altında etrafımızı seyretmek hoşumuza gidiyordu. Tabi bunun ağır bir bedelinin olduğunu da biliyorduk.
Eve dönen babam beni evde görmeyince sinirlenip önce anneme çatardı, ben eve geldiğim zamanda hıncını benden çıkarıp rahatlardı. Bunlar beni adam etmedi tabi. Tam aksine babamdan dayak yediğim her seferinde daha çok özgürlüğü düşünmeye başladım. Anne ve babama başkaldırıp onların ev düzenine isyan etsem de gidecek başka yerim olmadığından çaresizce onların hâkimiyetlerini kabul ediyordum. Düzen onların düzeni, ev onların eviydi.
Ne yediğim dayaklar ne de anne ve babamın yaptığı nasihatler gece sokaklarda dolaşma zevkime gem vurabildi. Haftada bir kez eve gece yarısı gelmeyi adet edinmiştim. Karanlıkta tek başıma dolaşmak, diğer mahallelere gidip boş sokaklarda dolaşmayı sevmiştim. Bazen sahipsiz sokak köpeklerini kızdırıp kendimce heyecan yaşasam da daha çok karanlıkta yürümeyi seviyordum.
Tek başıma, bilinmezlik içinde yol almayı, herhangi bir yere gitmeyi düşünmeden, önümü görmeden yürüdüğümde kendimi görünmez adam gibi hissediyordum. Gece yarısı eve geldiğimde ise beni gören babam, uslanmam için kötek attığında ne ağlıyordum, ne de acılarım yüzünden bağırıyordum. Gece dışarda kalacağım zaman yaşayacaklarıma kendimi şartlandırıyordum.
Akşam evde olma, kuralanı bozan kişi olma; bir anlamda ailenin yaramaz ve isyankâr çocuğu olmak bana bir ayrıcalık kazandırmıştı. Babam attığı dayaklardan, annem her akşam bana bağırmaktan yorulmuşlardı. İsyanımın bedelini ödedikten sonra haftada bir defa gece yarasına kadar sokaklarda dolaşma isteğim kabul görmüştü. Eve geldiğimde ne babam ne de annem bir şey sormuyorlardı. Benden vazgeçtiklerini anladığımda gerçek özgürlük için daha çok bedel ödemem gerektiğine işte o zaman anladım.
Tabi o zamanlar anne ve babamın benim veya kardeşlerimin akşam vakti sokaklarda niçin bulunmamızı istemediklerini anlamıyordum. Hayat tecrübesi bizimkinden fazla olan anne ve babamın gördüklerini, sokaklarda yaşanan kavgalara şahit olduklarından haberimiz yoktu. Bizi, “Sokaklar akşam karanlığından sonra tehlikelidir,” gibi sözleri pek tatmin etmiyordu. Tam aksini düşünüyordum. Akşam karanlığından sonra sokaklarda pek kimseler olmazdı. Akşam karanlığında sessiz ve tenha sokaklar, gündüzden daha güvenli geliyordu bana. Onların hislerini anlamaktan çok uzaktım. Onların ne düşündüğünü ve ne hissettiklerini anlayamayacak kadar küçük ve tecrübesizdim.
İlkokulu bitirdiğim zaman evden kaçmaya hazırlandığım arkadaşlardan ikisi kararlarını değiştirmekle kalmayıp kaçış planımızı deşifre etmişlerdi. Babam, evden kaçacağımı duyduğunda o gün gece yarısına kadar sokaklarda olma hakkımı kullanıyordum. Rahatlamış bir şekilde eve geldiğimde anne ve babamın uyanık olup beni beklediklerini görünce şaşırmadım. Tam ağzımı açıp bir şey diyecekken babam üstüme düşüp beni eşek sudan gelene kadar ayaklarının altında ezdi. Ne olduğunu attığı tekmeyle beraber anlamıştım: “Evden kaçacaksın ha seni…”
Evden kaçmak isteyen bir mahkûmun hazin sonu…
Kaçış planımız deşifre olunca birkaç sadık arkadaşımla başka bir yol bulmak için yine plan yaptık. Eskisi gibi istekli davranmadığımız yeni planımız ise yaz tatili bahanesiyle köye gitmekti. Bunu ailelerimize söylediğimizde yine bir kıyamet koptu. Aklıma o anda gelen şey beni bile şaşırtmıştı. Babamın kesinlikle tatil için beni bir yere göndermeyeceğini biliyordum. Bunun yerine daha makul ve mantıklı bir şey buldum. “Çalışmak”
İstanbul’da bulunan ablamın yanına gidip yaz tatilinde ve diğer günlerde bir daha okula gitmeyip, okul okumak istemediğimi söyleyip, çalışıp aileye katkı yapmayı bahane olarak gösterdiğimde babamı ikna edeceğimden emindim. Annem bu fikrime karşı çıksa da babamın ikna olacağını düşünüyordum. Yanıldığımı yediğim dayaklardan sonra anladım. Ben babamın oğluydum. Onun gibi inatçıydım. İnat yönümü ondan almıştım. Bu yönümle istediklerimi elde edebiliyordum.
Babamın bu tavrını, “Topluma karışmamı, hayatı öğrenmemi istemiyor,” diye yormuş, ona kızmıştım. Bir kere kafama koymuştum. Özgür olabilmem ancak anne ve babamdan uzaklaşmamla mümkündü. Onların yanındayken kesinlikle özgür olamayacağıma olan inancım çalışma fikrine dört elle sarılmama neden oldu. Madem babam güzellikle izin vermiyor, ben de yapacaklarımla onun izin vermesini sağlamaya karar verdim.
Ne zaman özgür kalacağımı düşünsem, içimde bir heyecan, yüzümde bir tebessüm oluşuyordu. Bu güzel düşünceleri elde ettiğim zaman alacağım zevki düşünmek ise bir başka lezzetti.
Bu hayalimi gerçekleştirmem için feda etmem gereken şey okulumdu. Babam okumamı istiyordu. Bunun için elinden geleni yapıyordu. Ama ben istemiyordum. Onun isteklerini değil kendi isteklerimi gerçekleştirmek için okuldan vazgeçmem gerekiyordu. İstanbul’a gidip çalışmam için okul hayatımı sonlandırmam gerektiğine tam olarak karar verdim. Aksi takdirde özgürlüğüme kavuşmam için üniversiteli olana kadar beklemek zorunda kalacaktım. O yaşa kadar bekleyecek ne sabrım ne de vaktim vardı. Bir an önce özgür olmak istiyordum. Özgürlük tüm bedenimi ve ruhumu esir almıştı. Onun esiri olduğumun farkında olmadan yaşıyordum.
Aile bağı dedikleri zinciri kırıp bağımsızlık yolunda ilerlemek çocuk aklıma mantıklı geliyordu. Ortaokula başladığım zaman amacım okul okumak değildi. Tam aksine elimden geldiğince okuldan uzak kalıp ailemi okumak istemediğime ikna etmekti. Bunu başarabilmek için derslerden kaçıp sevdiğim sokaklarda dolaşmaya çıkıyordum. Sınavlarda kâğıdımı boş verip zayıf not almak çok kolaydı. Yaptığım devamsızlıklar ve tembelliğim okul idaresi tarafından babama iletildiğinde babamın bildik dayaklarına maruz kaldım.
Okul okumama fikri o zamanlar mahallemizdeki bazı ailelerden gördüğüm etkili bir metottu. Aileler okul okumayan veya tembel olan çocuklarını okutup bir sürü masraf yapmak yerine onları bir işe yerleştirirlerdi. Böylece gelecekte bir meslek sahibi olacağını, ailesine bakacak bir işi olacağını düşünürlerdi. Ben de bunu deniyordum. “Okul hayatında başarısız olursam babam beni mutlaka İstanbul’a çalışmaya gönderir,” diye düşünüyordum.
