
Zindan Hatıraları-Diyarbakır
DİYARBAKIR E TİPİ KAPALI CEZAEVİ
Polisler, beni ve yanımdaki arkadaşım Murat’ı cezaevi güvenliğinden sorumlu olan askerlere teslim ettikleri vakit öğle ezanı okunmak üzereydi. Bizi teslim alan asker, kayıt işlemlerimizi yapmaya başladı. Kayıt işlemlerimiz, cezaevinin giriş bölümünde askerlere ait olan bir de yapıldı. Bizim için hazırladıkları dosyaya, kimlik bilgilerimizi kaydettiler. Dosyamıza kilo ve boy ölçülerimiz tahmini olarak yazıldı. Vücudumuzda herhangi bir yara izi olup olmadığını görmek için soyunmamızı istediler. Her ne kadar askere “Vücudumda herhangi bir yara veya buna benzer bir iz yok” dediysem de asker soyunmamız konusunda ısrarcı davranıyordu. Askerle aramızda sözlü bir münakaşa başlamak üzereydi ki dosya ortağım Murat araya girerek askerin dediğini yaptı. Benim de yapmamı söyleyerek askerlerle söz dalaşına girmemem konusunda beni uyardı. Askerin laf anlayacağı yoktu. Bu yüzden ben de askerin isteğine uyup soyundum. O anda başka seçme şansım yoktu. Asker; “İç çamaşırınız dışında neyiniz varsa çıkarın” dedi. Asker, bu isteğini hiç de kibar olmayan bir tarzda yerine getirmemizi bizden istiyordu. Bizi aşağılar gibiydi. Sanki asker bizi kışkırtarak kendisine itiraz etmemizi, böylece olumsuz bir durumun ortaya çıkması için elinden geleni yapıyordu. Anlamadığımız bir şeyi sormamıza bile sert bir şekilde cevap verip kızgınlığını belli ediyordu. Ardından evli olup olmadığımız ve çocuğumuzun olup olmadığı gibi bilgilerle birlikte ev adresimiz yazıldı dosyaya.
Kayıt işlemleri bittikten sonra daha önceden hazırlanmış olan, hangi parmağın nereye basılacağını gösteren bir forma parmak izlerimizin alınmasına geçtik. Önce her bir elin tek tek parmakları, sonra her bir elin tüm parmakları bir arada olmak üzere izleri alınırdı.
Askerle işimiz bittikten sonra gardiyanların olduğu bölüme haber verildi. Askerin bizimle işinin bittiğini anlayan gardiyanlar, bizi kendi bölümlerine aldılar. Aynı yerde sadece bir kapının ardında bizi tekrar arayıp kayıt işlemleri yapmak için kimlik bilgilerimizin yanı sıra hangi suçtan ötürü yakalandığımız ve konumumuz hakkında dosya hazırladılar. Tekrar üst aramalarımız yapıldıktan sonra bizi müşahedeye götürmesi için bir gardiyan çağırdılar.
Henüz cezaeviyle ilgili hiçbir fikrimiz yoktu. Nasıl davranacağımızı bile bilmiyorduk. Yakalandıktan sonra nerede kalmak istediğimizin sorulacağını bekliyorduk. Ama böyle bir soru gelmeyince kayıt işlemlerimizi yapan gardiyana “Bizi Hizbullah mahkûmlarının yanına koyun” dedik. Gardiyan ilkin söylediğimiz şeyi anlamamış gibi yaptı. “Biz Hizbullah mensubu arkadaşlarımızın dışında kimsenin yanında kalmayız” diye tekrar edince kayıt işlemlerimizi yapan gardiyan;
–Eğer sizler Hizbullah koğuşuna giderseniz mahkeme sizin suçlu olduğunuza kanaat getirip size ceza verir. Ceza almak istemiyorsanız Hizbullah koğuşuna gitmekten vazgeçip tarafsız koğuşa gidin. Böyle yaparsanız ceza almayabilirsiniz. Tarafsız dediğime bakmayın onlar da Hizbullah mensubudurlar. Diğerlerinden hiçbir farkları yok, dedi.
Gardiyan kafamızı karıştırmıştı. Gözaltında Hizbullah olduğumuzu kabul etmediğimiz halde şimdi cezaevinde Hizbullah olduğumuzu kendimiz itiraf ediyorduk. Ve Hizbullah mensuplarıyla birlikte kalmak için ısrarcı oluyorduk.
Gardiyanın tarafsız dediği kişilerin kaldığı odanın, bir zamanlar Hizbullah ile bağı olup da sonradan ayrılanların ya da gardiyanların oyunlarına aldanıp kendilerini mahkemeye karşı gizleme gereği duyanların kaldıkları bir oda olduğunu daha sonra öğrenecektik.
Nasıl olduysa, iç sesimize kulak verip Hizbullah mensuplarının kaldığı koğuşa gitmek için ısrarcı olduk. Başgardiyanın çağırdığı gardiyan, nereye götürüleceğimizi sorduktan sonra kendisini takip etmemizi istedi. Gardiyanın peşinden cezaevinin içinde biraz yürüdükten sonra, bir merdivenden ikinci kata çıktık. Burası müşahede odalarının bulunduğu kısımdı. Yan yana dizili on– on beş kadar hücreden oluşuyordu. Beni ve Murat’ı, aramızda birkaç hücre boşluk bırakarak boş olan hücreye girmemizi istedi. Gardiyana itiraz ederek;
–Bizi neden buraya getirdin? Bizleri arkadaşlarımızın bulunduğu yere götürmen gerekmiyor mu? diye sordum. Gardiyan;
–Arkadaşlarınızın yanına gitmeden önce birkaç gün burada kalacaksınız. Buradaki durumunuza göre cezaevi idaresi sizi odalara gönderecek, dedi.
Hiçbir şey bilmediğimizden mi yoksa gerçekten de prosedür böyle mi işliyordu, bunu bilmiyorduk. Gardiyana daha fazla soru sormadan müşahede odasına girdik. İçerisi öylesine pis olmasına rağmen gözaltından çıkmış olmamızın verdiği o anki duyguyla bize yine de hoş görünüyordu. Yaklaşık altı metre kareye yakın olan hücrelerin içinde cezaevinin ilk açıldığı yıllardan kalma tek kişilik bir ranza ve üzerinde yataktan çok her şeye benzeyen bir şey vardı. Ranzanın bitişinde yaklaşık yirmi santim beton yüksekliğinde tuvalet ve lavabo vardı. Tuvalet ve lavabo kısmında tuvaletin hizasında bir metreye yakın bir duvar örülmüştü. Duvarlar pislik içindeydi. Tuvalet pisliği her tarafa bulaşmıştı. Bunu nasıl yaptıklarına şaşırıp bir anlam veremedim. Tuvalet ise pislik içindeydi. Tuvalet taşı o kadar pislik içindeydi ki beyaz tuvalet taşı sararmıştı. Etrafta sigara izmaritleri dolaşıyordu. Hücrenin kapısı aralıkları on santimi geçmeyen kalın şişlerden yapılmıştı. Sadece kapının alt kısmında biraz daha geniş bir bölüm vardı. Bu bölümden mahkûmların yemekleri veriliyordu.
Hücreye girdiğimiz sırada vakit ikindiye geliyordu. Henüz öğle namazını kılmamıştım. Abdest almak için lavabodaki çeşmeyi açıp abdest almak istedim, ama sular akmıyordu. Mecburen teyyemmüm yapıp yatağın üzerindeki battaniyeyi yere sererek üzerinde namaz kıldım. Secde esnasında burnuma gelen koku beni bayıltacak kadar keskindi. Namazın ardından kendimi yatağın üzerine bırakıp dinlenmeye çalıştım.
Yatak her ne kadar pis ve tiksindirici olsa da yorgunluktan ayakta kalacak halim kalmadığından o an için o yatak en güzel şeydi. Uyku ve uyanıklık arasında gidip geldikten sonra uyandığımda vakit ikindiye yeni girmişti. İkindi namazının ardından su ihtiyacı için demir kapıyı çalıp gardiyanın gelmesini istedim. Gardiyan geldiğinde kendisine suların akmadığını söyleyip abdest için su getirmesini istedim. Bu isteğime dalga geçercesine;
–Aktığı vakit su alırsın, dedi.
–Çeşmeden ne zaman su akar?
–Birazdan akar.
Gardiyanın birazdan dediği iki saat sonraymış. Neyse ki ben yine teyemmümle namazımı kıldım. Su aktığı zaman komşu hücrelerde kalan mahkûmlardan fazla boş pet istedim. Demir parmaklıklar arasında bana birkaç tane pet şişesi ulaştırdılar. Oda içinde biraz temizlik yapmaya çalıştım. Ama hücre odaları temizlenecek gibi değildi. Yıkılıp baştan yapılması gerektiği kadar pisliğe batmıştı.
Müşahede odasında üç gün kaldıktan sonra bir gün sabah sayımından sonra odaya geçmek için hazırlanmamızı söylediklerinde heyecanlanmıştım. Hazırlanacak bir eşyamız yoktu. O yüzden hazır sayılırdık. Yaklaşık yarım saat sonra gardiyan geldi. Beni ve Murat Kaya’yı alıp kendisini takip etmemizi istediğinde gardiyanın peşine takıldık. Odaların bulunduğu kısma geldiğimizde, D/22’nin kapısında durduk. Gardiyan kilitli olan kapıyı açtığında, onu bizim yaşlarda birisi karşıladı. Gardiyanla samimi bir selamlaşmadan sonra gardiyan;
–Size misafir getirdim, deyip bize içeri girmemizi işaret etti.
Gardiyanın misafir kelimesinden olsa gerek yukarda bulunan oda sakinleri birer birer aşağı inip bizi karşıladılar. Oda sakinlerinden bazıları ile eski dostluğumuz olduğundan daha sıcak bir karşılamayla karşılandık. Bu karşılama bizde de güzel duyguların oluşmasına sebep oldu. O an için kendimizi mahkûmdan daha çok arkadaşlarını ziyarete gitmiş gibi hissettik. Cezaevinde olduğumuzu bir an için unutmuştuk. Arkadaşlarımızı görmenin sevincini yaşıyorduk. Bu sevinç, yaşadığımız tüm olumsuzlukları geride bırakmamıza yetmişti.
