
Özgürlük-Mesut Tunce
Demek oluyor ki, bu dünyada özgürlük diye bir şey yoktur. Kaf Dağı bile, hakiki özgürlük iddiası karşısında daha gerçekçi görünür. Ama yine de özgürlük kavramının insan için, ekmek kadar, su kadar, hatta aldığı nefes kadar gerekil bir yaşamsal ihtiyaç olduğunu kabul etmeliyiz MESUT TUNCE |
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
“Özgürlük nedir” diye sordular bana.
“Ben nereden bileyim. Cezaevi idaresinin günde üç öğün verdiği karavana dışında hiçbir yemek ismi bilmiyorum ki” dedim.
Güldüler. Sanırım gülmekte haklıydılar da.
“Özgürlük bir yemek çeşidi değildir” dediler. “Evet, ekmek gibidir, su gibidir. O olmadan hayat olmaz. Ama yenilen bir şey değildir.”
“Nedir o zaman?” diye sordum merakla.
Şöyle anlattılar
“Kabaca tarifi: Maddi ve manevi tam kayıt ve bağlardan azade olmaktır. Her yönüyle hür ve bağımsız olmaktır.”
Sanırım gülme sırası bana geçti…
“Kargalar bile güler bu söylediğinize” dedim. Öyle bir şey varmış da bizim mi haberimiz yokmuş. Tüm kayıtlardan ve bağlardan azade… Yok daha neler.
“Sen gülüyorsun ama, öyle bir şey gerçekten de vardır” dediler.
Koca koca adamlar. Baktım gayet de ciddi konuşuyorlar. Şaka değil yani. Gerçekten de varmış özgürlük adında bir şey.
“Ayıptır demesi, ‘Kaf Dağı’ gibi bir şey midir şu özgürlük dediğiniz şey” diye sordum şakavari.
“Nasıl yani?” diye soruma soruyla cevap verdiler.
“Hani gerçekte olmayan, ama insanlar sürekli ağızlarına doladıkları için gerçek sanılan şeyler vardır ya. Özgürlük de öyle bir şey midir?”
“Ahan da şimdi tam üzerine bastın” dediler. “Hayalidir. Gerçekte yoktur. Ancak yine de insanoğlu için, dünyanın en değerli ve en vazgeçilmez şeyidir.”
Ve inanır mısınız? Bir de benden bu konuda yazı yazmamı istediler.
“Valla ben soyut şeylerden anlamam. Olmayan şeyler hakkında yazmayı ise hiç beceremem” dedim. “Eğer gerçekten yazmamı istiyorsanız, bana somut şeylerle gelin. Mesela; çay semaverinde biber dolması yapmanın inceliklerini sorun, size on sayfalık makale yazayım. Ya da havalandırmanın ölçülerini sorun, hemen size sinüsünden kotanjantına kadar her şeyini sıralayayım. (Ayıptır söylemesi havalandırmamız üçgendir… Yani trigonometri… Yani benim alanım.) Ama öyle özgürlük mözgürlük gibi hayali kavramlara benim kafam basmaz.”
“Madem kavramsal tanımı kafana yatmadı, o halde bu konuyu sana biraz daha somutlaştırarak anlatalım” dediler.
Dayanamadım, tekrar güldüm. “Maddi manevi tüm kayıt ve bağlardan azade olmayı nasıl somutlaştıracaksınız doğrusu çok merak ediyorum. Hadi başlayın bakalım.”
“Sen ne kadar zamandır cezaevindesin?” diye sordular.
“25 yıldır” dedim.
“Kaç yaşındasın?” dediler.
“42” diye cevapladım.
“Şimdi farz et ki tahliye oldun” diye başladılar. Ben de merakla dinliyorum. “Cezaevinden çıkıp sevdiklerinin yanına gittin. Canının istediği şeyleri, canının istediği yer ve zamanda yapabilme fırsatına kavuştun. Cezaevi arabaları yok. Kelepçe yok. Üzerine kapanan demir kapılar yok. Üçgen bir havalandırma yerine uçsuz bucaksız çayırlar, dağlar, tepeler var. Gardiyanlar yerine, dostlar, akrabalar, ahbaplar var. Bu durumda kendini nasıl hissedersin.”
