41.39
  
48.32
  
109449.00
  
96.57

Özgürlük-Yasin Demir

Özgürlük-Yasin Demir

 

Özgürlük bir yönü ile tutsaklıktaki özlemlerin adıdır. Bunu kendimden hissediyorum. Kendime sorduğumda içimden gelen ve zihnimde şekillenen cevap budur. Özlemlerdir. Özlenenlere kavuşma arzusudur. Buna mukabil esaret ise bendeki hasret ya da hasretlerdir.

 

Yasin Demir

 Özgürlüğü mü sordunuz?

 

Özgürlük çok boyutlu, karmaşık, göreceli ve durumsal bir kavram olmasına karşın, en kolay tanımlanabileceği, hissedilebileceği yer sanki zindandır.

Özgürlük her boyutu ile kıymetlidir… Fakat zindanda, bir mahpusun dilinde, bir mahkûmun yüreğinde, bir tutsağın özlemlerinde ve bir esirin ümitlerinde daha paha biçilmezdir.

Eşya zıddı ile bilinir kuralınca; özgürlük, zindanın zıddıdır. Zindanın dışındaki her özlenendir. Diğer bir deyişle; zindanın seni çekip aldıktan sonra, senden geriye kalan her şeydir. Ana-baba, eş-kardeş, yurt-yuva ve en sızılısı sana en muhtaç anlarında gözyaşları ile kalan yavrucaklar… Yeri gelmişken zindanın da dört duvar olmadığını kayda düşmek gerekir.

Zindan; ilk andan son ana kadar bir süreç organizasyonudur. Canlıdır… Dinamiktir… Maddi unsuruyla, insan unsuruyla, zihniyet unsuruyla birleşip bir olgu teşkil eder.

Kısaca şunu da belirtmekte fayda var. İnsan bazen tutkularına esir düşebilir. O durumda zindanı tutkularıdır. Bazen bir hastalık, bazen ağır bir borç, bazen de kahredici bir bağımlılık… Bunlardan; alıkoyan her bir şey o halin zindanıdır.

İşin bu boyutundan yine esir’in gündemindeki özlemindeki özgürlüğe dönelim.

Tutsak, zindanda tek olabilir. Fakat pek bilinmeyen bir şey var ki, onunla bağlılar, dışarda olsalar bile, o bağ oranında esirdirler. Onların özgürlükleri de engellidir. Şöyle ki:

Zindan edebiyatının, belki de sanatının klişe argümanlarındandır. (Çünkü bir resim karesinde bahsedeceğim)

Mahkûmlar genelde eşlerine yazdıkları mektuplarda; ya bu tabloyu resmederler, ya da bahsederler.

“… İki kefeli terazinin bir kefesi kafes şeklindedir. İçinde bir kuş vardır, kafes kilitlidir ve denizin üzerindedir. Terazinin öteki kafesinde ise bir kuş (diğerinin eşi) usulca tünemiştir. Terazinin o kefesi açık olduğu halde diğer kuş uçmaz, uçamaz… Çünkü uçarsa kafes kefesinde kilitli kuş denize batıp boğulacaktır. Dolayısıyla serbest görünmesine rağmen o da tutsa(klı)ğa mahkûmdur. Özgür değil, özgürlük özlemindedir. Bu durum sadece eşe değil dışardaki her sevene şamildir.

Bir yerde özgürlükten söz ediliyorsa, bilin ki asıl mesele esarettir. Özgür iken zaten özgürlük aranmaz, belki de hatırlanmaz bile…

Özgürlük bir yönü ile tutsaklıktaki özlemlerin adıdır. Bunu kendimden hissediyorum. Kendime sorduğumda içimden gelen ve zihnimde şekillenen cevap budur. Özlemlerdir. Özlenenlere kavuşma arzusudur. Buna mukabil esaret ise bendeki hasret ya da hasretlerdir.

Bu çalışmanın tasarımcısı bana “iç âlemimdeki özgürlük anlayışımı” sorunca ben de bu soruyu ilk kez ciddi bir şekilde kendime sordum. Bu söylediklerim içimdeki seslerin dışa vurumudur. Belki derli toplu olmayacak. Belki dağınık olacak.. İfadelerde kopukluklar olabilir. Fakat hakikat bu… Zaten insanın iç dünyası dört mevsim gibi değil mi?

