
Özgürlük-İbrahim Gürceğiz
“Düşmanlarım bana ne yapabilir ki? Benim bahçelerim ve cennetim göğsümdedir. Nereye gidersem gideyim benimle birlikte gelirler. Zindana konulmam halvet, öldürülmem şehadet, yurdumdan çıkarılmam ise hicrettir. Gerçek mahkûm, Allah Azze ve Celle’nin zikrinden mahrum olandır. Hakiki esir ise nefsine köle olmuş olandır.” ibrahim gürceğiz |
Hürriyet
“EĞER BİR GÜN HÜRRİYETE RASTLARSAM,
ESARETİN BENDEN ALIP GÖTÜRDÜKLERİNDEN
DOLAYI ONA ŞİKÂYETTE BULUNACAĞIM.”
Geceyi anlamak için gündüze, siyahı bilmek için beyaza, soğuğu hissedebilmek için sıcağa, korkuyu bilmek için sevince, fakirliği bilmek için de nasıl ki zenginliğin bilinmesi gerekiyorsa hürriyeti bilmek için de esareti yaşamak gerekir. Esareti yaşamayan, hürriyetin ne anlama geldiğini bilemez. Esaretsiz hürriyet, olgunlaşmamış, ham, tatsız bir meyveye benzer.
Hürriyet ve esaret; bir elmanın iki parçası gibidirler. Birbirlerini tamamlarlar.
Esareti bilmeden hür ve azad olan kişi, hürriyetinin kusurlarını arar durur. Halinden memnun olmaz. Gözü hep başkasının hürriyetlerinde olur.
Ancak esaret altında karanlık dehlizlerde prangalara vurulmuş olan kişi ise, âşık olan kişide nasıl ki maşukunun kusurlarını arayıp sorgulama ve bunları algılama yeteneği törpülenmişse, maşukunu hep bi kusur olarak görüyorsa ve kabul ediyorsa aynı şekilde esir de hürriyeti bu şekilde bir kabulle kabullenmekte ve şeb-i arusu olan hürriyetiyle bir kez daha kavuşma özlemindedir. Çünkü esir olduğunu bilen, özgülüğünü elde etmeye en yakın olan kişidir.
Çünkü esir;
Voltalarında, hürriyeti arar,
Okuduğu kitapların satırları arasında, hürriyeti okur,
Dinlediği müziklerin notaları, hürriyeti ritmeder,
Yediği yemekler, hürriyet tadındadır,
İçtiği su, hürriyet sertliğindedir,
Karaladığı müsveddeler, hürriyet hazinesine giden labirentleri kodlar,
Hayali hürriyet, hürriyet hayalidir,
Rüyası hürriyet, hürriyet rüyasıdır,
Tefekkürü hürriyet, hürriyet tefekkürüdür…
Esir için hürriyet, davası, davadaşları, sevdikleriyle birlikte aynı çatı altında olmasıdır. Özgür kişiye ise, sevdikleriyle birlikte, huzurlu bir aile ortamında kuru bir ekmek parçasını yemek olarak yemesi bile ona, en güzel taamlardan daha lezzetli gelir. Ancak ne yazık ki bu kanıya esarette yediği güzel bir yemekten sonra varabilir.
Aslında gerçek özgürlük; cümle âlem seher vakti uykudayken kişinin sıcak yatağını terk edip uzun uzun secdelerde Rabbine yalvara yakara döktüğü gözyaşlarındadır. Allah Azze ve Celle’ye kulluk derecesi derinleştikçe özgürlük de o derecede ters orantıda yükselir.
Özgürlük, dava sahibinin davasına katkı sağlayabilmesidir. Bir Müslümanın özgürlüğü; davası için gece- gündüz, yaz-kış demeden yaptığı çalışma ve fedakârlıklardan kaçınmamasındadır. Dünyevi olan her işin bir tatili, bir emeklilik zamanı vardır. Ama özgürlüğün asla!