“Serbest olduğumu hissederdim” diye cevapladım.
“İşte” dediler. “O serbestlik hissine bazıları özgürlük diyorlar. Şimdi kafanda somutlaştı mı?”
“Somutlaşmasına somutlaştı da, bu biraz çelişkili olmadı mı?” diye sordum ister istemez.
“Nasıl bir çelişki?” diye soruma soruyla cevap verdiler tekrar. İkidir bunu yapıyorlar. Bilge adamlar canım. Kur’an’i metotlar kullanıyorlar.
“Madem özgürlük cezaevinden çıkmakla eş anlamlıdır” diye başladım açıklamama “O halde neden ‘maddi manevi tüm kayıt ve bağlardan kurtulmak’ gibi saçma sapan bir tarif yapıyorsunuz. Cezaevinden çıkan kişi, maddi-manevi tüm bağlardan azade mi oluyor.”
Tebessüm ettiler. Böyle bir çıkarımda bulanabileceğimi tahmin ettikleri her hallerinden belli.
“İşte o yüzden özgürlük ‘Kaf Dağı’ gibi hayali bir şeydir ya. Bir mahkûm cezaevinden çıkarsa özgür olacağını düşünür. Mutsuz bir kadın kocasından boşanırsa özgür olacağını düşünür. Ergen bir genç, ailesinden kurtulursa özgür olacağını düşünür. Basit bir işçi, patron olursa özgür olacağını düşünür. Patron, muktedir bir iktidar sahibi olursa özgür olacağını düşünür. Muktedir bir iktidar sahibi, etrafındaki koruma sürüsünden kurtulursa özgür olacağını düşünür. Ama bunların hiç biri, istediklerini elde etmekle özgür olmazlar. Çünkü özgürlük, senin de dediğin gibi ‘Kaf Dağı’ gibi bir şeydir. Hayalidir. İnsanlar özgürlük peşinden koşarlarken, aslında bir kafesten diğerine dolanıp durmaktan başka hiçbir şey yapmazlar.”
Bu cümle kafamın içinde bir ışığın yanmasına sebep oldu. Hakikaten de bilge adamlar bunlar. Şimdi ne demek istediklerini daha iyi anlıyorum.
İnsan denen mahlûk o kadar çok şeyle sınırlandırılmıştır ki, bu sınırların tümünden kurtulması imkânsızdır. Ama yapısı itibariyle de, sınırlanmaya gelmeyen bir mizaca sahiptir. Bu yüzden olsa gerek “Tüm kayıt ve bağlardan azade olmak” diye, realitesi olmayan bir felsefe geliştirmiştir. Bu felsefenin ifade ettiği manayı da “Özgürlük” ismiyle kavramlaştırmıştır.
Peki, maddi-manevi tüm kayıt ve bağlardan kurtulmak mümkün müdür?
El Cevap: Hayır! Hem de kocaman bir hayır.
Aslında bu kocaman “hayır”ın tatmin edici açıklamasını bulmak için az bir beyin jimnastiği yapmak yeterli olacaktır. Hadi bir düşünce zinciri kurarak, maddi-manevi tüm bağlardan kurtulmanın mümkün olup olmadığını görelim.
Maddi bağlar:
–Aile otoritesi: İnsanoğlu ilk olarak evindeki kurallara uymak zorundadır. Belli bir saatte kalkmalı, belli bir saatte yemeli, belli bir saatte uyumalı, belli bir saatte evden çıkıp yine belli bir saatte eve dönmüş olmalıdır. Bu kuralların esnekliği evden eve değişse de, genel olarak her evde vardır bu kurallar.