Şöyle bir tahlil de kafamda belirdi, konuya dair.

Bir içinde olduğum(uz) mevcut bir hal vardır. Adı esaret… Dünyası zindan… Bir de olması gereken ya da içim(iz) de geçen bir hayat vardır. Adı özgürlük… Dünyası serbestlik… Kavuşmak istediğimiz, hasretini çektiğimiz, özlemini duyduğumuz her şey; işte o olması gereken ya da bizim olmayı arzuladığımız dünyadadır. Bir kopuş ve koptuklarına kavuşma arzusu, çabası, hayali…

Burada “özgürlüğü” zindan boyutundan başka boyutlara taşıyan önemli başkaca hususlar da ortaya çıkıyor…

“Alıkonulma” ve “Kavuşma arzusu/çabası” bir şeyi yapmaktan alıkonulma…  Bir şeyi yapmama… Yapma iradesinden yoksun olma… Bunu sadece zindan yapmıyor. O yüzden özgürlük ve hürriyeti sadece zindan temelli görmüyorum. Mesela ağır bir hastalı hem zindan içindeki nispi serbestiyi sınırlıyor, hem de zindan dışındaki hayatı zindan gibi hürriyetten alıkoyuyor. Bu konuda aslında çok doluyum. Belki şu misaller nispeten meramımı anlatmama yardımcı olur. Rahmetli Ahmet Şahin, Seyyid Ali Demiryol, Hüseyin Akbalık gibi birçok ağabeyler cezaevinde ölümün eşiğine geldikten sonra bırakıldılar. Dışarı çıktıktan kısa bir süre sonra vefat ettiler. Dışarda serbest oldukları halde özgür olamadılar.

Üstat Bediüzzaman, Yunus aleyhisselamı anlatırken; “balığın karnında”, “denizin içinde” ve “gecenin karanlığında” şeklinde adeta iç içe geçmiş üç zindandan bahseder.

Bir de bu türden durumlar var. Zindan içinde, zindan bazen de onun içinde zindanlar oluyor. Aslında özgürlüğün iç içe geçmiş boyutlarından bahsetmek istiyorum.

Yeri gelmişken benimle de ilgili fakat genel boyutu da olan bir konuyu burada paylaşmadan geçemeyeceğim. Gerçi şu an itibari ile 26-27. yıllarında olan ağabeylerimizin zindan geçmişleri yanında kendi zindan hayatımızı mesellendirmek pek uygun düşmese de konu ile irtibatı açısından belki kayda düşmek, daha doğrusu paylaşmak münasip düşer kanaatindeyim. Daha önce bir yere de yazmıştım. Onu özetle buraya almak istiyorum.

 

HAYAT-SIHHAT-HÜRRİYET/ÖLÜM-HASTALIK-ZİNDAN

 

“Kabristanları, hastaneleri ve hapishaneleri ziyaret ediniz ki; hayatın, sıhhatin ve hürriyetin kıymetini bilesiniz” denilir. Bunun hadisi şerif olduğunu tam teyit edemediysem de hikmetli bir söz gibi alınarak faydalanılmasında bir sakınca yoktur.

Durumum itibari ile Kabristanın (ölümün), hastanenin ve hapishanenin iç içe geçtiği iki mekândan geçtim. İzlerini hala en canlı şekilde taşıyorum.

Biri “Metris R Tipi (Rehabilitasyon) Cezaevi… Diğeri ise Ankara Numune Hastanesinin Mahkûm Koğuşu… Bu arada şunu belirteyim. An itibari ile cezaevinde 18. yılımdır.  Delta Hepatit (Hepatit D ve B) şeklinde bir hastalığa mustarip olduğumdan yaklaşık 15 yıldır tek kalıyorum. Bu yüzden hapishane ve hastane arası sürekli mekik dokuyorum. Bu durumun tesiri ile olacak ki bendeki özgürlük anlayışı normal mahkûmlardan biraz farklı olabilir. Durumlar ve ihtiyaçlar insanların fikirlerinin ve bakış açılarının şekillenmesinde belirleyicidir. Hâsılı kelam konuya gireyim…