Kapıda bizi karşılayan oda sakinleriyle musafaha yaptıktan sonra üst katta bulunan odaya çıktık. Oda içinde duvar kenarlarına dizilmiş sekiz adet çift katlı ranza bulunuyordu. Ranzalardan bazısı boştu. Duvarlardaki boya solmuş ve yer yer dökülmeye başlamıştı. Tavandaki beyaz kireç sigara dumanının etkisiyle sararmıştı. Duvarlarda daha önce bu odada kalanların yazdıkları yazılar duruyordu. Kimisi kendi imzasını ve hangi tarihlerde burada kaldığını gösteren yazısıyla kendisinden bir hatıra bıraktığını düşünürken, kimisi de kendi derdini şiirsel bir dörtlükle duvara kazımıştı. Yerlerde serili olan battaniyeler odaya bir ev havası vermişti adeta. Ranzaların bazılarında rengârenk perdeler asılıydı. Kimisinin yatağı dağınık kimisinin ise derli toplu bir haldeydi. Aslında bu belki de odadakilerin ruh halini yansıtan ilk belirtilerdi. Buna alışmak için epey bir zamanım olacaktı. Odada havalandırmaya bakan iki tane şişlerle çevrili pencere vardı.
Arkadaşların bize gösterdikleri yerlere geçip oturduk. Tekrardan bir tanışmanın ardından muhabbet konusu bizim ne zaman ve nerede yakalandığımıza gelmişti. Yakalanış serüvenimizi kısaca anlattıktan sonra arkadaşların yorumlarını dinlemeye başladık. Kimisi bizim gibi tecrübeli birilerinin nasıl olur da böyle bir şekilde yakalandığını hayretle ifade ederken kimisi de bize “Şöyle yapsaydınız ya” diye fikir veriyordu. Oysa kader tecelli edince tedbirin hiçbir hükmü kalmadığını onlar da en az bizim kadar iyi biliyordu. Bize akıl verenler bile, kendi yakalanış hikâyelerindeki ilahi takdiratı gördükleri halde yine de bize nasihat edip duruyorlardı.
Neyse ki sıcak çaylar geldi de sohbetimizin konusu değişiverdi. İnsan sıcak bir çayı bu kadar mı özlerdi? Çayın kokusu bile bir başka gelmişti o an. Sanki yıllardır hiç çay içmemiş gibi bir özlemle çayımızı yudumlarken sohbetimizin konusu çay olmuştu. Konu çay olunca her birimizin yaşadığı gözaltı süreci ve orada yaşadıklarımız ve çaya olan özlemimizi anlatmaya başlamıştık. Neredeyse her birimizin yaşadığı gözaltı süreci aynı olmasına rağmen yine de bunu paylaşmak için söz alanlar yaşadıkları gözaltı sürecinde en çok özledikleri şeyin çay ve sigara olduğunu söylemeleri bizi şaşırtmıyordu. Belki bizler de aynı süreci yaşamamış olsaydık, o zaman buna şaşırabilirdik. İnsanoğlunun farklı bir yapısını ortaya çıkaran gözaltı süreci aynı zamanda insandaki bastırılmış duyguları ve kişiliğini de ortaya çıkarıyordu. Gözaltı sürecinin kitaplardan okunduğu gibi olmadığını yaşayarak tecrübe ettik. Gözaltının nasıl bir süreç olduğuna şahit olduktan sonra bu süreçten geçenleri şimdi daha iyi anlıyorduk.
Gördüğü işkencelerden konuşmayıp bir sigara veya bir çay için konuşanların olduğunu duyduğumuzda bunun hep mübalağa olduğunu düşünürdüm. Oysa bu bir gerçekmiş. Bunu yaşadığımız gözaltı sürecinde öğrendik. Arkadaşlarımızın da bu konuda zorlandığını söylemeleri bu yüzden bize hiç şaşırtıcı gelmedi. Kimisi bu zaafiyetinden dolayı gözaltından çıktıktan sonra sigarayı bırakmıştı. Gözaltı hikâyeleri tıpkı askerlik hikâyeleri gibi uzadıkça uzuyordu. Herkes kendi yaşadıklarından bir bölüm anlatarak sohbete iştirak ediyordu. Aslında her birimiz benzer hikâyeleri anlatıyorduk. Hikâyesini anlatanlar bizden de kendilerini tasdik etmemiz için bize yönelip “Öyle değil mi? diye onaylamamızı bekliyorlardı.
Vakit öğle olmak üzereydi. Abdest almak için bir hareketlilik başladı. Daha öğle namazına kırk beş dakika vardı. Oda içinde bulunan ahşap dökük bir kapı banyo ve tuvaletin bulunduğu kısma açılıyordu. Abdest sırası bize geldiğinde vakit öğle olmuştu. Abdest için içeri girdiğimde odadan daha dökük olan bir ara boşluk ve sol tarafında yıkılmak üzere olan çürümüş bir ahşap kapının ardında tuvalet bulunuyordu. Eski zamanlarda kullanılan mozaikten yapılmış tuvalet taşı yer yer çatlamış, kırık bir haldeydi. Tuvalet duvarının sıvası dökülmüştü. Tuvalet kapısının arkasında ise her türlü yazı yazılmıştı. Adeta bir pislik yuvasını andırıyordu. Yine de kaldığımız hücreden daha iyiydi. Abdestin ardından okunan öğle ezanının verdiği bir ferahlanma duygusuyla namazlarımızın sünnetini kıldıktan sonra farz namazlarımızı cemaat olarak kılmamız ayrı bir güzellikti. Namaz için saf tuttuğumuzda odadaki toplam sayımızın on dört olduğunu anladım. Namazın ardından Rıdvan ismindeki kardeş koğuş kapısına ses çıkaracak bir şeyle vurup gardiyanın gelmesini bekledi. Kısa bir süre sonra mazgal kapısında beliren gardiyandan, bizim için iki kişilik yatak, yastık ve battaniye istedi. Gardiyan kendisinden istenileni anlamış olacak ki “Tamam” deyip gitti.
Rıdvan 22 yaşında olmasına rağmen daha genç gösteriyordu. Uzun boylu ve hafif sakalıyla, insanlara güven veren bir siması vardı. Yirmi yedi gündü burada bulunuyordu. O da bizim gibi idamdan yargılanıyordu. Gördüğü işkencelerden söz etmeyi hiç sevmemesine rağmen, ne kadar çetin işkenceler gördüğünü ilk geldiği günler anlattıktan sonra bir daha bu konu hakkında konuşmamıştı. Diyaloğu iyi olduğu için oda kapısının mazgalına bakma görevi kendisine verilmişti. Gardiyanların herkesle muhatap olmasındansa bir kişiyle muhatap olması açısından böyle bir görev oluşturulmuştu. Aynı zamanda oda arkadaşlarının gardiyanlarla ilişkisi de yine Rıdvan aracılığıyla yapılıyordu.
Oda kapısı açıldığında gardiyan “Yemek” diye bağırdı. Gardiyanın sesiyle iki kişi kapkacaklarını alıp aşağıya indiler. Onlar yemek almaya gidince, geri kalanlar da sofrayı sermek için hazırlık yapmaya başladılar. Kendi aralarında bugün hangi yemek gelecek diye tahminde bulunuyorlardı. Bizler kendilerine sofrayı sermede yardım etmek istediysek de “Misafirsiniz” deyip müsaade etmediler. Onların uyum içinde sofrayı hazırlayışlarını seyretmek hoşuma gitmişti. Burası zindandı, ama aynı zamanda kardeşliğin pekiştiği, dertlerin paylaşıldığı bir yerdi de.
Günlerden pazartesiydi. Öğle yemeğinde köfte, pirinç pilavı vardı. Müşahedede kaldığım zaman içerisinde cezaevi yemeklerinin nasıl berbat olduğuna şahit olmuştum. Belki bugün ilk kez güzel denilebilecek bir yemek yiyecektik. Yemek köfte olunca, yanında kuru soğan olmadan olmaz, diyen Mustafa havalandırmada asılı olan poşetten birkaç kuru soğan kesip sofraya koydu. Bir yandan yemek yerken bir yandan da yemeğin azlığından şikâyet edenler vardı. Kişi başına bir avuç içinden daha küçük bir köfte ve yanında bir kişiyi doyurmaya yetmeyecek kadar pilav. Şikâyet edenlere karşı Şükrü “Devlet bizi düşünüyor. Çok yersek kısa süre içinde bu kapıdan geçmez oluruz diye şimdiden tedbir alıyor” diye espri yapınca gülüşmelere neden oldu.
Mustafa koğuş sorumlusu olarak seçilmişti. Cezaevinde her odada oda sorumlusu mutlaka olurdu. Bu, düzen için olmazsa olmazlardandı. Bu kural tüm mahkûmlar için geçerliydi. Adli odalarda bile oda sorumlusu vardı. Mustafa 34 yaşlarında orta boylu, saçlarının kimi yerlerine aklar düşmüş olgun biriydi. Cemaat içindeki tecrübeleri ve saygınlığı burada da kendisini gösteriyordu. Neredeyse oda arkadaşlarının tamamını ya bizzat ya da dolaylı olarak tanıyordu. Beni ve Murat’ı ise dolaylı olarak tanıdığını ifade ettiğinde buna şaşırmadık. Cemaatin üst düzey sorumlusu olarak yakalanmıştı. Gördüğü işkenceler sağ kolunda hafif bir sakatlığa sebep olmuştu. Yine de iş yapmaya gelince, işe ilk el atan kendisi oluyordu. Her ne kadar odadaki kardeşler onun iş yapmaması için kendisiyle konuşmuşlarsa da onu bir türlü ikna edememişlerdi. Günlük nöbet listesinde bile adı vardı. Yaklaşık olarak 38 gündü burada kalıyordu. İlk geldiği zamanlar gördüğü işkencelerden dolayı sağ kolu işlevini neredeyse yitirmek üzereymiş. Allah’ın yardımıyla tedavi ve arkadaşların günlük masajları sayesinde bugün kolunu rahatça kullanabiliyordu. Kendisi burada olduğu müddetçe oda sorumluluğu kendisine verilmişti.