–Kamusal alan adabı: Kişi sokağa çıkınca, sokağın kurallarına uymalıdır. Önünde gelen her hangi bir evin kapısını açıp içeri giremez. Evlerin pencerelerine uzunu uzun bakamaz. Sokakta çıplak olarak veya uygunsuz kıyafetlerle dolaşamaz. Sokaklar başıboş mekânlar değildir. Orada uyulması gereken onlarca kural vardır.
–Okul kuralları: Okulda giyim-kuşamdan hocalarla konuşma tarzına kadar her şey kurallarla belirlenmiştir. Bu kurallara uymamak, belli müeyyideleri beraberinde getirir.
–İş yeri kuralları: Ev ve okuldakilerinden çok daha sert olduklarından şüphe yoktur. Kişi belli bir saatte iş yerinde olmalı, yapacağı işi zamanında ve istenildiği şekilde yapmalıdır. Aksi takdirde ya patronundan azar işitir, ya da ekmek kapısının kapanmasıyla yüz yüze kalır.
–Resmi Otorite: Hayatın her alanına sıkı kuralar getiren resmi otorite, her türlü itaatsizliği ciddi şekilde cezalandırma hakkını kendinde görür. Kişi, resmi otoritenin kanunlarını hem bilmeli hem de o kanunlara aykırı davranışlardan uzak durmalıdır. Sosyal hayatın bir zorunluluğu olarak ortaya çıkan resmi otoriteler, bireysel özgürlüklerin önündeki en büyük engellerdendir. Ancak aynı zamanda toplumsal barışın idamesi için de gereklidirler.
–Fizik Kanunları: Canlı cansız her varlık, fizik kanunlarına uymak zorundadır. İnsan da bundan müstağni değildir. Kişi canı istediğinde yer çekimini iptal edemez ya da ışık ve ses hızlarıyla ilgili yeni düzenlemeler yapamaz. Fizik kanunlarının özgürlüğümüz üzerindeki kısıtlayıcı etkisi, hissettiğimizden çok daha fazladır. Kişinin biyolojik zafiyetleri ve ihtiyaçları, dış dünyanın kısıtlayıcılarıyla birleşince, insanoğlu adeta dünyaya prangalanmış bir mahkûm gibi olur.
Manevi Bağlar:
–Vicdan: Ahlaki ilkeler, insanın iç dünyasıyla alakalı olsalar da, uyulmamaları durumunda kişiyi vicdan canavarıyla baş başa bırakacaklarından, sınırlayıcı etkiye sahiptirler. Aslında vicdan sahibi bir insanın özgür olduğunu düşünmek bile abestir. Vicdan hayatın her alanına müdahale eder. Kişiyi; empati, merhamet, diğerkamlık gibi ahlaki değerlere yönlendirerek, hayvani emellerin pençesinde canavarlaşmasına engel olur.
–Sevgi: Seven insan, sevdiğine karşı sorumluluk bağlarıyla bağlanır. Her bağ gibi bu bağ da kısıtlayıcıdır. Yani seven insan özgür değildir, kısıtlanmıştır. Yapmak istediğimiz birçok şeyden, sevdiklerimiz uğruna (Ana, baba, kardeş, bacı, evlat, eş uğruna) vazgeçmemiz, özgürlüğümüzün kısıtlandığı anlamına gelmez mi?
–Şehvetler: Sevgi nasıl kısıtlayıcıysa, aşk, şehvet, ihtiras gibi duygu ve hisler de kısıtlayıcı etkilere sahiptirler. Bunlardan birine müptela olan şahıs, hürriyeti elinden alınmış küçük bir kuş gibi kapana kısılmış olur. Zira şehevi duygular, istediklerini elde edinceye dek, insanı diğer tüm işlerinden alıkoyarlar.
–Hüzün: Kişinin dünyaya küsmesine, özürlülüğü kendi rızasıyla terk etmesine, hatta şehvet ve ihtiraslardan dahi vaz geçmesine zemin hazırlar.