Okul idaresinin günübirlik babama rapor vermesi ve her seferinde babamdan yediğim dayaklar üstün gelmişti. Özgürlük düşüncemden vazgeçip okuluma yoğunlaşmaya başladım. Okul hayatım bitmeyene kadar özgürlük benim için bir hayal olmuştu. Özgürlük düşüncemden vazgeçtim. Yalnız okulların kapanmasına çok az bir zaman vardı ve ben tüm derslerden sınıfta kalacak kadar okulu boş vermiştim. Bu saatten sonra onları düzeltmem mümkün değildi. Yılsonu eve getirdiğim karneye ne ben ne de babam şaşırdı. Tüm derslerim neredeyse zayıftı. Devamsızlık son haddindeydi.
Özgürlük için okul hayatımdan vazgeçmiştim. Çalışkan bir öğrencinin hazin sonu… Ne özgürlüğümü elde ettim ne de okulda başarılı olabildim. Okulda kaybettiğimi telafi etmem için çok geçti. Ama özgürlük için geç değildi. Tam aksine okulu bırakmam için gerekli fırsatın elime geçtiğinin farkındaydım. Okul hayatımın ne kadar berbat olduğu babam karnemden anlamıştı. Bunun üzerinde durup babamı ve annemi ikna edip İstanbul’a gitmek için onların kafalarının etini yedim. Annem ikna olmasa da babam sonunda pes etti. Kazanan ben olmuştum. İstanbul’a gitmek için izin almayı başarmıştım.
İstediğim gibi özgür olabilmek için İstanbul’a yola koyuldum. Hayatımın en mutlu günü o yolculuk esnasında hissettiğim duygulardı. O gün yol boyunca hayatımda olmadığım kadar mutluydum. Mutluluğum özgür bir birey olarak tek başıma çıktığım yolculuktan kaynaklanıyordu. Çok hoş bir duyguydu.
Ablam ve eniştem babamın isteği üzerine beni yanlarına almayı kabul etmişlerdi. Yeni evlilerdi. Henüz çocukları olmadığı için benim gibi bir çocuğa bakıcılık yapmak onlar için biraz ağır bir sorumluluk olmasına rağmen babamı kıramamışlardı. Ne kadar yaramaz ve başına buyruk olduğumu bildikleri için endişeliydiler.
Eniştem çalışmam için tanıdığı bir konfeksiyon atölyesinde iş buldu. Çalışmak için geldiğim İstanbul’da özgür olacağımı hayal etmiştim. Yanıldığımı kısa süre içinde anladım.
Ailemin yanında esaret diye bildiğim hayattan başka bir mekânda tekrar kararlaşmıştım. Ablam ve eniştemin anne ve babamdan geri kalır yanları olmadığı gibi, “Emanet çocuk” olduğum için daha baskıcıydılar.
Özgürlük için geldiğim İstanbul benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Dilediğimce yaşamak adına feda ettiğim okulum şimdi yoktu. Onun yerine çalışmak vardı. Çalışmanın esiri olmuştum. Sabah sekizde iş yerinde olabilmek için yedide kalkmak zorundaydım. Akşam altıya kadar durmadan, oturmadan koşuşturduktan sonra eve geldiğimde ise yorgunluktan ölecek gibi oluyordum. Nerede bu özgürlük diye düşünecek çok az zamanım oluyordu.
Bu arada özgür kalabilmek için yollar aramaya devam ediyordum. Kendimi özgür hissettiğim tek an hafta sonları mahallenin çocuklarıyla birlikte gittiğimiz denizdi. Zihnimi meşgul eden sıkıntılardan ve özgürlük isteğimden uzaklaştığım nadir anlar bu vakitlerdi. Aradığım şey tam olarak buydu. Gönül rahatlığı…
Çalışmak, istediğim özgürlüğü bana vermekten çok uzaktı. Bu yüzden evime geri döndüm. Okul okumak istemediğimi söylediğim babam, beni okula gitmek için zorlamadı. Bunun yerine memleketimde bir işe girip meslek öğrenmeme karar vermişti.