Dünya, biz insanlar için bir imtihan alanıdır. Hayatla/doğumla başlar, ölümle biter.[1] Dünya hayatı, hiçbir zaman herkes için hep güzelliklerle dolu bir yaşam sürdürme şeklinde geçmeyecektir. Hoşumuza giden, iyi, huzurlu günlerimizin yanında elbette zorluklarla boğuşacağımız günlerimiz de olacaktır. Dünya, pozitif ve negatif uçlara sahip bir yaşam yeridir. Hayatın bu cenderesinde mümin olarak kalıp Rabbine mümin olarak gitmek için bir uğraşı içinde olmak asıl özgürlüktür. Bunun için özgürlük, her şeyin değerini yerli yerinde idrak edip hakkını bilmektir.
Eğer bizler Allah Azze ve Celle’yi seversek O da bizi sevecektir. Bu şekildeki bir sevgi bizi Rabbimize bağlayan bir bağ bir rabıta olur. Rabıtası güçlü olan da mutlu olur, huzurlu olur. Mutlu olan da özgür olur. Mutsuzluk ise esarettir. Özgürlük, Allah Azze ve Celle’ye gerçek anlamda kul olmaktır, O’na isyan etmek değildir.
“Hürriyet” ve “Esaret”in ne anlama geldiğini daha ilkokula başladığım zamanlarda, küçük bir çocukken öğrendim. Daha doğrusu sistem tarafından bana öğretildi. Okuduğum ilkokulun adı; “Hürriyet İlkokulu”ydu. Okula 12 Eylül askeri cunta döneminin ilk zamanlarında başladım. O zulme bizzat bizler de çocuk bedenlerimizle şahit olduk. Keyfi uygulamalardan de nasibimizi fazlasıyla aldık. O zulüm sistemi, daha çocuk yaşlarda sisteme karşı bilinçaltımızda bir karşıt olma tohumlarını ekti.
Ağabeyim de pek çok suçsuz genç gibi 12 Eylül cuntası tarafından esir edilip zindana konulmuştu. Hürriyeti elinden alınmıştı. Bizler de görüş günlerinde ziyaretine gidiyorduk. Şanslı ziyaretçilerden isek o gün ağabeyimle görüşebilme şansını elde ediyorduk. Aksi takdirde saatlerce bekledikten sonra bir askerin;
–Bugün görüş yapılmayacaktır. Herkes dağılsın! Şeklindeki acımasız ve küçümseyici, alayvari bağırışlarıyla biz çocuk ve yaşlılar, anneler, babalar, kardeşler büyük bir hüzünle evlerimize dönerdik.
Eğer şansımız yaver gitmişse ve o gün, görüş yasağı konulmamışsa biz esir ziyaretçileri yakınlarımızla görüşme imkânını elde edebiliyorduk. Ancak görüş kabinine girip görüşeceğin yakının geldiğinde ise dilediğin şekilde onunla konuşma hakkına sahip değildin. Çünkü laik, cuntacı rejim milyonlarca insanın anadilini, dilediği yerde dilediği şekilde kullanma özgürlüğünü elinden alarak inkâr ve asimilasyonla yok sayıyordu. Evet, özgürdün, esir değildin. Bir misafirdin zindanda. Ancak zindanın kanunlarına tabi idin.
Evde, sokakta, okulda, çarşıda, pazarda anadilim olan “KÜRTÇE”yi, özgür ve hür bir şekilde hiç kimsenin yasaklamasına aldırış etmeden konuşabiliyordum. Fakat cezaevinde, görüş kabininde en doğal hakkım olan anadilimde ağabeyimle konuşamıyordum.
Bir gün annemle birlikte Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevinde olan ağabeyimi ziyarete gittiğimizde anadilimizde ağabeyimle konuştuğumuzdan dolayı sistemin en gaddar, en zalim, en acımasız yüzünü fiili olarak görüp şahit olunca anladım ki her yerde dilediğim şekilde özgürce hareket etme özgürlüğüne sahip değilim, özgürce anadilimde konuşamam. Görüş kabininde Türkçe konuşmamız gerekiyordu, fakat bizler de Türkçe bilmiyorduk. Çünkü bizler Türkçeyi, okula başladıktan sonra öğrendik. Ben ne de olsa çat pat yarım yamalak Türkçemle ağabeyimle konuşabiliyordum. Ancak annem ise sadece, “Oğlum nasılsın? İyi misin?” Diyebiliyordu ve görüşü gözyaşları içinde bitiriyordu. Anlamıştı ki, tek bir kelime anadilinde oğluyla konuşursa, hiç acımadan gözleri önünde oğlunun ağzını burnunu orada dağıtıp onu koğuşuna götüreceklerdi.
Ancak evde ise özgürce anadilimiz olan Kürtçeyi dilediğimiz şekilde konuşabiliyorduk. Özgürlük evdeydi, sokaktaydı. Cezaevinde değildi.
Ancak özgürlük, sadece anadilini rahatça her yerde dilediğin şekilde hiçbir yasaklamayla karşı karşıya kalmadan kullanmak olmadığını bunun yanında başka özgülüklerin de olduğunu bilmek gerekir.
Dünyadaki adaletsizlik ve hukuksuzluk kendisini her alanda gösterdiği gibi maalesef bu topraklarda da kendisini en zalimane bir şekilde gösteriyordu ve halen de göstermektedir. Bir yandan 20 bin, 100 bin, 200, 400 binlik nüfuslarıyla bir sürü butik devletlerde, “Özgür halklar” özgürlüklerinin tadını çıkarırken ne yazık ki 40-45 milyonluk bir nüfusa sahip KÜRTLER için bir özgür KÜRDİSTAN çok görülmektedir. Özgürlük, İslam şeriatıyla yönetilen, özgür bir MUHAMMEDİ KÜRDİSTAN’da özgürce yaşamaktır. Bu Allah Azze ve Celle’nin her insanın fıtratına yerleştirdiği en doğal istek ve arzudur.
Özgürlük insana yaşama azmini veren bir iksirdir. İnsanoğlu her ne kadar özgürlüğün değerini bilmese de ona, insan olduğunu belleten en temel gıdadır. İnsanın evrende anlamı özgürlükle sağlanır. Ancak özgürlük, nefsin her istediği rezilliği yapmak, herhangi bir boyunduruk altında olmayıp herhangi bir hak hukuk tanımayıp dilediği şekilde yaşamak değildir. Nefsinin her dediğini yapan ve tek gayesi onları elde etmek için bir uğraşı verenler, nefislerinin esiri olduklarından bunlardan “Özgür/hür” insanlar olarak bahsedilemez. Hürriyet demek, Allah Azze ve Celle’ye isyan edebilme hakkını elde etmek değildir. Allah Azze ve Celle’nin çizdiği helal dairesi içinde insana verdiği özgürlükler dışında insanın sahip olduğu özgürlükleri bulunmamaktadır.
Müslüman bir birey, bir gülden, bir kelebekten daha nazenin olan “Hürriyet”ini; İslam’ın temel düstur ve kaideleriyle süslemeleri gerekir ki böylece yaşamlarını, hürriyetinin değeriyle süsleyebilsinler. Çünkü ibadetlerin bile “Hürriyet”e has olanları vardır.[2]
Özgürlük;
Güneş gibidir esaretle ve zindana atılmakla bitmez,
Gündüz gibi aydınlıktır zindanının karanlık dehlizlerinde prangalara vurulmakla söndürülemez,
Hayat veren bir candır, verilmemesiyle öldürülemez…[3]
Prangalara vurulmakla özgürlük de zincirlenemez. Bunu en güzel dile getiren de İmam İbn-i Teymiyye (Rh. a) Şam kalelerinde bulunan zindanlardan birisinde tutukluyken şöyle demiştir: “Düşmanlarım bana ne yapabilir ki? Benim bahçelerim ve cennetim göğsümdedir. Nereye gidersem gideyim benimle birlikte gelirler. Zindana konulmam halvet, öldürülmem şehadet, yurdumdan çıkarılmam ise hicrettir. Gerçek mahkûm, Allah Azze ve Celle’nin zikrinden mahrum olandır. Hakiki esir ise nefsine köle olmuş olandır.”
Gerçek özgürlere selam olsun.
[1] “Hanginizin daha iyi amel işlediğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. Ve O; Aziz'dir, Ğafur'dur.” (Mülk Suresi:2)
[2] Mesela; Cuma Namazı gibi. Şafi Mezhebine göre Cuma Namazının şartları: Cuma namazı; mükellef (akil, baliğ), hür erkek, vatan sahibi (bir yerde yerleşik olan), özürsüz herkese farzdır. Kadınlara, hünsalara ve –mukatebe anlaşması yapmış olsa da– kölelere vacip değildir. (İ’anetu’t-Talibin)
[3] Üstad (Rh. a)’ten mülhem.