Maddi ve manevi kısıtlayıcılarla ilgili yukardakilere benzer daha onlarca madde sıralanabilir. Ancak özgürlüğü kısıtlayıcıların bu kadarla sınırlı olduğu düşünülecek olsa bile, hangi insan evladı bu bağların tamamından kurtulabileceğini iddia edebilir. Hangi aklı başında insan: “Ben tamamen özgürüm. Bu dünyada beni kısıtlayabilen hiçbir bağ veya kayıt yoktur” diyebilir. Bunu söyleyecek olan kişi, şüphesiz ki hezeyan içerisindedir.
Demek oluyor ki, bu dünyada özgürlük diye bir şey yoktur. Kaf Dağı bile, hakiki özgürlük iddiası karşısında daha gerçekçi görünür.
Ama yine de özgürlük kavramının insan için, ekmek kadar, su kadar, hatta aldığı nefes kadar gerekil bir yaşamsal ihtiyaç olduğunu kabul etmeliyiz.
“İşte şimdi sen de yaman bir çelişkiye düştün” dediğinizi duyar gibiyim. Öyle ya: Madem özgürlük diye bir şey yoktur, o halde nasıl oluyor da “Olmayan bir şey” su ve hava gibi yaşamsal bir gereksinim oluyor.
Ben bu durumu, insanda fıtri olarak var olan ölüm korkusuna benzetiyorum. Her insan içgüdüsel olarak ölüm korkusuyla doğar.
Hastanelerin “yenidoğan” ünitelerinden her gün onlarca kez tekrarlanan bir refleks testi vardır. Bu test henüz doğmuş olan bir iki saatlik bebeklere yapılır. Bebeğin sıhhati ile ilgili doktorlara sağlıklı bilgi vermesi açısından bu testin yapılması önemlidir.
Test şöyle yapılır: Bebek henüz birkaç saatlikken, yere yayılan bir nevresimin üzerine sırt üstü yatırılır. Altındaki nevresim aniden çekilince, bebeğin kollarını ve bacaklarını yanlara açması ve elleriyle nevresimi kavraması beklenir. Bu refleksi göstermeyen bebekte bir sorun olduğu düşünülür. Bebeğin, daha birkaç saatlikken, böylesi karmaşık bir refleksi nasıl yapabildiğiyle ilgili, bugüne kadar tatmin edici hiçbir bilimsel tez ortaya konulamamıştır.
Hiç şüphesiz bu mükemmel refleks, Allah tarafından çocuğun fıtratına işlenmiştir. Böylece bebek, en savunmasız olduğu bir zamanda, yüksek bir yerden düşme riskine karşı bir savunma mekanizmasıyla donatılmış olmaktadır. Tarih boyunca bu refleks sayesinde ölümden kurtulan bebeklerin sayısını ancak Allah bilir.
Bu mekanizma, insan yavrusunun doğumundan, yaşlı bir birey olarak öleceği güne kadar hep aktif durumdadır. İşte biz bu fıtri savunma mekanizmasına ölüm korkusu diyoruz. Ölümden hiç korkmadığını iddia eden ve bu iddiasında samimi olan insanlar dahi, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarında çok şiddetli refleks gösterirler. Zira ölüm korkusu, insan neslinin devamı için olmazsa olmaz bir gerekliliktir.
Peki, ölüm korkusu, ya da mefhumu muhalifiyle ifade edecek olursak “Sonsuz yaşam arzusu” mantıklı bir gerekçeye mi dayanmaktadır. Hiç şüphesiz ki hayır! Çünkü sonsuz yaşam da, tıpkı özgür olmak isteği gibi, ulaşılması muhal bir ütopyadır.
Ölüm, savuşturulamaz bir hakikattir. Bugüne dek, ölümü kendinden uzaklaştırabilen hiçbir insan olmamasına rağmen, insanlar yine de ondan korkmaya devam etmektedirler. Özgürlük arzusu da böyledir. Ulaşılması imkânsız bir hayal olmasına rağmen, insanlar onu elde etmek için var güçleriyle çabalarlar.