Özgürlük hayallerimin yıkılmasından daha çok okul hayatımın son bulmasına üzüldüğümü kimseyle paylaşmadım. Özgürlük adına vazgeçtiğim en büyük bedel okulum oldu.
Edindiğim hayat tecrübesi bana hayatta mutlak bir özgürlüğün olmadığını öğretti. Doğarken anne ve babaya muhtaçken, büyüdüğümüz zaman muhtaç olduğumuz şeylerin sayısı durmadan artıyordu. Okula, gelecek için çalışmaya, başarı için bir şeyler yapmaya mahkûmuz.
Evime döndükten sonra özgürlük ve özgür olma fikrinden vazgeçtim. Hayatı ve diğer insanlar gibi mahkûm bir yaşamı kabullenmekle rahat edeceğimi düşünüp onlar gibi olmaya karar verdim. Özgürlük fikri, benim için platonik bir aşktı.
Kısa süre sonra çalışmaktan ve monoton bir hayattan sıkıldım. Değişik bir şeye ihtiyacım vardı. Bu kadar insanın hem çalışıp hem de mutlu olmalarının sırrını öğrenmeye karar verdim. Onların hayatlarını izledim. Yaptıklarının ne anlama geldiğini anlamaya çalıştım. Gördüğüm şeyleri anlamak on üç, on dört yaşında olan benim gibi bir çocuk için çok zordu. Gördüğüm tek şey esaretti. İnsanların büyük bir kısmı işlerinin esiri olarak her sabah iş yerlerine gitmek zorundaydılar. Öğrenciler okullarına… Özgür olan tek bir kişi bile görmedim. Bunu anlamıyordum. Özgürlük neredeydi?
Yaşamak için havaya, suya, güneşe mahkûm oluşumuzu ilk kez fark ettim. Hayatta özgürlük denilen şeyin bir aldatmaca olduğuna inanmak istemesem de gördüklerimi inkâr edemezdim. “İnsan, esir doğar ve bu esaret ölünceye kadar devam eder,” diye düşünmeye başlamıştım. Mutlak özgürlük hayatın hiçbir yerinde yoktu. Hiçbir insan mutlak olarak özgür değildi. Bir aldatmacadan ibaret olan özgürlük aşkı benim için solmuştu. Esareti kabul etmekten başak çarem yoktu. Yaşamak için esarete razı oldum.
On beş yaşımda bir başka esaret ve bir başka özgürlükle tanıştım. Diyarbakırlı genç bir Kürt’tüm. Kürtlerin esaret altında olduğunu, yaşadığımız topraklarda Türklerin esaretinden kurtulmamız gerektiğini duyduğumda içimde küllenmiş özgürlük ateşi tekrar alevlendi. İstanbul’da kaldığım kısa süre içinde Kürt olduğum için birkaç kez hor görüldüğümü anımsadım. Bazılarının beni, “Kürdo” diye çağırmasına fena halde bozulduğum halde yaşımın küçük olmasından ses çıkarmayıp sözlerini yutmuştum.