Cezaevi üzerine söylenen bir türküde; “Şu Metris’in önü geniş bir alan…” şeklinde bir dize geçer. Belki bu dizenin koca bir yalan olduğu söylense yeridir. Çünkü Metris Cezaevinin hemen önünde küçük köy mezarlığı var ve eski bir mezarlığa benziyor. Muhtemelen ya mezarlık olduğu fark edilmemiş ya da ölüm gerçekliği göz ardı edilmiş. Aslında fark edilmeyecek gibi değil. Çünkü Cezaevi kapısı ile mezarlık kapısı tam karşı karşıya. Arada sadece asfalt yol geçiyor. Cezaevi araçları (ringler) cezaevi kapısına girmek için dönüş yaparlarken, arka kısımları neredeyse mezarlık kapısına çarpacak gibi… Yani Hapishane ve mezarlık yan yana… Cezaevine gelen her mahkûm, ziyaretçi ve personel mutlaka kabristanı ve mezar taşlarına künyeleri işlenmiş ehli kuburun varlığını hissediyor.

Öte tarafta Metris Cezaevlerinin içinde “ağır hasta mahkûmlar için “R Tipi” diye anılan bir Rehabilitasyon cezaevi yapılmış. Kısaca bir tasviri mahiyetini izaha yardım eder. R Tipine girişte 10 (on)’dan fazla ambulans park halindedir. Bunlar bu cezaevine aittir. Mahkûm kabulde (cezaevinin ilk girişi) bir tarafta onlarca sedye diğer tarafta da onlarca tekerlekli sandalye vardır. İnfaz koruma memurlarından farklı olarak yeşil hasta bakıcı kıyafetleri içinde farklı bir personel grubu mahkûm bekler vaziyette girişte belli ekipler şeklinde beklerler. Genelde ambulans-ring ya da ambulansla gelen mahkûm sedyelikse hemen sedye ile tekerlekli sandalyelikse onunla ya da ayakta hafif yürüyebiliyorsa koluna girilerek onu içeri alırlar. Bir de şizofren ya da ağır psikiyatrik hasta mahkûmlar varsa onlar da usulünce karşılanarak ilgili bölümlerdeki koğuşlara alınırlar. Koğuşlar hastane odaları donanımında tanzim edilmişlerdir. Buradaki hasta mahkûmları görenin ilk düşündüğü şey; ”hangi adalet, hangi kanun, hangi hâkim böyle birisine ceza verir ki?” Fakat işin aslı başkadır. Bu mahkûmların geneli cezaevi sürecinde bu duruma düşmüşlerdir. Cezaevinde bakılamayınca buraya getirilmişlerdir. Buraya getirilenlerin büyük bir kısmı tahliye olur. Ya vefat ederler, “Battaniyeli tahliye” diye anılan battaniye içinde cenazeleri çıkar, ya da Adli Tıp kararı ile cezaları ertelenir. Kanser tarzı hastalar çıksalar bile kısa süre sonra vefat ederler. Felçli ya da sakat olanların da ekserisi çatışma veya mayın vs. olaylarda yürüyemeyecek halde olanlardır. Bunlar da ya tekerlekli sandalye ya da koltuk değneklerine mahkûmdurlar. Çok az bir kesim sonradan tekrar gelmek üzere cezaevlerine gönderilir. Mahkûmların çoğu yatağa bağımlıdır. Acil durumlar için her yatağın başucunda bir çağrı butonu vardır. Akbil gibi olan bu butonlar mahkûmun adeta eli-ayağı gibidir. İhtiyaç anında basar. Hasta bakıcı gelir. Ya tuvalet ihtiyacını görür ya bir su ister. Kimisi bir yanı üzerine yorulmuştur, diğer yana çevrilmek ister. Bunlar abartı değil. Daha acıklı vakalar da vardır. Bu sistem bu yönüyle çok iyi bir hizmettir aslında. Bir de bazı cezaevlerinde bu durumda olup bu imkânlara erişemeyen ulaşamayan mahkûmlar da vardır.