İnsanın en büyük emeli olan “Sonsuz yaşam arzusu” insanda ölüm korkusunu doğurur. “Sonsuz nimetlere kavuşma isteği” ise özgür olma arzusunu kamçılar. Ne var ki, bu ikisine de ulaşmak (bu dünyada) imkânsızdır.
Peki ama, ulaşılması imkansız olan bu iki şeye duyulan arzu enden bu kadar güçlüdür? İnsan yavrusu neden bu iki güçlü güdüyle doğar?
Ben söyleyeyim. İnsanlar bu iki kavrama âşık olarak dünyaya gelirler, çünkü bunlarla daha önce karşılaşmışlardır. Nerede mi? Öte âlemde.
Allah azze ve celle, Adem aleyhisselamın nesline ait tüm ruhları, Kalu Bela’da bir araya toplamış ve onlardan söz almıştır. Yani biz hepimiz, henüz dünya bizi kirletmeden çok önce, saf ve temiz ruhlar olarak bir araya getirilmiştik. Biz orada sonsuz yaşamı ve gayb âlemini gördük. Ve gördüklerimize âşık olduk. O aşkla dünyaya geldik.
Bu yüzden sonsuzluğu ve özgürlüğü bu kadar büyük bir aşkla istiyoruz. Zira sonsuz nimetlerin ve hakiki özgürlüğün ne denli harika şeyler olduğunu bizzat temaşa etme fırsatı bulduk. Aslında insanoğlunun istediği şey, bu saf, temiz ve sınırsız özgürlüktür. Dünyadaki içi boş, deni ve sahte özgürlük değildir.
Ne var ki, dünya hem bedenlerimizi hem de ruhlarımızı kirletti. Basit bedeni şehvetler, kalp gözümüzü öyle köreltti ki, Kalu bela’da şahit olduğumuz harikuladeliklerin kendilerini değil, dünyadaki çakma versiyonlarını görür olduk. Dünyadaki özgürlüğün, gerçek özgürlük olamayacak kadar basit olduğunu anlamayacak kadar basiretsizleştik.
Bu yüzdendir ki, bir mahkûm, özgürlüğün serbest olmakla eşdeğer olduğunu sanır. Serbest olmak güzeldir, ama özgür olmak anlamına gelmez. Serbest olan insanlar da kendilerini özgür hissetmezler. Mesela fakir bir insan, ancak zengin olduğunda özgür olabileceğini düşünür. Oysa zenginler arasındaki intihar oranları fakirlerinkine göre çok da yüksektir. Memurlar psikolojik yönden, amirlerinden daha sağlıklıdırlar. Halbuki her memur, amir olduğunda daha özgür hissedeceğini düşünür.
İktidar sahiplerinin daha özgür olduğunu düşünenler, muktedir bir sultanın şu sözünü hiç duymamışlardır demektir. “Keşke surlarla çevrili bu sarayda yaşamak yerine, şu hamallar kadar özgür olabilseydim. Onlar istedikleri yere gider, canlarının çektiğini korkmadan yerler. Benimse her lokmam, acaba zehirli midir diye boğazıma takılır.”
Zenginler de, fakirler de, iktidar sahipleri de, sıradan insanlar da özgür değillerdir. Zira bu dünyada gerçek özgürlük diye bir şey yoktur.
İnsanlar özgürlük peşinde koşarlarken, sadece kafeslerini değiştirirler. Yoksulluk kafesinden çıkıp, zenginlik kafesine girerler. Zayıflık kafesinden çıkıp, güç ve iktidar kafesine girerler. Zindan kafesinden çıkıp, dünya kafesine girerler. Çünkü dünyanın kendisi de koca bir kafesten başka bir şey değildir.
Bunu bilen basiret sahipleri, özgürlüğü dünyada aramazlar. Zira hasretini çektikleri şeyi, daha önce başka bir âlemde müşahede ettiklerinin farkındadırlar. Ona ulaşabilmek için dünyada köle olmaları gerektiğinin bilincindedirler.
Bu dünyadaki en özgür insan, özgürlüğün dünyada olmadığını bilen insandır. Vesselam