Aynı vatanın çocukları olan Türk kardeşlerimin bize ikinci sınıf muamelesi yaptıklarını yeni fark ediyordum. Kürt çocuğu olduğum halde Kürtçeyi, ana dilimi bilmiyordum. Konuştuğum dil Türkçeydi. Okulda Türkçe öğretiyorlardı. Kürtçe, hayatın birçok alanında, özellikle de resmi kurumlarda yasaktı. Bunları düşününce, “Kürtler özgür olmalıdır,” diyenlerin haklı olduklarına inandım. Özgürlüğe onların gözüyle bakmaya çalıştım. Gördüklerim ve duyduklarım yeni şeylerdi. Kendi ırkımın özgürlüğünden, milletlerin ve devletlerin özgürlüğüne kadar birçok düşünce…
Özgürlük düşüncem yeni bir bakış açısına kavuşmuştu. Kürt halkının özgürlüğü kişisel ferdi özgürlüğümün önündeydi. O zamanlar özgürlük meşalesini yakmak isteyen Kürt gençlerinden biri olmak istiyordum. Bunun için ödenmesi gereken bedeli de ödemeye hazırdım. Bunun için ilk yaptığım Kürt halkı için mücadele verenlerin saflarına katılmak, onların miting ve gösterilerinde bulunmak oldu. Kısa bir süre sonra söylemlerim değişmeye başlamıştı. Konuştuğum zaman, “Kürt halkı, Kürtlerin özgürlüğü,” gibi laflar etmeye başlamıştım.
Değişen sadece söylemlerim olmamıştı. Takıldığım mekânlar ve gittiğim yerler de değişmişti. Özgürlük adına yapamayacağım bir şey yoktu. Özgürlük benim için bir tutkuydu. Ona kavuşabilmek için elimden geleni yapıyordum. Yeri geldi katıldığım mitinglerde ve gösterilerde polislerden dayak yememe rağmen özgürlük isteğimden vazgeçmedim. Özgür olabilmek için çalışmak gerektiğini ve mücadelenin şart olduğunu anlayabiliyordum. Bunun için kendimi hazır hissediyordum. Gittiğim mekânlarda özgürlük fikrini tartışan büyüklerin sohbetlerine katılıyordum. Onları dinlemekle yetinip yeni fikirler edinmek hoşuma gidiyordu.
On beş yaşımın son demlerindeydim. Diyarbakır’ın Silvan İlçesinde Yolaç (Susa) köyünde bulunan camiye yapılan baskında on Müslümanın şedit edildiğini gazetelerde okuduğumda kan beynime sıçramıştı. Genelde gazete okuyan biri değildim. Akşamüzeri işten eve dönerken bir gazete bayisinin camekânında başlıkları okumakla yetiniyordum. O gün bu haberi okuduğumda içimde bir şeyler kopmuştu. Öfkemin arttığını, sinirlerimin gerildiğini fark ettim. Bunu yapanlara lanet okudum. Kendine Kürt diyen PKK’nın bunu yaptığını öğrenince kendi Kürtlüğümden ilk kez utandım. Müslüman bir ülkede camide katledilen on insan… Katledilen bu masum insanların İslami bir camiaya mensup olduklarını öğrendiğimde buna şaşırmıştım. İslami mücadelenin o zamanlar Afganistan gibi yerlerde verildiğini sanıyordum.
Diyarbakır’da, yaşadığım şehirde İslami mücadele veren camiayı merak ettim. Neyin mücadelesini verdiklerini, ne istediklerini öğrenmek istiyordum. İslami bir ülkede İslami mücadele bana saçma gelmişti. Camilerin açık olduğunu, ezanların minarelerden yükseldiği bir ülke ve şehirde İslami mücadele verenler ne istiyordu?
İslam cemaatini tanımak için çevremdeki insanlara soru sormaya başladım. Onlardan olduğunu söyledikleri kişilere gidip kafamı meşgul eden soruyu eveleyip gevelemeden direk sordum. Duyduklarım ve öğrendiklerimden edindiğim ilk izlenim gaflet uykusunda olduğumdu.
Yaşadığım şehirdeki insanları bile tanıyamayacak kadar yabancılaşmıştım. Kendime kızdım. Kandırılmışlığıma, aldatılmışlığıma duyduğum öfke tüylerimi diken diken etti. Anladım ki insan algılarıyla vardır. O zamana kadar duyduğum ezan sesleri bana bir şey ifade etmemişti. Sıradan bir ses gibi duymuştum. Sorgulama gereği bile duymamıştım. Cuma günleri kıldığım Cuma namazları dışında camiyle ve namazla işim yoktu. Camilerin açık olması sebebiyle insanların ibadetlerini rahat bir şekilde yerine getirdiklerini düşünüyordum. Onun dışında bildiğim bir şey yoktu. Meğer yanılmışım, beş vakit namaza gitmediğimden olsa gerek, vakit namazlarının ardından camilerin kilitlendiğini yeni öğrenmiştim. Nedense kilit ve zincir oldum olası bana esareti hatırlatıyordu.
O gün ilk kez öğle ezanına kulak verdim. Minareden yükselen hüzünlü ezan sesi gaflet halindeki Müslümanları yardıma çağırır gibiydi. Onlara sesleniyordu. Çok az kişi dışında sesi duyan, işiten yoktu. Aldırmıyorlardı, umursamadan geçip gidiyorlardı. Diyarbakır’ı ilk kez boynu bükük ve mahzun görüyordum. İslam’ın haram ve yasak dediği şeyler alenen işleniyordu. Haramlar helal edilmişti. İslami birçok yasak kaldırılmış, insanların günaha girmelerinin önü açılmıştı. Allah’ın hükmü yerine Meclisin hükmü geçerliydi. Namaz ve oruç dışında İslami bir yaşama kavuşmak isteyen ve Allah’ın hükümleriyle yönetilmek isteyen İslami Cemaati anlamaya başlıyordum.
Kürtlerin ve Milletlerin esaretinden, Müslümanların esaretine geçmiştim. Müslümanca bir yaşama geçmeye karar verip İslam adına mücadele etmeye karar verdim. Bir arayış içindeydim ve ne aradığımı tam olarak bilmiyordum. Özgürlük sevdam beni savurup duruyordu.
Beş vakit namaz kılmaya karar verdiğimde ikindi vaktiydi. İkindi namazı için ofis semtinde bulunan Sümer Camisinin yakınındaydım. Namazımı kılmak için cami avlusuna ilk adımımı attığım anda hissettiğim duyguları tarif etmem imkânsızdı. Daha önce tatmadığım bir duyguyu tattım. İçimde yanan özgürlük ateşi serinlemiş gibi rahat bir nefes aldım.
Günler, İslam’ı tanımak için araştırmakla, okumakla geçiyordu. İnsanın Allah’ın kulu olduğunu, O’ndan başkasına boyun eğmemesini öğrendiğimde şaşırmadım. Özgürlük düşüncem böylece değişmiş oldu. Bu zamana kadar özgürlüğü mutlak bağımsızlık olarak düşünmüştüm. Anladım ki Özgürlük Allah’a kul olmaktı.
Yaratıcım olarak Allah’ı daha yakından tanımaya çalıştım. Allah’ı tanıdıkça O’nu daha çok sevdim. Allah’ın sadece insanın yaratıcısı olmadığını, insanın yaşaması için gerekli olan tüm şartları var eden tek ve mutlak gücü elinde bulunduran olarak buldum. Rızkımı verdiği gibi hastalandığımda şifamı da Allah veriyordu.
Zulümden nefret ettiği gibi zulmedenleri cezalandıracağının vadini okudum. İyiyi, güzeli emredip kötülükten sakınmamızı isteyen ayetlerini okudum. Gönlümün şifasını, özgürlük isteğimi Allah’a gönülden bağlanarak, O’nun kulu ve kölesi olmakta buldum.
Hayatımda ilk kez köle olmayı istedim. Allah’ın kulu ve kölesi olma isteğiyle gurur duyuyordum. Asıl nefret etiğim şey ise insanlara kul, köle olmaktı. Allah’ın kulu ve kölesi olabilmek için ne yapacağımı düşünmeye başladım. Artık özgür olmayı değil, Allah’ın razı olacağı bir kulu olmaktan başka düşüncem yoktu.
Beni yaratıp, şekil ve suret veren Allah’ın dünya hayatında hiçbir kuluna mutlak olarak özgürlük vermediğini artık biliyordum. Gerçek ve mutlak özgürlük ahiret hayatındaydı. O’nun rızasını kazanıp cennete girmeye hak kazananlara vaat ettiği, “Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar,” dediği kimselerden olmak gerçek özgürlüktü.
Bu dünya hayatında esiri olduğum yaratıcıma hayran olmakla birlikte O’na âşık olmuştum. O’nu çok seviyordum. Esaretin bir diğer adının da aşk olduğunu gördüm.
Bir kadın ile erkeğin birbirine olan aşkı gibi değildi. Allah’a olan aşkım bir başkaydı. Sevdiğimi ve âşık olduğumu iddia ettiğim Allah için ne yapmam gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Buna çok sevdiğim canımı vermek de dâhildi.
Yaptığım ilk şey İslami mücadelede Cemaat safında yerimi almak oldu. İslami mücadelenin olmazsa olmazlarından hicretle tanıştım. Muhacir olup Ensar kardeşlerimin evinde ağırlandım. Kan bağı dışında kardeşlik bağı kurduğum çok sayıda dava arkadaşlarım oldu.
Zamanı geldi evlenip ailemle birlikte Ensar olma sorumluluğunu üstlenip Muhacir kardeşlerimize evimizi açıp onları ağırlamakla müşerref olduk.
Mücadele çetindi ve ağır bedeller istiyordu. Bunun için gerektiğinde eşimi ve çocuğumu bırakıp verilen vazifeyi yerine getirebilmek için aylarca evimden ve ailemden uzak kalmam gerektiği halde bunu yapmaktan geri kalmadım. Yaptığımız şeylerin karşılığı olarak da yalnızca Allah’ın rızasını umuyorduk. Allah için candan ve canandan vazgeçmeyi öğrenmiştik. Gerçek sevgili için dünya sevgilisinden ayrılmak zor gelmiyordu. Allah sevgisi başka sevgiler gibi değildi. O’nun için vardık ve O’nun rızası için çalışıyorduk. O’nda fena bulup özgür kalabilmek için sahip olduklarımızı feda etmekte tereddüt etmiyorduk.
Şu anda bedenim, verdiğim mücadele sonucunda Devletin Laik düzenini yıkmaktan dolayı aldığım müebbet hapis cezasını çektiğim zindan olsa da gönlüm ve ruhum huzurlu ve rahattır. Sevdiğim insanlardan ayrı olmanın can yakıcı ateşine sabretmek her ne kadar zor olsa da Allah’ın yardımıyla bunun üstesinden geliyorum. Sevdiğim Rabbimi terk etmedikçe, O’nun da beni terk etmeyeceğini gördüm. O’nun varlığını her daim yanımda hissetmekle teselli buluyorum.
Dört duvar arasında dünya esaretine mahkûm olan birinin özgür ruhuna sahip olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Varlığımı adadığım Rabbimi bir nebze de olsa mutlu ve razı edebilmişsem ne mutlu bana.
Bir can ve ruh olarak, babamın bana verdiği, “Hasan” olarak dünya hayatında esirim. Allah’a kul ve O’nun aşığı olarak özgürüm. Allah’a ait olma, O’nu sevme, dünya hayatındaki esareti ve daha nice olumsuz şeyleri bana unutturan tek şeydir.
Özgürlüğün, Allah’a giden yolda O’nda fena bulmak olduğuna kesinlikle iman ettim. Özgürlüğün dilediğin gibi yaşamak, dilediğin şeyi yapmak olmadığını öğrendim. Gerçek özgürlüğün, Allah’a kul, köle olmak, Ona âşık ve teslim olmak olduğunu hayat tecrübesiyle öğrendim.