Sofradaki konumuz yemek ve evde yediklerimize gelmişti. Bir yandan yemek yiyip bir yandan da ev yemeklerinden konuşurken, insanın iştahı açılıyordu. Neden yemeklerin yetmediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Evdeki yemekler insanın aklına gelince yediği yemek kendisine tat vermemekle birlikte az geliyordu. Evde önümüze bırakılan sofrada gönlümüzce yediğimiz yemeklerin devri kapanmıştı artık. Şimdi cezaevinde yediğimiz yemekler ölçüyle veriliyordu bize. Bugün haftanın ilk günü olması hasebiyle öğle yemeği iyiydi. Geri kalan günlerde, ise yemeğimiz Kuru fasulye, Barbunya, Nohut, Bezelye, Konserve türü şeylerdi. Nimete nankörlük etmek olmaz, ama bu nimetleri yemek yapanlar, adeta suya atıp pişirmeden bize verdikleri için, bunun ardında bir art niyet aramamak mümkün değildi. Yaptıkları pirinç pilavı ve bulgur pilavını böylesine lapa yapmaları için ayrı bir maharet gerekiyordu.
Cezaevi süreci içinde yemek konusu başlı başına bir sorun olmaya devam ediyor. Bazı cezaevlerinde kimi yemekler iyi yapılırken bir süre sonra onlar da bozulmaya başlıyor. Cezaevinde ağız tadıyla yemek yemek neredeyse imkânsız gibi bir şey.
Öğle yemeğinin ardından hazırlanan çayımızı alıp havalandırmaya çıktık. Bulaşıkları yıkamak için günün nöbetçileri banyoda bulaşıkları yıkamaya başlamışlardı bile.
Kaldığımız oda koğuş sisteminden bozulmaydı. Koğuş sisteminde odalar iki katlıymış. Alt kat yemekhane üst kat ise yatakhane olarak tasarlanmıştı. Oda sistemine geçmeye karar veren zamanın Adalet Bakanlığının talimatıyla koğuş sistemleri bozulup oda sistemine geçiş yaptıklarında kimi odalarda mutfak bölümü düşünülmediğinden üst katta kalanlar bulaşıklarını mecburen banyoda yıkamak zorunda kalıyorlardı. “Her oda böyle midir?” diye sorduğumda “Sadece bu kısım böyledir” dediler.
Havalandırmada öğle sıcaklığı yakıcı derecedeydi. Merdivenlerden aşağıya indiğimizde yüzümüzde sıcak rüzgârların esintisini hissedebiliyorduk. Havalandırmanın güneş görmeyen bir köşesi epey serindi. Orada oturup çaylarımızı yudumlarken güneşe bırakılmış su bidonlarını görünce anılarımdaki hatıralar canlandı. Küçükken yazın banyo zamanlarında annem güneşe birkaç su bidonu bırakırdı. O su bidonlarını kapmak için kardeşlerimle adeta yarışırdık. Güneşte ısıtılan su bidonlarıyla banyo yapmak bir ayrıcalıktı bizim için. Banyoda yakılan banyo sobasının ısıttığı su yerine güneşi tercih ederdik. Sabahtan güneşin altına bırakılan su bidonu öğle vaktine kadar banyo yapacak hale geliyordu. Tekrar öğle sıcağına bırakılan su bidonları ise daha kısa bir sürede ısınıyordu. Isınan sularla sırasıyla banyo yapmaya başlıyorduk.
Şimdi cezaevinde bu manzarayı tekrar görmem tebessüm etmeme sebep oldu. Havalandırmada oturmuş çaylarımızı yudumlarken Yılmaz;
–Çaydan sonra isterseniz banyo yapabilirsiniz. (Güneşteki suları işaret ederek) Bu suları sizin için hazırladık. Şimdi ısınmışlardır. Banyo sizi kendinize getirir, dedi.
Yılmaz haklıydı. Gözaltı ve hücrenin kiri üzerimizdeyken rahat edemezdik. Banyo için cezaevi idaresi haftada iki gün sıcak su veriyormuş. Salı ve Cuma günleri sabahtan öğleye kadar sıcak su akıyormuş. İsteyenler bugünlerde banyo yapabilirlerdi. İsteyen de diğer günlerde güneş altına bırakılan su bidonu ile banyo yapıyordu.
Yılmaz’ı dışarıdan da tanıyorduk. Birlikte Cemaat çalışmalarının içinde bulunmuştuk. Kendisiyle aramızdaki kardeşlik bağı daha sağlam bir temele dayanıyordu. Kendisi 23 yaşında olmasına rağmen yaşından daha büyük ve olgun görünüyordu. Birlikte çalışmamız sona erdikten sonra evlenip çoluk çocuğa karışmıştı. İki oğlu vardı. 30 gün önce yakalandığını söyleyince, kendisinin yakalandığını duymadığımızı söyledik. Bunu normal karşıladı, çünkü kendisi de bizim kaçırılıp sorgulandıktan sonra tutuklandığımı biliyordu.
Çaylarımızın ardından Murat’ın banyo yapması için su bidonlarından birini yukarı çıkardık. Arkadaşlar banyo için gerekli olan malzemeleri tedarik ettikten sonra sırasıyla banyo yaptık. Gerçekten de banyo üzerimizdeki gözaltı ve hücre kirlerini temizledi. Kendimize yeni gelmiştik. Banyodan çıktığım zaman birkaç kişi dışında diğer arkadaşların hepsi kendi ranzalarına çekilmişti. Kimisi öğle uykusuna dalmıştı, kimisi de yatağında kitap okuyordu. Bizim henüz yataklarımız hazır değildi. Birkaç arkadaş dinlenmemiz için bize kendi yataklarını vermek istediyse de bunu kabul etmedik. Hem zaten yatmayı düşünmüyorduk. Havalandırmada oturup dışarda tanıdığımız birkaç arkadaşla hasret gidermek daha zevkli gelmişti. Tarık ve Şahin’le ilk cami çalışmaları zamanında birlikte hizmette bulunmuştuk. Daha sonra Cemaatin isteği üzerine cami çalışmalarını Tarık ve Şahin’e bıraktıktan sonra başka alanlarda çalışmaya başladık. Sırf cami çalışmaları yaptıkları için tutuklanmaları Cemaat içinde normaldi. Cemaat mensubu olup da cami çalışması yapmak suç olarak kabul ediliyordu.
Havalandırmada konuşurken ses tonumuza dikkat ediyorduk. Yukarda yatanları rahatsız etmemek için elimizden geldiğince sessiz olmaya çalışıyorduk. Sohbetimiz ilerlemişti. İkindi vaktine yakın abdest için birer birer ranzalarından çıkan arkadaşlar, abdest aldıktan sonra havalandırmada bize katılıyorlardı. Gelenlerle birlikte sohbet konumuz çeşitleniyordu.
İkindi namazının ardından tesbihatımızı yaptıktan sonra arkadaşlar ranzaların kenarında oturmaya başlayınca, biz de kendilerine uyup oturduk. Meğer Cuma günleri dışında her ikindi namazının ardından Kur’an–ı Kerim okumak için böyle toplanıyorlarmış. Her gün bir cüz Kur’an okumak için dileyen bir sayfa Kur’an okuyarak buna iştirak ediyordu. Kur’an okumanın ardından bir koşuşturmaca başladı. Hanefi;
–Top oynayacağız, istersen sende gel, deyince şaşırdım.
–Nerede top oynayacaksınız ki?
–Havalandırmada voleybol oynuyoruz, dedi.
Havalandırma dediği yer yirmi metre kare bir şey burada nasıl top oynanır diye merak ettim. Daha önce hiç voleybol oynamadığımdan bu oyunu bilmiyordum. Seyirci olmak istedim, ama top oynayanlar dışında kimse havalandırmaya çıkmıyordu. Üçe üç takım kurmuşlardı. Ben de odadaki pencereden onları seyrettim. Bu küçük ve dar alanda kendilerince geliştirdikleri kurallarla oynuyorlardı Voleybollarını. Her bir takımın arka duvarından bir metre yukarısı saha içi sayılıyordu. Oyun çekişmeli geçiyor, oynayanlar streslerini atıyorlardı. Yaklaşık bir saat oynadıktan sonra oyunlarını bitirip banyo sırasına girdiklerinde, bu sefer biz seyirciler akşam serinliğinden istifade etmek için havalandırmada volta atmaya başladık.
Daha yeni havalandırmaya çıkmıştık ki gardiyan kapıyı açıp yemek diye bağırdıktan sonra birkaç adli mahkûm ellerindeki yatak ve battaniyeleri içeriye bıraktılar. Kapının yanında duran Şahin;
–Bunların yastıkları nerede? Diye sordu. Gardiyan;
–Yastık yokmuş. Ancak bunları bulabildik. Artık idare etsinler, dedi. Şahin;
–Yastık olmadan bunların boyunları tutulur, ondan sonra işin yoksa haydi revire çık ilaç kullan, dedi. Gardiyan;
–Hoca, abartma o kadar. Birkaç gün idare etsinler. Zaten sen de biliyorsun ki sizler burada geçicisiniz. En kısa zamanda idare sizi gönderecek, dedi.
Şahin gardiyanı bırakmaya hiç niyetli değildi. Biz havalandırmada onları izliyorduk. Neyse ki Mustafa, Şahin’i yatıştırıp onu yemek almaya gönderdi de kendisi gardiyanla sıcak bir sohbete daldı. Şahin ve Ali akşam yemeğini almak için gittikleri mutfaktan döndükten sonra, Mustafa gardiyanla konuşmasını sona erdirdi. Gardiyan da kapıyı kapatıp gitti.
2001 yılanda Diyarbakır E tipinde kaldığımız zaman yemeklerimizi gidip mutfaktan alıyorduk. Her koğuş sırasıyla çıkartılıp mutfakta oda sayısına göre yemeklerini alıyorlardı. Bu akşam yemeğinde patates yemeği ve bulgur pilavı vardı. Yaklaşık yarım saat sonra sofrayı kurmak için herkes işin bir ucundan tuttu. Bizim yine iş yapmamıza izin verilmedi. Tabaklarımızda kırmızı bir su içinde üç beş tane kuşbaşından biraz büyük patates tanesi vardı. Patatesler pişmemişti. Adeta çiğdi. Sofradaki arkadaşlara baktım. Her birinin benimle aynı fikirde olduğun görünce buna sevindim. Kimse patates yemeğine elini uzatmıyordu. Lapa olsa da tek yemek çeşidi olan bulgur pilavını kaşıklayanlar iştahsız bir şekilde yemeye çalışsalar da onlar da birkaç kaşıktan sonra yemekten vazgeçiyorlardı. Kenan;
–Kahvaltılık getireceğim, yemek isteyen var mı? Demesiyle herkes sanki Kenan’ın bu teklifi yapmasını bekliyormuşçasına “İyi olur” dediler.
Yemeklerin yenilmediği zamanlarda kahvaltı türü şeyler kurtarıcı gibiydiler. Başka alternatif olmadığı için odadakiler cezaevi kantininden kahvaltılık türü şeyleri fazlasıyla bulundurmaya özen gösteriyorlardı. Sofraya gelen siyah zeytin iştahla yeniliyordu. Bu arada siyah zeytin isminin “Karatavuk” olduğunu da yeni öğrendim.
Yemekten sonra sofrayı kaldırıp çaylarımızla yine havalandırmaya çıktık. Akşam serinliğinde arkadaşlar arasında havalandırmada volta atarken bir yandan da elimizdeki çayımızı yudumluyorduk. Cezaevinde ilk edindiğim alışkanlık yürürken çay içmek oldu. Değişmeye başlamıştım. Artık yeni yerimin ve yaşam alanımın burası olduğunu çok iyi biliyordum. Ve dışardaki alışkanlıklarımın birçoğunu değiştirmem gerektiğini zamanla öğrenecektim.
Akşam namazıyla birlikte havalandırma kapısı da kapandı. Bu, cezaevlerinde değişmez bir kuraldı. İstisnalar haricinde havalandırma kapıları güneşin doğuşundan kısa bir süre sonra açılıp akşam ezanıyla daha doğrusu karanlığın çökmesiyle kapanırdı. Havalandırma kapısı kapandıktan sonra gelen yataklarımızı ranzamıza yerleştirmek için arkadaşlar bizlere yardımcı oldular. Yataklarımız yapıldıktan sonra yatsı namazına kadar neredeyse herkes ranzasına çekildi. Ben de ranzama çekilip bundan sonraki yaşantımın nasıl olacağını düşünmeye başladım. Üç kişi odanın içinde volta atıp sohbet ediyorlardı. Onların konuşmaları ve ayak sesleri beni rahatsız ediyordu. Şu anda en çok isteğim şey, biraz sessizlik ve tefekkürdü. Ama bu mümkün değildi. İçinde bulunduğumuz şartları düşününce içimde bir korku ve ürperti hissettim. Bunun tam olarak neden kaynaklandığını bilmiyordum. Belki de henüz cezaevine alışmamış olmamdan kaynaklıdır, diye düşündüm.
Cezaevinde değişmeyen bir şeydir sayım. Sabah ve akşam vakitleri olmak üzere günde iki defa sayım yapılıyordu. Bu sayımların amacı, mahkûmların firar etmediğini anlamak için olduğunu söyleseler de, aslında bu sayımlardaki gerçek amaç, mahkûmun psikolojisini bozmaktır. Sayım; ona nerede olduğunu hatırlatmak ve bir mahkûm olduğunu günde iki defa yüzüne haykırmaktır. Bunda da kısmen başarılı oldukları söylenebilir. Akşam sayımından sonra yatsı namazını kılıp günü neredeyse kapatmış sayılıyorduk.
Yatsı namazının ardından Cemal, Mehmet, Ali ve Abdullah beni ve Murat’ı merdivenlerde oturmaya davet ettiler. Merdivenler içeriye göre daha serindi. Yatsı namazının ardından sohbet etmek isteyenler merdivenlerde oturup sohbet ediyor, diğerleri ise kendi yataklarında kitaplarını okuyorlardı. Merdiven sohbetlerinin bu akşamki konusu eski anı ve hatıralardı. Bir birimizle yaşadığımız hatıraları hatırlatıp beraber olduğumuz kimi arkadaşlarımızın şimdi nerede olduğunu birbirimize soruyorduk. Sohbette bazen espriler olduğunda gülüşlerimizin kahkahayla olmamasına dikkat ediyorduk. İçerde kitap okuyan arkadaşların rahatsız olmaması için elimizden geldiğince az gürültü yapmaya çalışıyorduk.
Vakit ilerlemişti. Gece vakti olduğunu gardiyanın tam gece on iki de gelip üst katın kapısını kapatmasından anlayan arkadaşlar kalktılar. Odaya geçtikten sonra odamızın kapısı da üzerimize kilitlendi. Sessizce ranzalarımıza çıkıp yatmaya çalıştık. Meğer bu uygulama da sadece bu kısma has bir uygulamaymış.
Yatağıma uzandığım vakit odanın içinde türlü türle sesler yüzünden bir türlü gözlerime uyku girmedi. Kimisinin horlaması kimisinin yatağından dönerken demir ranzanın çıkardığı gürültü odada adeta bir senfoni havası estiriyordu. Birkaç kişinin horlaması birbirine karışarak daha güçlü bir sesin çıkmasına sebep oluyordu. Ardından bir başkasının horlaması onlarla yarışırcasına daha güçlü çıkıyordu. Tam da bu seslere alışıp gözlerime uyku gireceği zaman ihtiyacı için tuvalete kalkanların çıkardıkları gürültü beni hayal kırıklığına uğratmaya yetmişti. Hiç alışık olmadığım böyle bir ortama nasıl alışacağım diye kendime vesvese edip geceyi bunları düşünmekle geçirdim. Vesveselerimin korkuya dönüştüğünü fark ettiğimde ise kalkıp abdest alıp gece namazına durdum.
Dışardayken haftada bir iki defa kıldığım gece namazları ile cezaevindeki gece namazları arasında çok fark vardı. Dışardayken yorgunluk ve uykusuzluk içinde kalktığım gece namazından aldığım huşuyu cezaevinde bir türlü yakalayamadım.
Namazın ardından yaşadıklarımı tefekkür etmeye devam ettim. Bundan sonra burada geçireceğim günler için Rabbimin bana yardım etmesini dileyip durdum. Sabah namazına yakın bir vakitte, uyuyanlardan bazıları gece namazı için kalktılar. Sabah namazının ardından ranzama çekildiğimde gönlümde tarifini bilmediğim bir duyguyu hissettim. Gece yatamadığım için uykusuzluğun etkisidir diye düşündüm. Gözlerimi açtığımda gün aydınlanmıştı. Kahvaltıyı hazırlamakla meşgul olan günün nöbetçisi İhsan bana saati işaret edip kalkmak için erken olduğunu söylese de benim artık uykum kaçmıştı. Yatağımdan kalkıp abdestimi aldıktan sonra havalandırmaya çıktım. İhsan yanıma gelip bir sorunum olup olmadığını sordu.
İhsan 19 yaşındaydı. Cemaat mensubu olduğu için yakalanmıştı. Gözaltında on gün işkence gördükten sonra polislerle işbirliğini kabul etmediği için tutuklanıp cezaevine girmesi için uydurma bir dosya hazırlamışlardı. Hâkim, polislerin hazırladığı dosyaya göre de hiçbir suç unsuru bulamamasına rağmen, polislerin baskısı sonucu tutuklanmasına karar vermişti. İhsan yaklaşık olarak 42 gündür bu odada kalıyordu.
İhsan’la havalandırmada sohbet ederek volta atmaya başladık. Birbirimizi daha yakından tanıma fırsatımız olduğu için ikimiz de şanslıydık. Yaklaşık bir saatlik voltanın ardından yatanları kahvaltıya çağırmak için müsaade istedi. Günün nöbetçisinin görevleri arasında sabah kahvaltısını hazırlamak, cezaevinin verdiği ekmeği almak ve varsa çöpleri dökmek de vardı. Sonra sayım vaktine yarım saat kala uyuyanları uyandırması gerekiyordu. Böylelikle sayım geldiği zaman bizi kahvaltı sofrasında sayabiliyorlardı.
Bu günlük kahvaltı menümüz cezaevi idaresinin verdiği reçel ve zeytinin yanı sıra arkadaşların cezaevi kantininden aldıkları margarindi. Sabah 6,30 da gelen ekmek hâlâ gevrekti. Cezaevinin en güzel şeyi ekmekti. Günlük olarak kişi başına bir ekmek veriliyordu. Ekmekler büyüktü. Ama idareli kullanılmadığı zamanlar ekmekler yetmiyordu. Başka bir yerden ekmek temin etme gibi bir şansımız da yoktu. O yüzden sabahları güzel giden gevrek ekmeğin ancak üçte birini yiyebiliyorduk.
Kahvaltının ardından elbirliğiyle sofrayı kaldırdıktan sonra kimisi çayını alıp havalandırmaya çıktı. Kimisi de kuşluk namazını kılmak için hazırlık yaptı. Sabah kahvaltısından sonra saat dokuzda Risale dersi olduğunu söylediler. Cezaevinde derslerin yapıldığını duymuştum. Özellikle Risale-i Nur Külliyatının okunduğundan haberdardım. Ders saati geldiği zaman herkes ranzalarının kenarındaki yerlerini alıp oturmaya başladılar. Biz de onlara uyarak kendimize yer bulup oturduk. Dersi Mustafa yapıyordu. Yatağındaki Risale kitabını alıp yerine geçti. Euzubesmele ile Asr suresini okuyarak derse başladı. Bugünkü ders, Mektubat kitabından 23. Mektuptu. Mustafa sadece kitaptaki ibareleri okuyup herkesin kendisince bir hisse almasını istediğinden yorum ve açıklama yapmaktan kaçınıyordu.
Risalelerin dili bana ağır geliyordu. Dışarda olduğum zamanlarda ara sıra Risale okumaya çalışsam da dilinin ağırlığından hiçbir zaman bitiremedim. Ama şimdi bu mekânlarda Risalelerin birçoğunun yazıldığı bir ortamda Risaleler daha iyi anlaşılıyordu. Cezaevinde ilk dersimi de yaptığıma göre artık tam bir Yusufi olma yolunda yavaş yavaş adım atıyordum. Ders yaklaşık yarım saat sürmüştü. Dersin ardından İhsan’dan ödünç aldığım Kur’an–ı Kerim’i okumak için ranzama çıktım.
Odada tam bir sessizlik hâkimdi. Herkes bir şeylerle meşguldü. Kimisi havalandırmada volta atıyor olsa da onların sesleri bizi rahatsız etmeyecek derecedeydi. Kur’an okumayı bitirip havalandırmaya çıktım. Belki de ilk kez havalandırmaya böyle dikkatlice bakıyordum. Yaklaşık beş metre uzunluğundaki duvarlar arasında gökyüzüne bakmak için kafamı kaldırdığımda yerden göğe açılan bir pencereden gökyüzünü seyrettiğimi düşündüm. Artık dünyaya bu havalandırmadan bakacaktım. Bizim için dünya bundan ibaretti. Gökyüzüne bakmak için kafamı kaldırmak zorunda olduğum için boynumda ağrılar hissetmeye başlayınca, gökyüzünü bile gönlümce seyredemeyeceğimi anladım. Havalandırmada volta atan arkadaşlara katıldım. Cezaevi tecrübelerinden istifade edip yararlanmak için onlara merak ettiğim birkaç şeyi sormuştum. Böylelikle artık yeni mekânım olan cezaevi hakkında bilgi sahibi olmaya başlıyordum.
Öğle vakti gelmişti. Abdest için hazırlıklar her zamanki gibi bir saat önceden başlamıştı. Havalandırmada sadece birkaç kişi kalmıştık. Cemal bize bir önceki yakalanışını anlatıyordu. Cemal; otuz yaşında, Diyarbakır’da esnaflık yapan, kendi halinde biriydi. Diyarbakır’da Cemaate yönelik ne zaman bir genel operasyon yapılsa, Cemal’i de mutlaka alırlar, 7–8 ay tutuklu kalmasını sağladıktan sonra serbest bırakırlardı. Bu, üçüncü yakalanışıydı. Diğer cezaevlerindeki arkadaşlar arasında da kaldığı için cezaevi şartlarını ve koşullarını en iyi bilenimiz oydu. Yaklaşık olarak 27 gündü bu odada kalıyordu. Cemal;
–Yakında cezaevi idaresi bizi buradan diğer cezaevlerine gönderecek. Gideceğiniz yer buradan daha güzel olacak. Burası geçici bir yerdir. Kardeşlerimizin olduğu ve düzenlerini kurdukları cezaevlerinde buradan daha çok rahat edeceğinizden eminim. Kardeşlerimiz, düzenli ve tertipli olduğu gibi, aynı zamanda da herkesin kendisini daha iyi yetiştirebilmeleri için birçok ders programları var. Burada geçici olduğumuz için şimdilik sadece Risale dersiyle yetiniyoruz. Kardeşlerimizin olduğu diğer cezaevlerinde dersten başınızı kaşıyacak zamanınız bile olmayacak. Tabi bunun da kendine göre güzellikleri var. Her şeyden önce zamanın nasıl geçtiğinin bile farkına varmayacaksınız, dedi.
Cemal’in ne demek istediğini tam olarak anlamasam da kardeşlerimin olduğu bir yerin her zaman güzel olacağını düşünüyordum. Öğle yemeği için kapı açıldığında, yemeği almak için İhsan’la birlikte gitmeyi teklif ettim. Mustafa’nın oluruyla, İhsan’la birlikte yemek kaplarını alıp mutfağa doğru gittik. Cezaevi mutfağı, cezaevinin arka kısmında yer alıyordu. Mutfağın her tarafı fayanslarla döşeliydi. Büyük kazanlarda pişirilen yemek kokusu her tarafı sarmıştı. Mutfakta çalışanların neredeyse tamamı adli mahkûmlardan oluşuyordu. Sadece bir usta aşçı gözetiminde yemekler hazırlanıyordu. Hazırlanan yemekler yine başgardiyan gözetiminde sırasıyla odalardan gelen mahkûmların oda sayısına göre adli mahkûmlar tarafından dağıtılıyordu. Sorumlu gardiyan, hangi odada, kaç kişi olduğunu gösteren listeden, ne kadar yemek alacaklarını söyledikten sonra, adli mahkûmlar ona göre kaplarımıza yemeklerimizi dolduruyorlardı. Bugünkü menüde kuru fasulye ve pirinç pilavı vardı. Yemeğimizi alıp odaya döndüğümüzde, sofra kurulmuş, öğle yemeği için hazırlanan kuru soğanlar sofranın değişik yerlerine dağıtılmıştı. Kuru fasulyeler tam pişmemiş olsa da, suyu güzel göründüğünden pilavımı kuru fasulyenin suyuyla ıslatıp bu şekilde yemeyi tercih ettim. Bizi rızıklandıran Allah’a şükredip sofradan kalktık. Yemeğin ardından öğle namazı için hazırlık yaptık. Bulaşıklar yine günün nöbetçisine kalmıştı. Onlar da bulaşıklarını banyoya bıraktıktan sonra namazlarını kılmak için bize katıldılar.
Cezaevinde saç tıraşı olmak için, cezaevi idaresine verdiğimizi dilekçe üzerine, berberlik yapan bir mahkûmla yanında ona eşlik eden sorumlu gardiyan odamıza gelip bizi tıraş ediyorlardı. Tıraşlarımız ücretsizdi. Ama isteyen olduğu takdirde dışardan da berber çağırabiliyordu. Gelen berber tıraş ücretini mahkûmdan alıyordu. Biz daha çok cezaevinin tahsis ettiği berberde tıraş olmayı tercih ediyorduk. Her ne kadar bizi tıraş etmek için gelen berber acemi de olsa, bizim için saçımızın düzeltilmesi yetiyordu. Özellikle görüşçüsü gelmeyenler, saçlarını oldukça kısa tutuyorlardı. Her ne kadar cezaevinin tahsis ettiği berber ücretsiz olsa da, tıraş olan arkadaş yine de tıraş yapan mahkûmun cebine sigara bırakmayı da ihmal etmiyordu.
“Cezaevinde en güzel şey nedir” diye bana sorsanız, size hiç şüphesiz; “Tüm vakit namazlarının cemaatle kılınma imkânına sahip olmasıdır” derim. Dışarda bazen iş güç bizi cemaat namazlarından geri bırakabiliyordu. Özellikle sabah namazında oturduğumuz evin yakınında bir cami yoksa namazımızı evde kılıyorduk. Oysa burada her vakit namazımızı cemaatle kılmak için bizi geri bırakacak hiçbir engelimizin olmayışı en büyük avantajımızdı.
Namazın ardından çayını alan havalandırmaya çıkıyordu. Kimisi de yatağında çayını içmeyi tercih ediyordu. Günün nöbetçileri banyoya girip bulaşıkları yıkamaya koyuldular. Onlar işlerini bitirene kadar diğerleri çaylarını içmiş oluyorlardı.
Cezaevinde her gün bir diğer günün aynısı gibiydi. Monoton bir hayat yaşanıyordu. Normal şartlarda bir gün içinde yaşananlar diğer bir günle paralellik arz ediyordu. Dert ve sıkıntılarımızı unutmak için bizi meşgul edecek şeylerle uğraşıp elimizin ve gücümüzün yetmediği şeyleri Allah’a tevekkül etmekten başka seçeneğimizin olmadığını çok iyi biliyorduk. Bu yüzden boş vakitlerimizi genelde kitap okuyarak ve ibadetlerle geçiriyor, yaratılış gayemiz olan “Allah’a kulluk” amacımızı en güzel şekilde yerine getirmeye çalışıyorduk. Her ne kadar dertlerimizi unutmak istesek de aslında hiçbir zaman bu dertlerimizi unuttuğumuz söylenemez. Sadece geçici olarak hafızalarımızın gerisine atıp onlarla meşgul olmamaya, bu dar mekânlarda bizi yıpratmalarına izin vermemeye çalışıyorduk.
Kaldığımız odada on dört kişiydik. On dört ayrı karakter ve ahlak… Her birimizin derdi ayrı, sıkıntısı ayrı olsa da, şimdilik burada küçücük bir odayı paylaşmak zorunda olduğumuz için, zor olan hayatı daha fazla zorlu bir hale getirmemek için çabalıyorduk. Her birimiz dışardaki hayatında Cemaat çalışmalarının değişik alanlarında mücadele etmiş olsak da, şimdi burada aynı mücadele alanında bulunuyorduk. Dışardaki hayattan daha farklı bir mücadele alanının içindeydik. Her birimiz kader birliği yapmış kardeşler olarak, birbirimizden güç alarak bu mücadele alanından da alnımızın akıyla çıkmak için birbirimize destek oluyorduk. Bu mekânlarda buna her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardı. Cezaevinin bizim için bir imtihan olduğunu biliyorduk. Bu imtihanın çetinliğini her geçen gün biraz daha hisseder olduk. İlk günler insanda pek bir şey değiştirmese de yılların ardından cezaevi insanı birçok açıdan değiştiriyor. Bunun olumlu veya olumsuz yönden olması bu imtihan sürecini nasıl geçireceğinize bağlıdır.
İkindi namazının ardından Kur’an–ı Kerim okunduktan sonra arkadaşlarla top oynamak için onlara katıldım. Uzun yıllar top oynamamanın verdiği hamlık yüzünden gece her tarafım ağrımaya başladı. Bunun geçici olduğunu biliyordum. Tıpkı dertler ve kederleri gibi… “Ağrılar geçer geçmesine de peki, bu zindan yılları nasıl geçer?” diye aklıma takıldı. İdamla yargılandığımı bildiğimden benim bir daha cezaevinden çıkış imkânımın olamayacağı aklıma geldikçe vesveselere kapılıyordum. Bu mekânlarda bir ömür geçirmeyi düşündükçe karamsarlığa kapıldığımı fark etmeme rağmen bir türlü bu düşüncelerimden kurtulamıyordum.
Gece yatağımda bunları düşünürken uykuya dalmam, benim açımdan rahmet olmuştu. Yatanların dün geceki horlamaları ve çıkardıkları sesler artık beni rahatsız etmiyordu. Onları düşünmediğim zaman her şeyin daha güzel olacağını bana gösteren Rabbime sığınıp sabır diledim. Vakit gece namazı vaktiydi. Yatağımdan kalktığımda ben den önce kalkanların olduğunu gördüm. İki kişi odanın değişik köşelerinde namaza durmuşlardı. Ben de abdestimi aldıktan sonra onlara katıldım. Her birimiz kendi âlemimizdeydik. Kendi içimizdeki dert ve sıkıntıları Rabbimizle paylaşıyorduk. Gece namazlarının verdiği rahatlık ve huzur, bu mekânlarda ilahi bir rahmetti. Arkadaşlarımın rahatsız olacaklarından endişe etmeseydim eğer, secde yerini gözyaşlarımla sulardım. Ama kendimi tuttum. Hıçkırıklarımla birisinin rahatsız olabileceği düşüncesiyle kendime hâkim olmaya çalıştım.
Akşam sayımından sonra yatsı namazının ardından yine merdivenlerde oturup sohbet ettik. Cemal abi bizlere diğer cezaevlerindeki arkadaşların durumlarını anlatıyordu. Onlarla birlikte geçirdiği anılarını paylaşıyordu.
Bu arada Cemal abiden öğrendiğimiz bir şey daha vardı. Cemal abi;
–Arkadaşların olduğu tüm cezaevlerindeki arkadaşlar birbirlerine hitap ederken “abi” diye hitap ederler. Küçük büyük herkes birbirlerine abi diye hitap ediyor.
Cemal abinin bu sözünden sonra ben de kardeşlerime uyup onlara “abi” diye hitap etmeye başladım.
Günler bir şekilde geçiyordu. Her geçen gün cezaevine biraz daha alışıyorduk. Cezaevinin kendi kurallarının yanı sıra kaldığımız oda içinde de düzenin sağlanması için bazı kurallar konulmuştu. Örneğin günlük nöbet, banyo ve tuvaletin temizliği sırasıyla yapılıyordu. Arkadaşlar uyudukları zaman onları rahatsız edecek gürültü ve sesten kaçınma vb.
Bugün günlerden Cuma’ydı. Yani görüş günüydü. Dünden görüş hazırlıklarına başlamıştık. Görüşçüleri gelecek olanlar hazırlık yapıyorlardı. Görüş saatimiz saat ondaydı. Bugün tüm dersler tatildi. Görüş günleri herkesin heyecanlı olduğu günlerdir. Benim için de bir ilkti. İlk görüşe çıkacağım için aileme nasıl bir teselli vereceğimi düşünüp duruyordum. Bu tür durumlarda ailemize sabır tavsiyesinde bulunsak da, aslında en büyük teselli moralimizin iyi olduğunu görmeleri olacaktı. İyi bir moralin, ailelerin rahatlamalarına yardımcı olacak en etkili yöntem olacağını bize zaman ve tecrübeler öğretecekti.
Görüş saati geldiğinde hepimizde bir heyecan vardı. Kapı mazgalında görüşçüsü gelenlerin isimleri arasında ben de vardım. On dört kişilik odada dokuz kişinin görüşçüleri gelmişti. Kapalı görüş yerine girdiğimizde herkes duvarlarla bölünmüş olan bir bölümde kendi ziyaretçilerini karşıladı. İki santimlik kare şeklinde demir parmaklıklar arasında eşim ve daha birkaç gün önce üç yaşına girmiş olan kızım gelmişlerdi. İlk olduğundan olsa gerek eşim gözyaşlarını tutamadı. Kızım bana parmaklıklar arkasında tebessüm etse de birbirimizi tam olarak göremiyorduk. Parmaklıkların sık oluşunun yanı sıra görüş kabinlerinin ışıkları bir mumun aydınlığı kadar ışık veriyorlardı. Bu da görüşçülerimizi görmemizi zorlaştırıyordu. Demir parmaklıklar aramızda olduğu halde konuşmaya çalışıyorduk. O anda görüş yapan dokuz kişinin konuşmaları birbirine karışıyor, ziyaretçilerimiz ne demek istediğimizi anlamaktan zorlandıkları için sesimizi biraz daha yükseltmek zorunda kalıyorduk. Tam bir ses gürültüsü yaşanıyordu. Bir saatin ardından, gardiyanlar ziyaretin bittiğini söyleyince ziyaretçilerimizle vedalaşıp ayrıldık.
Odaya döndükten sonra cezaevi âdeti olarak herkes birbirine “Gözün aydın” diyerek ziyaretçilerinin nasıl olduğunu sorup hayır duasında bulunuyordu. Ziyaretin ardından birçoğumuzun yüzünde hüzün kendini belli ediyordu. Ziyaretçilerimiz dışardaki sıkıntılarını bizimle paylaşınca çaresizliğimiz ve eli kolu bağlı oluşumuz bizi hüzünlendiriyordu. Elimizden onlara dua etmekten başka bir şey gelmiyordu. Bu dertlerimizi hafifletmenin bir yolu da dertlerimizi paylaşmaktan geçiyordu. Bu yüzden görüşten sonra havalandırmada volta atıp konuşmak hepimize iyi geliyordu.
Ziyaretçilerimizle geçen bir saatin sonunda odaya dönmek benim gibi yeni yakalanan birisi için zor olsa da, zamanla buna da alışacaktım. İnsan nedense sahip olduğu birçok şeyi kaybedince, değerini daha iyi anlıyor. Cezaevinde aileye olan özlem kadar insana daha ağır gelen bir şey yok galiba. Hatta özgürlükten bile daha çok insan ailesini özlüyor.
Günler geçip giderken ben de zindana alışıyordum. Bu arada bir haftam bittiği için de günlük nöbete dâhil edilmiştim. Bu bir yandan misafirliğimin bittiği anlamına da geliyordu.
Cezaevine gelişimin ikinci haftasında bir akşam sayımından sonra merdivenlerde sohbet ederken gardiyanın mazgalı açışıyla Rıdvan mazgala bakmaya gitti. Rıdvan’ın gardiyanla konuşması arasında sevk lafı geçince, Hanefi ve Şahin gardiyanın ne demek istediğini daha iyi anlamak için aşağı indiler. Rıdvan gardiyanla daha fazla konuşmamak için tamam dedikten sonra gardiyan mazgalı kapatıp gitti. Rıdvan üzgündü, çünkü içimizden üç kişinin sevki çıkarılmıştı. Mustafa, Tarık ve Hanefi’nin sevki çıkarılmış, sabah erkenden yola çıkacakları için hazır olmaları istenmişti. Rıdvan sevklerin nereye çıkarıldığını öğrenmek için gardiyana ısrar ettiyse de, gardiyan bu konu hakkında hiçbir bilgisi olmadığına yemin etmiş Rıdvan da daha fazla lafı uzatmamıştı.
Bu haber hepimizde bir hüzne sebep oldu. Özellikle de Mustafa abinin gidişi bizim için bir kayıp olacaktı. Kendisinden birçok konuda bir şeyler öğrenmenin yanı sıra cezaevine alışabilmemiz için nasihatleri bizi rahatlatıyordu. Şimdi onun yokluğu kendisini daha fazla hissettirecekti.
Sevk haberinden çok, sevkin nereye yapıldığı bilinmediği için Tarık ve Hanefi biraz endişe ediyorlardı. Endişeleri daha çok arkadaşların olmadığı uzak bir yere sevk edilmiş olabileceklerini düşündükleri içindi. Mustafa abi;
–Bu tür endişelere gerek yok. Bölgedeki tüm cezaevlerinde kardeşlerimiz var. Onların olduğu her yer bizim için gülistanlıktır. Kardeşlerimizin olmadığı bir cezaevine gitsek bile bizler Müslüman olarak kendimize yakışır bir şekilde hareket etmekten başka bir şey yapmayız. Tek başımıza da olsak her zaman davamızı sonuna kadar savunacak, elimizden geldiğince İslam’ı anlatacağız. Bu konuda elimizden geleni yaptıktan sonra Rabbimiz bize hayır kapılarını açacaktır inşallah. Cezaevi idaresi bizi nereye gönderirse göndersin, bizleri bu şekilde korkutamayacaklarını yakında onlar da anlayacaklardır, dedi.
Mustafa, Tarık ve Hanefi hazırlıklarını yavaş yavaş yapmaya başladılar. Sabah altıda odadan çıkacakları için şimdiden eşyalarını çöp poşetlerine yerleştirmek için işe koyuldular. (Normal poşetler yasaktı.) Odadakiler, yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bir yandan hüzün, bir yandan arkadaşların bulunduğu bir yere gitmenin sevinci vardı. Tek endişe, sevklerin nereye çıktığını bilmemekti.
Cezaevi idaresi, sevki olanları yola çıkmadan bir gün önce akşam vaktinde haber veriyordu. Bu şekilde kendisince yol tedbirini alıyordu. Bu, belki de biraz olsun anlaşılabilir bir durumdu. Ama sevklerin nereye çıktığını söylememekteki maksatlarını anlamak imkânsızdı. Bunun da bir nevi ceza olduğundan şüphe yoktu. Sevke gidenler kısa bir süre sonra kaldıkları yerden mektup yazınca her şey ortaya çıkıyordu. Buna rağmen yine de cezaevi idaresi sevke gidenlerin nereye gönderildiklerini söylememekte ısrar ediyordu.
Sabah namazından sonra sevke gidenler battaniyeleri dâhil olmak üzere tüm eşyalarını hazırlamışlardı. Sevke gidecek olan üç kişiyle son bir kez birer çay içmek ve onlara kahvaltıda eşlik etmek için onlarla birlikte uyanık kaldık. Vakit geldiğinde ise gardiyanın kapıyı açıp sevke gidecek olanları çağırmasıyla, kardeşlerimizle vedalaşıp helallik diledik. Kardeşlerimizi uğurlarken yaşadığım bu ilk ayrılık benim için zor olmuştu. Onları bir daha ne zaman görebileceğimizi Allah biliyordu. Kardeşlerimizi uğurladıktan sonra herkes yatağına çekildi. Kimisi benim gibi düşüncelere dalarken, kimi hiçbir şey olmamış gibi uykusuna kaldığı yerden devam etti.
Günün nöbetçisi olan Ali’nin “Kum bi iznillah (Allah’ın izniyle kalkın)” diye seslenmesiyle birer birer yataklarımızdan çıkmaya başladık. Yatanlar ve yatmayanlar kalkmalarından belli oluyordu. Yatanlar abdestlerini almak için sıralarını beklerken, uyumayanlar ise sofraya oturup kahvaltılarını yapmaya başladılar. Herkeste bir sessizlik hali hâkimdi. Her günkü kahvaltı sofrasındaki neşe hali yerine bugün kimse konuşmadan sadece kahvaltısını yapmakla meşguldü. Kimse sevke gidenler hakkında konuşmak istemiyordu. Saat dokuz olunca Risale dersini Cemal abi yaptı. Bundan böyle Mustafa abinin yerine Cemal abi oda sorumlumuz oldu.
Birkaç gün sonra kaldığımız yerden hayata devam ettiğimizde her şey eski haline dönmüştü. Sevke gidenler artık neredeyse unutulmuştu. Bıraktıkları güzel bir dostluk ve anıları dışında, sanki onlarla birlikte hiç burada bulunmamışız gibi hissediyorduk.
Artık Cezaevindeki üçüncü haftama girmiştim. Bir sabah sayımından sonra mazgalın açılmasıyla Rıdvan abi aşağıya indi. Mazgalda gardiyanla tartışıyordu. Sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki ara ara adımın geçtiğini rahatça duyabiliyordum. Neredeyse hepimiz konuyu merak edip aşağıya indiğimizde Rıdvan abi; “Git kime söylersen söyle” dedikten sonra gardiyan mazgalı sert bir şekilde kapatıp oradan ayrıldı. Cemal abi;
–Ne oldu Rıdvan abi? diye sorunca, Rıdvan abi;
–Cezaevi Müdürü haber göndermiş. Emniyetten polisler savcılık kararıyla Hasan abiyi gözaltına alıp ifadesini tekrar almak için hazırlanmasını söylemiş.
2001 yılında Cemaat mensuplarının birçoğuna yapılan hukuksuz bir uygulama olan tekrar gözaltına alma bir yıldırma taktiğinden başka bir şey değildi. Bölgedeki birçok cezaevinde de aynı sebeple Cemaat mensupları polisin keyfi muamelesiyle ellerindeki savcılık kararına dayanarak istedikleri kişiyi gözaltına alıp tekrardan onları sorgu ve işkenceyle yıldırmak ve kendilerinin güçlü olduğu imajını oluşturma çabası içerisindeydiler.
Cemal abi;
–Hasan abiyi onlara asla vermeyeceğiz, deyip herkesin yukarıya çıkmasını istedi. Yukarıya çıktıktan sonra Cemal abi oda arkadaşlarıyla istişare edip beni gözaltına almak için cezaevi idaresinin gerekirse zor kullanabileceğini hatırlattıktan sonra diğer cezaevlerindeki kardeşlerimizin bu tür durumlar karşısında takındığı tavrı bize anlattı. Sonra herkesin fikrini söylemesini istedi. Herkes “Her ne pahasına olursa olsun Hasan abiyi asla kendi rızamızla onlara vermeyeceğiz” deyip kararlı bir tavır sergilediler. Son söz bana kalmıştı. Cemal abi benim bu konu hakkında ne düşündüğümü sordu. Ben de kendi düşüncelerimi şöyle ifade ettim;
–Eğer söz konusu benim şahsımsa size bir zarar gelmesin diye tekrar gözaltına alınmaya razıyım. Ama burada benim anladığım kadarıyla söz konusu ben değilim. Cemaat mensuplarına uygulanan bir durum üzerinde konuşuyoruz. Bu durumda ben Cemaatin bu tür durumlarda sergilediği tavrın sergilenmesinden yanayım. Bugün belki beni gözaltına almak istiyorlar, ama yarın bir başka kardeşimiz için de aynı durum ortaya çıkacaktır. Bir şekilde bunların durdurulması ya da en azından her seferinde almak istedikleri kişi yüzünden sorun çıkacağını bilmeleri gerek.
Cemal abi;
–Risale dersini bugünlük yapmayalım. Rıdvan abi; gardiyan bu mesele için gelirse beni çağır, ben onlarla konuşayım. Olmazsa müdürle görüşür, Hasan abiyi vermeyeceğimizi, bunun hukuksuz olduğunu bir kez de müdüre anlatmaya çalışırız. Siz kardeşlerimden ricam sakin olmanızdır. Bizi kışkırtmalarına izin vermeyin, deyip hepimizi tembihledi.
Kısa bir süre sonra tekrar kapı mazgalı açıldığında Rıdvan abi mazgala bakmak için aşağı indiğinde “Cemal abi” diye seslenince, gardiyanın aynı mesele için geldiğini anladık. Ama bu sefer gelen gardiyan yalnız değildi. Cezaevi ikinci müdürü ile arkasında beş– on tane gardiyanla gelmişti. İkinci müdür her ne kadar “Hasan GÜNDÜZ gelsin” dediyse de Cemal abi “Her ne söyleyecekseniz bana söyleyin” dedi. İkinci müdür siyasi koğuşların yapısını biliyordu. Siyasi odalarda işlerin nasıl olduğunu kendisi de bildiği halde “Cemal! Hasan Gündüz gelsin sen bu işe karışma” deyip bir nevi tehdit edercesine konuşuyordu. Sesindeki tehdit edici üslubu bizler bile fark etmiştik. Odadaki herkes ben dâhil havalandırmada konuşulanları dinliyorduk. Bazılarının kendisine hâkim olmakta zorlandığı her hallerinden belli oluyordu. Cemal abi, ikinci müdüre ne kadar nazik davranmaya çalıştıysa da ikinci müdür konuşma üslubunu daha da bir sertleştiriyordu. En sonunda Cemal abi de dayanamayarak ikinci müdürün anlayacağı bir dille konuşmaya başlayınca ikinci müdür;
–Niye sinirleniyorsun Cemal. Benim elimde de bir şey yok. Polislerin ellerinde savcılık kararı var. Benim de amirlerim var. Onlar ne derse ben onu yaparım. Ben de emir kuluyum. Ben sadece bir sorun çıkmaması için uğraşıyorum. Polislere “Hasan Gündüz’ü size veremem” diyemem ki. Siz Hasan Gündüz’ü güzellikle vermezseniz içeri asker sokar Hasan Gündüz’ü zorla alırız. Bu da sizin için iyi olmaz, dedi.
Cemal abi her ne kadar yapılanların hukuksuzluğundan söz ettiyse de ikinci müdür “Benim elimde bir şey yok. Ama istiyorsanız istediğiniz yere dilekçe yazıp hakkınızı arayabilirsiniz. Ama şimdilik Hasan Gündüz’ü almak zorundayız” dedi.
Konuşmalar artık tekrarlara girmişti. Cemal abi yapılanların haksızlığından ve hukuksuzluğundan söz ediyordu, ikinci müdür de kendisinin emir kulu olduğunu söyleyip duruyordu. Konuşmalar bazen hararetleniyordu. Cemal abinin kızdığını fark eden müdür, bu sefer de Cemal abiyi sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir yandan Cemal abiyi tahrik edip onu tehdit edip geri adım atmasını isterken, Cemal abinin sert tepkisini görünce ikinci müdür geri adım atmak zorunda kalıyordu. En sonunda her iki tarafta artık birbirleriyle konuşmaktan çok birbirlerine bağırmaya, birbirlerini tehdit etme noktasına gelmişlerdi. İkinci müdür içeri asker sokup Hasan Gündüz’ü zorla alırım diye tehdit ediyordu, Cemal abi de eğer öyle bir şey olursa olacaklardan sen sorumlusun diye ikicin müdürü tehdit ediyordu. Konuşulacak hiçbir şey kalmamıştı. İşler rayından çıkmıştı artık.
İkinci Müdür son olarak içeri asker sokmakla tehdit edip çekip gittikten sonra bu işin nereye varacağını tahmin ettiğimiz nice örnekler vardı önümüzde. Şayet asker içeri girerse bu işin sonu kanlı olacağı kesindi. Askerin uygulamaları ve tavrı belliydi.
Cemal abiyle konuşmak istediğimi söyleyince birlikte yukarı çıktık. Cemal abiye;
–Abi benim yüzümden arkadaşların zarar görmesini istemiyorum. Şayet asker içeri girerse ne olacağını sizler de en az benim kadar iyi biliyorsunuz. Bu yüzden gözaltına girmem arkadaşların iyiliği için daha iyi olur, diye düşünüyorum. Hem zaten idare bizim bu konudaki tavrımızı görmüş olması açısından ve sizin müdürle yaptığınız konuşmada tavrımız belli oldu, diye fikrimi paylaştım.
Cemal abi biraz düşündükten sonra bana hak verdi. Askerin zor kullanması durumunda arkadaşların da zor kullanacağı kesindi. Bunun sonucunda ne olacağını ise ancak Allah bilirdi. Cemal abi havalandırmadaki arkadaşları yukarıya çağırıp onlara durumu anlatarak, benim isteğim üzerine gözaltına girmemin daha iyi olacağını söylediğinde, buna karşı çıkanlar oldu. Cemal abi, bu kararın bana ait olduğunu söyleyip son söz hakkının da bana ait olduğunu odadakilere hatırlattı. Ben de Cemal abiyi doğrulayıp bu son kararın bana ait olduğunu söyledim.
Bundan böyle ne olacağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. En son ikinci müdür tehdidini yapıp gitmişti. Cemal abinin tavsiyesi üzerine bizler askerin baskın yapacağı şekilde hazırlık yaptık. Hepimiz olacaklar yüzünden gergindik. Sadece havalandırmada volta atıp duruyorduk. İkinci müdürün gidişinden yaklaşık yarım saat sonra Cemal abiyi dışardan tanıyan bir gardiyan mazgalı açtığında, Rıdvan abi mazgala koştu. Hepimiz havalandırmada konuşulanları dinlemek için kapıya kulak kesilmiştik. Mazgalı açan gardiyan Rıdvan abiden Cemal abiyi çağırmasını istedi. Konuşulanları duyan Cemal abi yukardan aşağı inip mazgaldaki gardiyan arkadaşıyla selamlaşıp birbirlerinin hal ve hatırını sorduktan sonra gardiyan Cemal abiye olacak olanları anlatıp benim polislere teslim edilmem için adeta Cemal abiye yalvarıyordu. Cemal abi bu gardiyan arkadaşına her ne kadar durumu anlatmaya çalıştıysa da bunun bir faydası olmayacağını biliyordu. En son benim işkence görmeyeceğime dair savcılıktan bir teminat karşılığında çıkabileceğimi söyleyince gardiyan arkadaşı buna çok sevindi. O da olacaklardan endişe ediyordu. Cemal abiyle dışardan dostlukları olması hasebiyle burada ona bir şey olması durumunda çevresine karşı yaşayacağı mahcubiyeti çok iyi biliyordu. Cemal abiden olumlu yanıt aldıktan sonra durumu müdüre bildirip geleceğim deyip mazgalı kapatıp gitti.
Hemen ardından ikinci müdür ve aralarında Cemal abinin arkadaşı olan gardiyan da olmakla birlikte beş–on tane de gardiyan mazgala geldi. İkinci müdür işkence görmeyeceğime dair Cemal abiye teminat olarak kendi sözünü gösteriyordu. Cemal abi her ne kadar bu teminatın savcılık tarafından verilmesini istediyse de müdür söz ve yeminlerle işkence edilmeyeceğine dair Cemal abiyi ikna etmeye çalışıyordu. En sonunda Cemal abi, Hasan abi hazırlan diye bana seslenince hemen kapı ağzında bitiverdim. Diğer arkadaşlar da kapı ağzına gelip bana destek olup hayır duası ve sabır dileyerek üzüntülerini bildirdiler. İkinci müdür kapının açılmasını istediğinde bu sorunu kavgasız gürültüsüz hallettiği için seviniyordu. Ama nasıl bir felaket atlattığını kendisi de çok iyi biliyordu.
Odadan çıkıp ikinci müdür ve gardiyanlar eşliğinde polislere teslim edilmek için çıkış tarafındaki idare bölümüne geldiğimizde birinci müdür odasında oturan iki sivil polis tarafından teslim alındığıma dair bazı evrakları imzaladıktan sonra beni teslim alan polislerle dışarda bekleyen polis otosuna bindirilip Çevik Kuvvete doğru yol aldık. On gün boyunca kaldığım Çevik Kuvveten bana fiziksel işkence yapılmadı. Ama psikolojik olarak neredeyse her gece sorgulanıp ailem başta olmak üzere tehdit edilip kendileriyle iş birliği yapmam için her yolu deniyorlardı. Benim idamla yargılandığımı sürekli olarak hatırlatıp bensiz ailemin başına neler gelebileceğini kendilerince bir varsayımda bulunup kendileriyle iş birliği etmem durumunda hem cezamın en asgari bir şekilde olması için yeni bir dosyayla birkaç yıl içinde dışarı çıkabileceğimi ve ailem için de maddi olarak her ne gerekiyorsa yapacaklarını vaat edip duruyorlardı.
Allah’ın yardımıyla onların tuzaklarına düşmedim. Her gece “(Derler ki:) “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize katından bir rahmet ihsan et! Şüphesiz sen, ihsanı en bol olansın.”[1] Ayetiyle Rabbime dua ederek ayaklarımı hak yolda sabit kılması için yalvarıp durdum.
On günüm bittikten sonra hazırladıkları yeni evraklara imza attıktan sonra beni tekrar cezaevine teslim ettiler.
Kaldığım odaya geldiğimde ise oda arkadaşlarımdan Cemal, Rıdvan, Ali, Mehmet ve Abdullah abinin gözaltına alınmamın dördüncü günü sevke gönderildiklerini öğrenince üzüldüm. Özellikle Cemal ve Rıdvan abimin sevke gönderilmelerinde, gözaltına alınmamda ikinci Müdürle giriştikleri sözlü tartışma etkili olmuştu. Bununla birlikte üç arkadaş gelmişlerdi. Onlar odadaki arkadaşlardan benim durumumu öğrenmişlerdi. Yeni gelen arkadaşlarla tanıştıktan sonra benim sağ salim gelişimle odadaki gergin hava yerini sevince bıraktı. Herkes etrafımda toplanıp gözaltında neler yaşadığımı sorup duruyorlardı. Üst kata çıkıp birlikte oturup hazırlanan çaylarımızı yudumlarken gözaltında kısaca neler yaşadığımı anlattım.
Gözaltına girmemden sonra Cemal abinin bu durumdan çok etkilendiğini bana söylemeleri beni üzmüştü. Cemal abi sevke giderken de oda arkadaşlarından benimle ilgili gelişmeleri kendisine mektupla bildirmelerini rica etmişti.
Gözaltından çıktıktan sonra geldiğim odam bana çok değişik gelmişti. Sanki giderken bıraktığım odam gitmiş yerine yeni bir oda gelmiş gibi kendimi yabancı hissettim. Neyse ki hâlâ tanıdık birkaç arkadaş kaldığı için şanslıydım. Onlarla yalnızlığımı biraz olsun unutabiliyordum.
Gözaltından çıktıktan sonraki dördüncü günün akşamında her zamanki gibi sayım saatinden sonra gardiyan mazgalı açtığında hepimiz yeni bir sevk dalgası olacağını hissetmiş gibiydik. Rıdvan’ın yerine kapıya Şahin bakmaya başlamıştı. Şahin kapıya bakmaya gittiğinde bizler de arkasından merdiven başında konuşulanlara kulak misafiri olduk. Bu seferki sevk dalgası çok büyüktü. Yeni gelen üç kardeşimizin dışında odadaki herkesin sevki çıkarılmıştı. Kimin, hangi cezaevine sevki çıktığı belli olamadığından, kendi aramızda konuşmaya ve tahminlerde bulunmaya çalışıyorduk. Bir yandan da sabah sevke gitmek için hazırlık yapıyorduk. Gece boyunca neredeyse hiçbirimiz uyumadık. Çayımızı demleyip son gecemizi sabaha kadar sohbet ederek geçirdik. İçimizde en çok üzülenler, yeni gelen üç arkadaştı. Onlara da teselli vermeye çalışıyorduk. Bazı arkadaşlar cezaevi tecrübelerini geride kalan üç arkadaşa anlatıp cezaevi idaresiyle ilişkilerinin nasıl yürütüleceği hakkında onları bilgilendiriyorlardı.
Sohbetin koyuluğundan mıdır bilinmez, ama bu gece çok çabuk geçmişti. Sabah namazı vakti gelmişti. Namazın ardından geri kalan eşyalarımızı da topladıktan sonra gitmek için artık gardiyanın gelmesini beklemeye başladık. Her zaman ki gibi saat 6,30’da gardiyan mazgalı açtığında ayrılık vaktinin geldiğini anlamıştık. Gardiyan ilk olarak Murat, Tarık, Şahin’in hazırlanmasını istedi. Bu şekilde bizi gruplar halinde çıkardıklarına göre, her grubun gittiği cezaevi de ayrı olacaktı demek ki. Uzun süreden beridir hiç ayrılmadığım Murat’tan şimdi ayrılıyordum. Bu ayrılık diğerlerine hiç benzemiyordu. İsmi okunan üç arkadaşla son kez vedalaşıp helalleştikten sonra gardiyanın kapıyı açmasıyla arkadaşlarımızı uğurladık. Ardından sevki çıkmış olan diğerlerinin ne zaman alınacağı gardiyana sorulduğunda “Şimdilik sadece bunlar var. Diğerlerini çağırırlarsa size haber veririz” deyip kapıyı kapatınca bizler beklemeye devam ettik.
Saat 6,30’da hazır olmamızı söyledikleri halde bizi saat 9,30 da aldılar. Gardiyan kapıyı açıp geri kalanları çağırınca hepimiz sevinmiştik. Hep birlikte aynı cezaevine gittiğimizi düşündük. Odada kalanlarla vedalaştıktan sonra odadan çıktık.
Cezaevi girişinde mahkûm kabul yerinde tekrar eşyalarımız arandıktan sonra ismi okunan kişi askerlerin olduğu tarafa geçip üst aramasının ardından kelepçelenerek iki asker eşliğinde ring aracına bindiriliyordu. (O zamanlar askerler mahkûmların ellerini zincirlerle kelepçeliyorlardı.) Tüm arkadaşlarımın isimleri okunup üst aramaları yapıldıktan sonra askere teslim edildikleri halde henüz benim ismim okunmamıştı. Askerler gardiyanlarla konuşup ayrılmaya hazırlanırken, gardiyanın yanına gidip “benim ismim yok mu?” diye sordum. Gardiyan;
Sen başka bir ringle gideceksin. Seni almaya gelecek olan ring henüz gelmedi. Geldiğinde seni de göndeririz, deyip yerime geçip oturmamı istedi.
Bu şekilde yalnız olarak başka bir cezaevine gideceğimi anlamış oldum. Ben nereye gönderileceğim hakkında düşünüp duruyordum. Yaklaşık olarak bir saat sonra cezaevinin girişine park eden ring aracından çıkan bir asker gardiyanı çağırıp; “Sevke gidecek bir mahkûmunuz varmış, onu hazırlayın hemen yola çıkalım” deyince, benden söz ettiklerini anlamıştım. Gardiyan askere beni işaret edip hazır olduğumu söyleyince, çok hızlı bir şekilde aramalarım yapılıp gardiyanlar tarafından askere teslim edilince, ellerimi zincirle bağlayıp beni ring aracına aldılar. Ringe girdiğimde bir başka mahkûmun içerde olduğunu gördüm. Buna şaşırmadım. Selam verip boş olan bir yere oturdum. Fazla beklemeden ring aracı hareket etmeye başladı.
Dışardan bakılınca sıradan bir minibüs gibi görünen cezaevi aracına girdiğimde gördüklerim karşısında dehşete kapıldım.
Minibüs özel olarak cezaevi için dizayn edilmişti. Mahkûmların giriş bölümü arkadandı. Aracın arka kapısı açılınca içerisinin kafesten hiçbir farkının olmadığını gördüğüm anda mahkûm olarak değerimizin ne olduğunu daha iyi anladım. Aracın şoför mahallinden itibaren kalan bölümü, kalın saçlarla iki kısma ayrılmıştı. Mahkûmların kalacakları kısımda karşılıklı olarak aracın her iki yan tarafına minibüslerin arka koltuklarına benzer iki koltuk monte edilmişti. Aracın pencereleri yerine on santim uzunluğunda otuz santim genişliğinde pencereler yerleştirilmişti. Bu pencereler dışardan iki santimlik kare şeklinde demirlerle kapatılmıştı. On–on iki kişilik olan mahkûm bölümü tekrar demir kapılarla kapatılıp kilitleniyordu. Aracın geri kalan tarafı askerler için ayrılmıştı.
Ringe bindikten sonra gideceğimiz cezaevinin yol güzergâhında bulunan yapılara ve çevreye bakmak için çok zor görünen dışarıyı seyretmek için pencereden etrafa bakmaya başladım.
Vakit öğleye geliyordu. Henüz nereye gittiğimizle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Yanımdaki mahkûmdan hangi cezaevinden geldiğini sorduğumda, bana “Urfa” deyince buna sevinmiştim. Urfa Cezaevi benim için isabetli olmuştu. 1994 yılında Hizbullah Cemaatine mensup olduğu için yakalanan abim o an için Urfa cezaevinde kalıyordu. Kendisinin yanına gitmem her ikimiz ve ailemiz için de iyi olacaktı.
Birlikte yolculuk yaptığım adli mahkûmla bir yandan sohbet ederken bir yandan da dışarıyı seyretmeye çalışıyordum. Kendiyle tanıştıktan sonra eroinden geldiğini söyleyince buna şaşırmadım. Ama adli mahkûm benim Hizbullah olduğumu öğrendikten sonra yol boyunca bir daha benimle konuşmadığı gibi oturduğu yerden bile kıpırdamaya korkar olmuştu. Ben de kendisine bundan sonra hiçbir şey sormadan yol boyunca dışarıyı seyrederek geçirdim.
[1] Al–i İmran Süresi 8. ayet