Sonuç olarak şuraya gelmek istiyorum. Küçük Köy Mezarlığı, Metris T Tipi Hapishanesi ve içindeki hasta mahkumların koğuşları; yukarıda geçen “kabristan, hapishane ve hastane” üçlü kompleks ziyaretinin hikmet ve basiret sahiplerine bir arada sunulduğu muazzam bir yerdir. Bu üç unsurun zıddı olan “hayat”, “hürriyet” ve “sıhhat” adeta gerçek bir özgürlüğün üç rüknü, üç sacayağı gibidir.

Özgürlüğün farklı boyutlarına işaret ederken aslında kastım bu hususlardır. Zaten gelen ziyaretçilerime de bu tablodan ibret almalarını, sahip oldukları nimetlerin kıymetini bilmelerini hatırlatırdım.

Ankara Numune Hastanesinin mahkûm koğuşunun da daha ilginç bir tarafı vardı. Oradaki mahkûm koğuşu da “Yüksek Güvenlikli Cezaevi” standardında yapılmıştı. Yani hastane ve hapishane iç içeydi. Kabristan ayağı yerine direk ölü ve ölümün o soğuk yüzü ile karşı karşıya kalınırdı. Şöyle ki;

Doktorlar üstlerinin aranmasından pek hoşlanmadıkları için nadiren hasta koğuşuna gelirlerdi.  (Kemerlerini çıkarmak, cep telefonlarını vs. eşyalarını bırakmak zorunda kalmamak için). Bu yüzden hasta mahkûm servislere götürülürdü. Götürülürken de kestirme olduğu için hastane morgunun olduğu kısımdan götürülürdü. Çoğu kez cenazelerini almaya gelen gruplarla karşılaşırdık. Tabi onlar ağıtlar yakarak ağlarlardı. Askerler içinde kelepçeli ve hasta biri onların dikkatinden kaçmazdı. Zaten ölümle yüzleşmiş rikkatli bir kalp normal zamanlarından farklıdır. Karşılıklı birbirimizin acısını kısa bir süreliğine de olsa iliklerimize kadar hissederdik.

Tabi ölümün, hastalığın ve esaretin iç içe geçtiği bu haller, bütün kalpleri etkilese de, asıl dersi çıkarmak için hikmetli basiretli bir kavrayışa ihtiyaç vardır.

Bu durumlardan dolayı olsa gerek; Bendeki özgürlük duygusu, algısı ve olgusu sadece zindan temelli ve odaklı değildir.

Özgürlüğü, “İlahi boyutundan” ziyade “insani boyutu” ile düşündüğümde; - yanlış anlaşılmasın - belirli ihtiyaçların/maişetin rahatça temin edildiği bir “hayat”, kendi ihtiyaçlarını kimseye muhtaç olmadan karşılayabileceği bir “sıhhat” ve belli bir şuur dairesinde, diğerlerinin de sınırlarını zorlamayan bir “hürriyet” unsurlarının terkibi ile yaşanabileceği kanaatindeyim.

Arzulanan bir özgürlüğün varlığı için bunlardan her biri gereklidir. Fakat tek başlarına yeterli olabilirler mi?... Tereddütlüyüm.

Şunu da teslim ve tespit etmek gerekir ki “hayat”, ”sıhhat” ve “hürriyet” gerçekten şükrü ihmale gelmeyen büyük nimetlerdendirler.  İslamî referanslar bunlara yeterince vurgu yapıyor. Detayı oraya havale ederek şu hususu da belirtmeden geçemeyeceğim.

Nasıl ki “Aşk-ı Îlahî” önünde bütün aşklar “Aşk-ı Mecazî” olarak kalıyorsa; fakat insanlığın ekserisi de Aşk-ı mecazîde kaybolup Aşk-ı Îlahî’yi de bulamıyorsa; gerçek özgürlük ve mecazî özgürlük meselesinde de böyle bir bağlantı ve durum vardır.

Hayat, sıhhat ve hürriyet gerçek mecrasında işletildiğinde, hem insanî, hem de Îlahî manada özgürlüğün mukaddimesi tarlası olur. Aksi takdirde ebedi ve gerçek manada bir esaretle yüz yüze kalınır – Allah muhafaza…-

Özgürlüğü bîla teşbih hayvanî bir serbestlik veya şizofrenik bir sınır tanımazlık olarak telakki etmek de ayrı yanlışlara sürükler. Hem dünyada hem ukbada gerçek özgürlük duası ve ümidi ile…

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar