
Zindan Hatıraları-Umut
TAHLİYE UMUDU
Günler bir şekilde geçmeye devam ediyordu. Ta ki Adalet Bakanlığı 2003 yılının sonlarına doğru yeni bir yasal düzenlemeden söz edinceye kadar her şey yolundaydı. Yeni yasal düzenlemenin adı “Topluma Kazandırma” olarak medyada yer almaya başlamıştı. Bu yasal düzenleme, siyasi mahkûmları ilgilendirdiğinden bizler de bu yasal düzenleme hakkında haberlerde daha detaylı bilgi almak için neredeyse her saat başı haberleri dinler olmuştuk. Topluma kazandırma yasasını ilk olarak medyayla paylaşan zamanın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in yasayla ilgili ilk açıklamaları bizde de bir heyecana vesile oldu. Yasanın ilk taslağı birçoğumuzun tahliyesini gündeme getirmişti. Bu durum ister istemez hepimizde bir heyecana sebebiyet vermişti. Topluma kazandırma yasası günlerce medya tarafından konuşuldu. İçeriği ve kapsamı hakkında tüm bilgiler ortaya çıkmaya başlamıştı. Topluma kazandırma yasası belirginleştikçe bizim de umutlarımız daha bir yeşeriyordu.
Öyle ki bu sevinç ailelerimizi de etkilemişti. Aileler de Topluma kazandırma yasasıyla çıkacağımızı umut ettiklerinden bizim gibi seviniyorlardı.
Nasıl ki bizler içerde olduğumuz halde bir sevinç yaşıyorsak aynı şekilde de ailelerimiz ve dışarda yolumuzu gözleyen dava arkadaşlarımız da aynı sevinci yaşıyorlardı.
Adalet Bakanlığının Topluma kazandırma yasasıyla ilgili açıklamasının ardından muhalefet partileri de bu düzenlemeye karşı çıkmaya başlayınca, siyasi partiler arasında bir çekişme başladı. Topluma kazandırma yasası mecliste gündeme alındığında muhalefet partisinin eleştirileri doğrultusunda zamanın hükümeti geri adım atıp Topluma kazandırma yasasının içeriğini değiştirerek “Pişmanlık ve İtirafçılık” yasasına dönüştürdü.
Mecliste bu şekilde geçen Topluma kazandırma yasası hepimizi büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Rabbimizin takdiri dışında hiçbir şeyin olmayacağını biliyorduk. O yüzden Topluma kazandırma yasasının artık bizim için hiçbir anlamı kalmamıştı.
Ama işler bizim düşündüğümüz gibi olmadı. Topluma kazandırma yasası mecliste altı ay yürürlükte kalacak şekilde kabul edildikten sonra cezaevlerine bu yasanın bir metni gönderildi.
Bizler hâlâ kendi içimizde Topluma kazandırma yasasını konuşuyorduk. Bu yasanın nasıl bir şey olduğunu, yasanın artı ve eksilerini konuşup duruyorduk.
Öyle ki iki arkadaş bir araya geldiğimiz zaman sohbet konumuz Topluma kazandırma yasası olmuştu. Hobilerde bir araya gelenler ya da Kurslar vesilesiyle bir araya gelenler, her yerde Topluma kazandırma yasasını konuşuyordu.
İşin tuhaf yanı ise her birimizin bilgisi ya medyadan öğrendiklerimizdi ya da görüşçüler aracılığıyla duyduklarımızdan ibaretti. Oysa hiç birimiz Topluma kazandırma yasasıyla ilgili tam olarak bir şey bilmiyorduk. Sadece gönlümüzden geçenleri konuşuyorduk. Olmasını istediğimiz şeyleri savunup öyle olmasını diliyorduk.
Topluma kazandırma yasası cezaevlerine gönderildikten sonra cezaevi savcıları bu yasayı siyasi mahkûmlara anlatmak için cezaevine gelmişlerdi.
Bir sabah sayımından sonra cezaevi savcısı ve birinci Müdürü temsilcimiz olan arkadaşları çağırdıklarında, bizler de heyecanla karışık bir duyguya kapılmıştık. Kimimiz Topluma kazandırma yasasını savunurken, kimimiz bu yasaya karşı çıkıyorduk. Topluma kazandırma yasasını savunan da karşı çıkan da aslında neyi savunduklarını ve neye karşı çıktıklarını bilmiyorlardı. Her birimiz temsilci arkadaşlarımızın dönmesini sabırsızca beklemeye başladık. Temsilci arkadaşlar yaklaşık bir saat sonra ellerinde Topluma kazandırma yasasının bir metni ile geri dönmüşlerdi. Yeni yasal düzenleme sırasıyla her odaya gönderildi. Herkes yasayı okuma şansı buldu.
Temsilci arkadaşların cezaevi savcısı ve birinci Müdürüyle yaptıkları görüşmelerde konuştukları konu hepimiz tarafından duyulmuştu.
Topluma kazandırma yasasının göze çarpan en belirgin özelliği, bu yasadan faydalanmak isteyenlere bilgi verme şartı getirilmesiydi. Bu bilgi sıradan bir bilginin daha ötesinde bir şeydi. Adeta dalga geçercesine hazırlanmış, şeytanca bir yasaydı. Devletin istediği bilginin içeriği Topluma kazandırma yasasında şöyle geçiyordu: “Örgütü çökertecek bilgi.” Topluma kazandırma yasasını hepimiz okuduktan sonra bizden bu konu hakkındaki görüşlerimiz soruldu. Her birimiz kendi görüşlerimizi söyledik. Bu yasada ”Örgütü çökertecek bilgi” ibaresi olduğu müddetçe, bu yasadan faydalanmanın itirafçılıkla eşdeğer olduğu genel bir kanaat olarak benimsenmişti. Bununla birlikte daha değişik görüşler de ortaya çıkmıştı.
Temsilci arkadaşlar cezaevi savcısı ve birinci Müdürle tekrar konuşma talebinde bulundular. Topluma kazandırma yasasındaki bu ibarenin ne demek olduğunu ve bu maddenin mantıksızlığını anlatmak istiyorlardı.
Temsilci arkadaşlar cezaevi savcısıyla görüştüklerinde, yasadaki “Örgütü çökertecek bilgi” ibaresinin anlamını sordular. Oysa bu ibare gayet açık bir ibareydi. Cezaevi savcısı yine de üşenmeden bu maddeyi temsilci arkadaşlara anlatmıştı. Bu yasaya başvurmak isteyenler, örgütün darbe yemesine yarayacak bilgi vermeliydiler. Aksi takdirde yasaya başvuruları geçersiz olacakmış. Bu, şu anlama geliyordu. Yasaya başvuracak kişi, ilk olarak bilgi verecek, bu bilgi Adalet Bakanlığı tarafından İç İşleri Bakanlığı aracılığıyla emniyete ulaştırılacak ve emniyet birimleri operasyon yapıp örgüte ağır bir darbe vurmayı başarırsa, o zaman bilgiyi veren şahıs bu yasadan faydalanmaya hak kazanmış olacaktı.
Temsilci arkadaşlar cezaevi savcısına kendilerinin uzun bir süreden beri cezaevinde olduklarını hatırlattılar. Bu süre zarfında dışarda çalışmalarına devam eden mensubu oldukları Cemaatin faaliyetlerinden haberleri olmadıklarını söylediler. Bu durumda nasıl olur da bilmedikleri bir şey hakkında kendilerinden bilgi istenebileceğini sormuşlar. Temsilci arkadaşların bu hatırlatmaları karşısında cezaevi savcısı, bu yasal düzenlemenin “Örgütü çökertecek bilgi” maddesinin uygulanabilirliğinin kendi şahsi fikrine göre imkânsız bir şey olduğunu, ancak bu konuda elinden hiçbir şey gelmediğini söylemiş.
Medyada Topluma kazandırma yasası konuşulmaya devam ediyordu. Bizim aramızdan ise daha bir hararetli tartışmalar yaşanıyordu. En son alınan karara göre Topluma kazandırma yasasına başvuru için Cemaatin kararının beklenmesi uygun görülmüştü. Cemaatten gelecek karara kadar bu konu askıya alınmıştı. Hiç kimsenin gelecek olan karara kadar yasaya başvurmaması istendi.
Elazığ cezaevinde o zamanlar yaklaşık olarak 250–300 arasında bir sayıya ulaşmıştık. Gündemimiz Topluma kazandırma yasasıydı. Öyle bir duruma gelmiştik ki artık yasaya ilgili en küçük bir habere ilgi gösterir olmuştuk. Bu yüzden derslere ilgi azalmıştı. Herkesin kafası yasayla ve ne olacağıyla o kadar meşguldü ki okunan derslerden hiçbir şey anlamıyorduk. Bu yüzden tüm dersler belirli bir süre tatil edildi.
Derslerin tatil edilmesiyle birçok odada el işi başladı. Dışarıya çıkma umudu taşıyanlar bunca zaman yapmadıkları el işine merak sarıp ailelerine bir hatıra olsun diye el işi yapmaya başlamışlardı. Kimisi maket evler yaparken, kimisi maket gemi yapıyordu. Resim yeteneği olanlar ise tablo yapmaya başlamışlardı. Bu şekilde yasa hakkında fazla konuşulmasının önüne geçildiği için el işine müsamaha edilmişti. Yine de yasa hakkında konuşanlar hobide ve kurslarda konuşmaya devam ediyordular. Hobiler ve kurslar yasanın konuşulduğu ve üzerinde fikir birliği edenlerin bir araya geldikleri yerler olmuştu.
Bu da yetmezmiş gibi diğer cezaevlerindeki arkadaşlarla mektuplaşıp onların bulunduğu cezaevinde Topluma kazandırma yasasıyla ilgi neler düşünüldüğü öğrenilmeye çalışılıyordu. Herkes kendi fikrine göre birilerini arıyordu. Meğer diğer cezaevlerinde de durum bizim yaşadıklarımızdan pek de farklı değilmiş.
Elazığ cezaevinde bulunan bazı arkadaşlarımız Malatya DGM’sinde yargılanıyorlardı. Elazığ ve Malatya’da yakalanan arkadaşlarımız mahkeme için Malatya’ya gidiyorlardı. Geri kalanımız ise Diyarbakır DGM’sinde yargılanıyorduk.
Malatya DGM’sinde yargılanan bir dosyada bizimle ilgisi olmadığı halde tutuklanan birkaç kişi vardı. Onlar her ne kadar Hizbullah ile bağlarının olmadığın söylemişlerse de polisler daha fazla Hizbullah mensubu yakalamak adına onlar için de uydurma bir dosya hazırlayıp onların da Hizbullah mensubu oldukları hakkındaki dosyayı savcılığın önünü koyunca savcılık bu kişilerin tutuklanmalarına karar vermişti. Tutuklanan bu şahıslar, Elazığ cezaevine geldikten sonra Hizbullah mensubu olmadıklarını cezaevi idaresine bildirip adli odalarda kalmak istemişler, cezaevi de kabul etmişti. Onları memurlar koğuş olarak bilinen, memurlardan oluşan adli koğuşa yerleştirmişlerdi. Onlar da sonuçta memurdular.
Topluma kazandırma yasasının resmi olarak yasallaşmasının ardından adli odada kalan sözde Hizbullah mensubu olan şahısların avukatı, dışardan onlar adına mahkemeye başvurmuştu. Başvurudan bir gün sonra, kendilerini mahkemeye bile çağırmadan hiçbir bilgi istemeden tahliyelerine karar vermişti Malatya DGM’si.
Cezaevi Müdürü, bu durumu bize bildirip aynı durumda olan arkadaşlarımızın başvuruda bulunabileceğini söyledi. Bu haber çok kısa bir zaman içinde herkes tarafından duyuldu. Gündem, tekrar topluma kazandırma yasası olmuştu. Umutlar tekrar yeşermişti. Tahliye olma arzumuz adeta kamçılanmıştı. Duyduğumuz tahliyenin ardında her birimiz “Neden ben de tahliye olmayayım” diye içimizden geçirmeye başlamıştık.
Yasayla ilgili henüz Cemaatten bir haber gelmemişti. Bu yeni gelişme karşısında cezaevindeki arkadaşlar, kendi aralarında bu durumu değerlendirip yasanın nasıl uygulandığını bizzat görmek istediklerinden Malatya DGM’sinde yargılanan bir arkadaşın yasaya başvurmasını ve neticesine göre bir değerlendirme yapılmasına karar verdiler. Sonuçta bizim için yasaya başvurmamıza engel olan tek madde “Örgütü çökertecek bilgi” şartıydı. Bu şart uygulanmadığı takdirde her birimiz için tahliye şansı olabilirdi. Yasaya başvurumuzun önündeki tek engel kalkmış olurdu.
Alınan kararı uygulayabilmek için Malatya DGM’sinde yargılanan bir öğretmen arkadaştan yasaya başvurmasını istediler. Beraber kaldığımız bu öğretmen arkadaş, kendisinin böylesine riskli bir işe ön ayak olmak istemediğini söyleyip başka birini tercih etmeleri konusunda ısrarcı olduysa da, herkes sonuçta onun gibi düşündüğünden bu talebi ret edildi.
İkindi vakti Topluma kazandırma yasasına başvuru dilekçesini yazıp idareye verdi. Normal şartlarda dilekçeler sabah sayımında teslim edildiği halde yasaya başvuru dilekçeleri her vakit kabul edilir olmuştu.
Öğretmen arkadaşın cevabını sabırsızlıkla bekliyorduk. Yazdığı dilekçenin en azından bir haftadan önce gelmeyeceğini tahmin ediyorduk.
Ertesi gün ikindi namazını kılmaya durduğumuz bir anda, odamızın mazgalı açıldı. Öğretmen arkadaşın ismini çağırmaya başlayan gardiyan, hiçbir yanıt alamayınca namazda olduğumuzu anlayıp geri gitti. Hiç birimizin aklına dün yazdığı dilekçe gelmiyordu. Sıradan günlük işler için gardiyanın geldiğini tahmin ediyorduk.
Namazın ardından hepimiz alt kata indiğimiz sırada, gardiyan tekrar mazgalı açıp öğretmen arkadaşın tahliye olduğunu ve hazırlanmasını söylediğinde hepimiz şaşırmıştık. Bizden daha çok şaşıran ise yasaya başvuran öğretmen arkadaşımızdı. Bu haber tüm odalarda duyuldu.
Hiçbir bilgi istemeden yasadan faydalanılabileceği umutlarımızı yeşertmişti.
Bu sefer iki arkadaşın başvurmasına karar verilmişti. Yine Malatya DGM’sinde yargılanan iki arkadaş, ikindi vakti dilekçelerini yazıp gönderdiler. Hepimizin gündemi tahliye olan öğretmen arkadaş olmuştu. Nasıl tahliye olduğunu tam olarak öğrenmek isteyenler, bilenlere sorup konu hakkında bilgi sahibi olmak istiyorlardı. Bir nevi ön hazırlık gibi bir şey yaşıyorduk. Sıranın bize geleceği zaman ne yapacağımızı daha iyi bilmek adına herkes bu konuyu daha detaylı araştırıyordu.
Ertesi gün yine bir ikindi vaktinde yasaya başvuran iki arkadaşın da hiçbir bilgi talep edilmeden tahliye edilmelerinin ardından, bu sefer Malatya DGM’sinde yargılananların hepsine yasaya başvurmaları için izin çıktı. Malatya DGM’sinde yargılanan arkadaşların hepsi hiç tereddüt etmeden yasaya başvurdular. Bilgi şartı olmaksızın tahliye edildiler.
Şimdi cezaevi tahliyelerle çalkalanıyordu. Tahliyeleri duyan aileler, daha bir umutlanmışlardı. Dışarda tahliyeler duyulunca herkeste bir heyecan oluşmuştu. Elazığ cezaevindeki tahliyeler diğer cezaevlerinde de duyulunca şaşırmışlar. Henüz Cemaatten bir haber gelmediği halde yasaya nasıl başvurmuş olduklarını merak etmekle birlikte, asıl soruları mahkemenin bunları nasıl tahliye ettiğiyle ilgili bölümüydü.
Tahliyeleri duyan diğer cezaevindeki arkadaşlardan, Elazığ cezaevinde bulunan tanıdıklarına sık sık mektuplar gelmeye başlamıştı. Herkesin sorduğu soru aynıydı. Tahliyeler nasıl olmuştu?
Elazığ cezaevi dışındaki diğer cezaevlerinde henüz yasaya başvuru yapılmamıştı. Bu yüzden dışarda, Elazığ cezaevinden tahliye olanların nasıl tahliye oldukları hakkında şüpheler olmuştu. Öylesine dışlanmışlardı ki tahliye olanlardan birisi, yazdığı bir mektubunda bu durumu şöyle dile getiriyordu. “Tahliye olduğumu duyan arkadaşlar ve akrabalar beni ziyarete gelmedikleri gibi beni gördükleri her yerde bana itirafçı muamelesi yapmaları çok zoruma gidiyor. Her ne kadar onlara nasıl tahliye olduğumu anlatmaya çalıştıysam da her seferinde bana ‘Madem yasa itirafçılık değilse neden diğer cezaevlerindeki arkadaşlarınız da başvurmuyorlar?’ diyorlar. Bana bu şekilde davranılması benim zoruma gidiyor. Bazen verdiğim dilekçeyi geri alıp tekrar gelip kalan cezamı yatasım geliyor.”
Cezaevlerinde bulunanların büyük bir çoğunluğu Diyarbakır DGM’sinde yargılanıyordu. En çok merak edilen Diyarbakır DGM’sinin bu konuda nasıl bir yol izleyeceğiydi. Bunun için Cemaatin kararı bekleniyordu.
Tahliyelerin ardından Elazığ cezaevinde beklemek artık dayanılmaz bir durum olmuştu. Yıllardır zindanı mesken edinenler bir kararın alınması için bir müddet bekledikten sonra sıkılmışlardı. Her gün bu sıkıntılarını dile getirip cezaevindeki sorumlu arkadaşları rahatsız edecek duruma gelmişti. Bu yüzden kısa bir süre sonra bize “Bundan böyle kimse bize yasayla ilgili bir istekte bulunmasın. Biz, Cemaatin vereceği kararı bekleyeceğiz. Cemaat ne karar aldıysa ona uyacağız” dediler.
Bir süre kimse sorumlu arkadaşlara hiçbir şey söylemedi. Ama tüm odalarda konuşulan konu Topluma kazandırma yasasıydı.
Şimdiye kadar tahliye olanlar “Örgüt Üyeliği” nden ceza alanlardı. Müebbet ceza alanların durumu hâlâ muğlaklığını koruyordu.
Henüz Cemaatin verdiği karar tam belli olmadığından biz de ne yapacağımızı bilemiyorduk. Bu arada mahkemeye gidenlere hâkimler yasanın çıktığını başvurmak isteyip istemediklerini soruyordu. Böylesine bir soru karşısında nasıl bir cevap vereceğimizi bilemiyorduk.
Bazı arkadaşlarımıza; “Yeni bir yasa çıkmış yasaya başvurmak istersen seni tahliye ederiz” dediklerinde o anda arkadaş tahliyenin cazibesine kapılıp yasaya başvurmak istediğini söyledikten sonra tahliye ediliyordu.
Diğer cezaevlerinde de bu şekilde tahliyeler olunca, yasaya başvurulması için baskılar artmaya başladı. Hiçbir bilgi istenilmeden, hiçbir soru sorulmadan mahkeme tarafından tahliyeler “Örgütü çökertecek bilgi” şartının sadece kâğıt üzerinde yazılı bir ibare olduğu zannını oluşturmuştu bizlerde.
Her cezaevinde başvurular artınca, Diyarbakır DGM’si yasaya başvuruda bulunanları mahkemeye çağırıp “Örgütü çökertecek bilgi” karşılığında yasadan faydalanılabileceğini söylemeye başladılar. Oysa bundan önce bizzat mahkemenin kendisi arkadaşlarımızın başvuruda bulunmaları için teşvik ediyorlardı. Şimdi ise yasaya başvuranlardan bilgi istiyorlardı.
Bunun sinsice hazırlanmış şeytanca bir plan olduğunu öğrendiğimizde iş işten geçmişti. Mahkeme Örgütlerin yasaya başvurularını sağlamak için ilk başvurularda bulunanlardan hiçbir bilgi istemeden tahliye ederek diğerlerinin de yasaya başvurmaları için teşvik etmişti. Bir defa tahliye umudu mahkûmun kalbine düşmeye dursun. Artık onu hiçbir güç tutamaz.
Diyarbakır DGM’si bunu başarmıştı. Aramızda koskoca bir fitne ateşi yakmıştı. Kendi içimizde ikiye ayrılmıştık. Yasaya olumlu bakanlar ve yasaya itirafçılık gözüyle bakan yasa karşıtları olmuştuk.
Cemaat bu durumda yasadan faydalanılamayacağına karar vermişti.
Bundan sonra bilgi şartı olduğu müddetçe kesinlikle yasaya başvurulmayacağı kararı herkes için geçerliydi. Bu karar kalanlar için artık tahliye umutlarının şimdilik bittiği anlamına geliyordu.
Bu durumunun vahameti her geçen gün daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyordu. Bazılarımız Cemaatin aldığı karara karşı çıkıp yasaya başvuruda bulunmaya başladı.
Yasaya başvuranların kendilerince bir mazeretleri vardı. Kimisi ailesinin dışarda perişan olduğunu söyleyip bu yüzden tahliye olmak için mahkemenin kendisinden istediği bilgiyi vermekte hiçbir sakınca görmüyordu. Kimisinin de eşi “Ya yasaya başvurup tahliye olursun ya da bundan sonra senin ziyaretine gelmeyiz” deyip tehdit ediyorlardı. En acısı ise bazılarının “Ya yasaya başvurursun ya da seni boşarım” demeleri olmuştu. Eşlerini bu şekilde zor durumda bırakanlar, eşlerinden ne istediklerini zerre kadar bilmeyenlerdi. İstedikleri tek şey eşlerinin bir an önce ailesine dönmesiydi. Bazıları ise eşlerinin bu tehdidini ciddiye bile almıyordu. Eşlerine bu yasanın şartlarını anlatınca, hiçbir kadın eşinin kurtulması pahasına olsa bile eşlerinin davalarına ve arkadaşlarına zarar verecek hiçbir girişimde bulunmasını istemezlerdi. Buna rağmen yine de süreç çok zor ve sancılıydı.
Topluma kazandırma yasası bizim için tam bir imtihandı. İslam davası uğruna cezaevine girenlerin başına gelen bu zindan musibetine karşı, içimizdeki şüphe ve tereddütleri ortaya çıkarması açısından bakılınca, bunun bir Rahmet olduğu bile söylenebilir. Davaları uğrana zindan musibetini göze alanların imanlarının sınandığı bir süreçten geçiyorduk. Tahliye olabilmek sadece bir çift sözümüze bakıyordu. Davamızla tahliye arasında bir tercih yapma zamanıydı.
Şeytanın kıyamete kadar durmadan çalışıp inananları yollarından döndürmek için elinden geleni yapacağını biliriz. Bilmesine biliriz de her nedense yine de şeytanın sinsi vesveselerine aldanırız. Ortam tam da şeytanın vesvesesi için ideal bir ortamdı. Bizler ikiye ayrılmıştık. Yasaya başvurmakla vurmamak arasında elimizde hiçbir şerri delil yoktu. Her birimiz kendi bakış açımıza göre değerlendirip yasaya öyle bakıyorduk. “Örgütü çökertecek bilgi” şartını bile yine kendi bakış açımıza göre değerlendiriyorduk. Yasaya başvurmak isteyenler bu şartı bile görmezden gelip “Bizim vereceğimiz bilgiler zaten Devletin elinde fazlasıyla var. Bizim söyleyeceklerimiz kime ne zarar verebilir ki?” deyip kendileri için haklılık payı çıkarmaya çalışıyorlardı.
Dediklerinde bir noktaya kadar da haklıydılar. Devlet her birimizin vereceği bilgiden daha fazla bilgiye sahipti. Buna rağmen yine de bizden bu bilgileri istemesinin nedeni vardı. Her ne kadar yakalandığımız zaman gözaltında bizim için hazırlanan dosyalarda Cemaat yapısı ve çalışmasıyla ilgi birçok bilgiyle karşılaşmış olsak da bizden bunu teyit etmemizi istediklerinde, bunu kabul etmiyorduk. Bu dosyalarda bizim bildiğimizden daha fazla bilgilerle karşılaşıyorduk. Oysa bu yasa bizden, isnat edilen bu dosyaların doğru olduğunu kendi rızamızla kabul etmemizi istiyordu. Gözaltında yapılan işkencelere rağmen hiçbirimiz yapmadığımız şeyleri kabul etmezken, şimdi tahliye olmak adına kendimize ve dava arkadaşlarımıza iftira ediyorduk.
Mahkemeye giden arkadaşlarımıza hâkimler “Dosyanı kabul edip bunların doğru olduğu söylersen, seni yasadan faydalandırıp tahliye edeceğiz” sözlerine aldananlar, o an için tahliye olabilmek için nasıl bir şey yaptıklarını bile düşünmeden “Evet dosyamı kabul ediyorum” diyorlardı. Bu şekilde tahliye olanlar geride bıraktıkları arkadaşlarına nasıl zarar verdiklerini bile düşünmüyorlardı. Biri tahliye oluyordu, beşi ise ceza alıyordu. Ceza almalarına sebep olan delil ise yasadan tahliye olan arkadaşın kabulü gösteriliyordu.
Topluma kazandırma yasasının çıkış amacı örgütler arasında bir tefrika çıkarmak ve onları parçalamaktı. Devlet bunu başardı desek, herhalde yanlış demiş olmayız. Neredeyse cezaevlerinde bulunan tüm Siyasi örgüt mensupları arasında bizim yaşadıklarımıza benzer ikilik durumu ortaya çıkmıştı. Öyle ki bazı sol örgütler yasaya başvuran arkadaşlarını yakarak cezalandırıyorlardı. Böylelikle yasaya başvurmak isteyenlere engel olmaya çalışarak onlara gözdağı veriyorlardı.
Bizler her şeyde olduğu gibi bu yasa döneminde de İslam’ın dışına çıkmamak için elimizden geleni yapıyorduk. Yasaya başvurmak isteyenlerle konuşulup bunun yanlışlığı anlatılıyordu. Hâlâ yasaya başvurmakta kararlı olanlara ise “Madem yasaya başvurmakta kararlısınız, o zaman en azından dışarı çıktığınız zaman İslam’dan ve Müslümanlardan uzak durmayın. İslami yaşantınıza devam edin.” denilerek onlara yine hakkı ve sabrı tavsiye ediyorduk. Yasaya başvurmak isteyenlerin bulunduğumuz odadan çıkmaları, gidecekleri müşahede odasında dilekçe vermeleri kararı alınmıştı. Yasaya başvurmak isteyenler, artık aramızdan çıkarılmayı göze almak zorundaydılar.
Devlet, çıkardığı bu yasayla istediği hedefe ulaşmadığını açıklıyordu. Çıkardığı bu yasayla dağdaki teröristleri aşağı indireceğini düşünüyordu. Ama bu planları akim kalmıştı. Örgütten çok az kişi bu yasadan faydalanmıştı. Devlete göre Topluma kazandırma yasasının akim kalmasının sebebi örgütün bu yasaya başvuru yapanlara karşı uyguladığı şiddet ve öldürme tehdidiydi.
Topluma kazandırma yasası altı ay yürürlükte kalmak üzere çıkarıldığı için her geçen gün yasaya başvurular azalıyordu. Neredeyse yasaya başvuru yapanlar bitmişti. Devlet, başka bir planını daha uygulamaya koydu.
Cezaevlerindeki durumu bilen devlet, yasaya başvurmak isteyenleri örgüt baskısından uzak tutmak için cezaevlerindeki örgüt mensuplarını Türkiye’nin değişik uzak yerlerine sürgüne göndererek cezalandırdı. Memleketlerinden ve ailelerinden uzaklara sürgün gidenler yaşadıkları bu zulme lanet etseler de önlerinde onlara bir çıkış gibi duran Topluma kazandırma yasası daha cazip gelmeye başlamıştı. Devlet için bir kişinin bile mensubu olduğu yapıya ihanet etmesi bir başarıydı. O yüzden her türlü yolu ve metodu mubah görüyordu. Yaptığı sevk zulmüyle ailelerin neler yaşayacağı ise umurunda bile değildi.
Cezaevlerinde iki tip mahkûm var. Bir hükümlü olanlar; onlar yargılanmaları bitmiş ve cezaları onaylanmış olanlardı. Diğeri ise tutuklulardı. Tutuklular ve hüküm özlü; halen mahkemesi devam edenlerdi. Yargılanmaları devam ettiği için henüz devlet tarafından tam bir suçlu muamelesi görmüyordu. Yargılanma sonucunda suçsuzluğu da ispatlanabilirdi.
Elazığ cezaevinde bulunan arkadaşlarımızın geneli Diyarbakır ve Batmanlıydı. Kendi memleketimizde olmak istiyorduk. Ailelerimizin daha rahat bizi ziyaret etmesi için en çok istediğimiz şeylerden biriydi bu isteğimiz. Ama Diyarbakır’daki cezaevi siyasi mahkûmlara kapatılmıştı. Yakalanan siyasi mahkûmlar çevre illerdeki cezaevlerine gönderiliyordu. Elazığ, Bingöl, Urfa, Mardin, Batman gibi yerlere gönderilen mahkûmların her biri, Diyarbakır DGM’sinde yargılanıyorlardı. Mahkeme zamanında kaldıkları cezaevlerinden Diyarbakır’a getirilip götürülüyorlardı.
Yıllardan beri Diyarbakır’da yeni bir cezaevinin yapılacağı konuşuluyordu. Ama nedense on yıla aşkın bir süredir var olan bu inşaat bir türlü bitmek bilmiyordu. Ta ki bu Topluma kazandırma yasasıyla birlikte Diyarbakır’daki inşaatı bitmeyen cezaevinin bitirilmesi için çalışmalar hızlandırılmıştı. Çok kısa bir süre içinde açılacağı konuşuluyordu.
Oysa Diyarbakır’da açılacak olan bu cezaevinin inşaatında çalışmış olan tanıdıklarımızdan gelen bilgiler çok ürperticiydi. Kimisi;
–Yer altında daracık odalardan söz ediyordu. Kimisi de;
–Hiçbir insanın kalamayacağı kadar ürpertici tablolar çiziyorlardı.
Şimdi cezaevinde ikinci bir gündemimiz olmuştu. Yakında açılacak olan Diyarbakır cezaevi. Her gün cezaeviyle ilgili yeni bir haber duyuyorduk. Ne hikmetse duyduklarımızın hepsi olumsuz yöndeydi. Cezaevi değil de sanki bir işkence üssü gibi anlatılıyordu. Yapılış amacının örgüt mensuplarının aralarındaki bağı koparmak olduğunu düşününce, bunun cezaevinden çok bir işkence üssü olduğuna inanıyorduk.
Topluma kazandırma yasasının üzerinden neredeyse üç ay gibi bir zaman geçmişti. 2003’ün son günlerini yaşıyorduk. Aralık ayının yirmi dördüncü günü sabah namazını kıldıktan sonra yatmaya hazırlanırken, cezaevinin ana koridorunda/Malta’da gürültüler gelmeye başladı. Ardından açılan oda kapılarının çıkardığı sesler tüm cezaevine yayılıyordu. Bu durum hepimizin dikkatini çekmişti. Ne olduğunu öğrenmek için kapıya bakan arkadaş oda kapısını çalmak üzereyken, odamızın mazgalı açıldı. Mazgalı açan gardiyan elindeki listeden bazı isimler okuyup onların Diyarbakır D Tipine sevk edileceğini söyleyince hepimiz şok olduk. Daha başka kimlerin olduklarını sorduğumuzda elindeki on iki kişilik bir listeyi bize gösterdi. Sevki çıkanlardan biri de bendim. Sevki çıkarılanlar, tutuklu olanlardan seçilmişti. Bu yüzden abimle tekrar ayrılmak zorunda kalmıştık. Abim hükümlü olduğu için bir daha kendisiyle ne zaman ve nerede bir araya gelebiliriz, ancak Allah bilirdi. Ama şimdi asıl sorun bu durum karşısında ne yapılacağıydı. Diyarbakır D Tipi Kapalı Cezaevinin açılacağını bekliyorduk, ama bu kadar çabuk beklemiyorduk.
Cezaevi idaresinden birinci Müdürle birlikte cezaevi komutanı odalarımızı ziyaret edip bu sevkin yapılması gerektiğini söylüyor sorun çıkmaması için de arkadaşlarımızla görüşüyorlardı. Sabah erken saatlerinde bu şekilde ani bir baskınla sevk kararının Bakanlık tarafından kararlaştırılmış olduğunu, karşı konulması halinde zorla bile olsa bu sevklerin gerçekleştirileceği talimatları aldıklarını söylediler. Ana koridor/Malta baştan sona sağlı ve sollu olarak robokop giysilerini giymiş askerle doldurulmuştu. Her türlü müdahale için hazır bekliyorlardı.
Arkadaşlarımız, yapılan sevkin cezaevi idaresiyle hiçbir alakası olmadığını biliyordu. Bu tür sevklere Bakanlıkça karar veriliyordu. Ve Bakanlık sevklerin her ne şekilde olursa olsun yapılmasını, gerekirse zor kullanılmasını bile istiyordu. Cezaevlerinde tek söz sahibi kendisi olduğunu kanıtlamak istercesine her türlü baskıyı mubah görüyordu.
Bunu bildiğimizden bizi askerle karşı karşıya getirmeye çalışan Bakanlığın oyununa gelmemek için sevklere gitmeyi kabul ettik. Bu durum cezaevi Müdürü ve cezaevi komutanını çok sevindirmişti. Aksi takdirde zor kullanmak zorunda kalacaklardı ki bunu onlar da istemiyorlardı.
Sevke gitmek için hazırlanmak üzere bize biraz süre vermelerinin ardından sevki çıkan arkadaşların aldıkları karara saygı gösterip hiçbir sorun çıkarmadan hazırlanmaya başladık.
Odadan çıktığımızda başka bir cezaevine değil de sanki tekrar işkenceye gider gibi hissediyorduk. Diyarbakır D Tipi Kapalı cezaevi hakkında duyduklarımız bir bir aklımıza geliyordu. Bizi teselli edecek en küçük olumlu bir şey arıyorduk, ama yoktu. Duyduklarımız hep iç karartıcı şeylerden ibaretti.
Hazırlığımız bittikten sonra oda arkadaşlarımızla vedalaşıp odadan çıktık. Sevki çıkanlar tek tek odalarından çıkmaya başlamıştı. Hepimiz cezaevinin giriş bölümünde aramaların yapıldığı yerde bir araya geldik. Eşyalarımızın aranması gardiyanlar tarafından yapıldıktan sonra askere teslim edildik. Cezaevi komutanı bizzat bu sevklerle ilgileniyordu. Bizim hiçbir sorun çıkarmadan sevkleri kabul edişimize o kadar sevinmiş olmalı ki, askerlerinden, bize karşı ellerinden geldiğince yardımcı olmalarını istiyordu.
Askerler ellerimize taktıkları kelepçeleri bile gevşek tutmuştular. Bizi incitmemeleri için gevşek tutulan kelepçeler ve askerlerin ilgisi gözümüzden kaçmıyordu.
Cezaevinden çıkıp Diyarbakır’a doğru yol aldığımızda, askeri akrep diye tabir edilen silahlı araçların önümüzde ve arkamızda bize eşlik ettiklerini gördük. Bu, işi çok ciddiye aldıklarını gösteriyordu.
Diyarbakır’a vardığımızda memleketimize gelmenin sevincini yüreğimizde hissettik. Bunu bir tek ben mi hissettim, yoksa diğer arkadaşlarda benim gibi duygulandılar mı bilmiyorum. Bunu sorup öğrenme durumum yoktu. Yol boyunca D Tipi Kapalı Cezaevinde ne tür bir karşılamayla karşılaşacağımızı bilmediğimizden, olabilecek tüm durumları düşünüp hangi durumda nasıl bir tavır sergileyeceğimizi konuşuyorduk.
D Tipi Kapalı Cezaevine giriş yaptığımızda, cezaevinin fiziki yapısının bile diğer gördüğümüz cezaevlerinden farklı olduğunu görünce duyduklarımızın haklılık paylarının olduğunu düşünmeden edemedik. Cezaevinin arka tarafında mahkûm giriş bölümünden cezaevine giriş yaptık. Ringlerden indirilip giriş kapısının önünde cezaevine giriş işlemlerimiz için bekletildik. Bizi D Tipine teslim eden Elazığ askerleri, görevlerini yapıp bizi sağ salim D Tipine teslim ettikten sonra cezaevinden ayrıldılar.
Bizler giriş bölümündeki mahkûm kabul yerinde tek tek eşyalarımızla ilk kez XRAY cihazından geçerek cezaevine girdik.
Gardiyanların bize karşı davranışları gayet normaldi. Herhangi olumsuz bir şey görünmüyordu. Tabi asıl korktuğumuz ise yer altında yapıldığını duyduğumuz hücrelerdi. Bu hücreler insanın çürümesi için düşünülmüştü adeta.
Gardiyan bir yandan arama yaparken, bir yandan da aramalarını bitirdikleri arkadaşı cezaevi doktoruna götürüyor, sağlık muayenesinden sonra odalara gönderiyorlardı.
Üzerimizdeki paraları emanet paraya teslim ettikten sonra bize bankamatik benzeri bir kart verdiklerinde, bunun da bir ilk olduğunu gördük. Daha önce kaldığımız cezaevlerinde de hesabımıza gelen paralar cezaevi mutemedi tarafından hesabımıza geçirilirdi. Bu şekilde cezaevi kantininde alış veriş yaptıkça yaptığımız alış verişlerin parası hesabımızdaki paradan kesiliyordu. Bununla birlikte görüşçülerimizin cezaevi idaresine emanet etmeden gizleyip bize getirdikleri paradan da harcama yapmamıza göz yumuluyordu. Ta ki bu durum da istismar edilip bazı adli odalarda oynatılan kumar ve benzeri şeyler yüzünden Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü aşamalı olarak cezaevinde para bulundurmayı yasaklayarak kumar ve benzeri şeylerin önüne geçmek için adım attı. Asıl önemlisi ise mahkûmlar adına yatırılan paralar bankaya yatırılıp ondan da gelecek olan faizle cezaevinin havuz sistemine aktarılmasına karşı elimizden hiçbir şey gelmiyordu.
Bize verilen kartların üzerinde sadece dosyalarımızın seri numarası dışında hiçbir işe yaramıyordu.
Aramam yapıldıktan sonra doktor kontrolünden sonra bana eşlik eden gardiyan, beni üst kata çıkardı. Cezaevi giriş bölümünün karşısında resepsiyon gibi dizayan edilen bölümde durup benim hangi odaya verildiğimi sordu. O anda ben cezaevinin farklı olan fiziki yapısına bakıyordum. Cezaevinin tam da orta yerinde resepsiyonu olan bir yer çok tuhafıma gitmişti. Bir an için cezaevine değil de otele gelmişim gibi zannettim.
Gardiyan hangi odaya verildiğimi öğrendikten sonra kendisini takip etmemi söyleyip yürümeye başladı. Ben, hâlâ etrafıma bakmakla meşguldüm. Ama nasıl bir yapı olduğunu çözemedim. Gardiyana sorma gereği duydum. “Burası nasıl bir yer böyle? Nereye gittiğimizi bile anlamadım” dedim. Gardiyan;
–Normaldir. Biz yaklaşık altı aydır buradayız, ama hâlâ hangi odanın nerede olduğunu tam bilmiyoruz. Çok karıştırıyoruz. Merak etme zamanla alışırsın, dedi.
Beni B/3–2 odasına getirdiğinde odada ben den önce gelen Rahmetli Musa ÖZER abi vardı. Beni karşılayıp karşılıklı birbirimizin hal hatırını sorduktan sonra kendisinin de dün Batman’dan getirildiğini öğrendim.
Kaldığımız blokun koridorunda üç oda bulunuyordu. Her bir odaya giriş kısmında “Güvenlik koridoru” denilen bir aradan sonra tekrar bir kapı ile odaya giriliyordu. Alt katta bulunan üç odanın bir birleriyle bağlantısı yoktu. Havalandırmaya çıkınca üst katta bulunan odalardaki arkadaşları görebiliyorduk. Onlarla bu şekilde de olsa görüşmek bizi yalnızlık hissinden kurtarıyordu.
Üst katta da aynı şekilde üç oda bulunuyordu. Her üç odanın aynı alt kattaki gibi güvenlik koridorları vardı. Ama onların avantajları gündüzleri tüm odaların kapıları açılıyordu. Her üç oda bir havalandırmaya çıkıyorlardı. Akşam havalandırma kapanınca odalarda kalanlar kendi odalarına çekildikleri zaman, birbirlerinden ayrılıyorlardı. Üst katta bulunanlar alt kattaki her üç odayı görebiliyor onlarla konuşabiliyorlardı.
Geldiğim oda tek katlı bir odaydı. Tuvalet ve banyosu birdi. Tek kişilik olan ranzalar yerlere monte edilmişti. Elbise dolapları iki pencere arasında kalan boşlukta yerlere vidalanmıştı. Odalar krem renginde yeni boyanmıştı. Odanın ilk sakinleri bizlerdik. Mutfak tezgâhı ve üzerinde demirden bir mutfak dolabı asılmıştı. Oda üç kişilikti. Üç kişiye göre idare ederdi, ama tuvalet ve banyonun içiçe olması, her zaman sorundu. Bu sorunun devam edeceği belli olmuştu. Havalandırması ise diğer kaldığım odalara göre daha genişti. En güzel yönü ise havalandırma duvarlarının fazla yüksek olmamasıydı. Gökyüzünü daha rahat görebildiğim için o anda kaldığım diğer cezaevlerinde nasıl bir nimetten mahrum kaldığımızı daha iyi anlayabiliyordum. Odanın tek kat olması, hiç alışık olmadığımız bir durumdu. Genelde kaldığımız cezaevlerinde odalar yemekhane ve yatakhane olmak üzere iki katlı olurdu. İki katlı olmasaydı bile iki kısım olurdu. Ama burada yemekhane, yatakhane, tuvalet ve banyo tek bir oda içinde bulunuyordu. Bunun nasıl bir sorun olduğu o an için bile aklıma geldi, ama yapacak hiçbir şeyimiz yoktu.
Boş olan iki ranzadan birine yerleşip oda arkadaşımla yeni odamıza alışmak için odanın düzeni ve eksikliklerini tamamlamak hakkında konuşuyorduk. Odanın üç kişilik olması, üçüncü kişinin de en kısa zamanda geleceğini gösteriyordu.
Henüz odaya geleli birkaç saat olmuştu ki üst katımızdaki arkadaşlar Musa abiye seslendiler. Musa abi havalandırmaya çıktığında üst katta bulunan arkadaş;
–Musa abi Elazığ’dan bazı arkadaşlar gelmiş senin yanına gelen oldu mu? Diye sordu.
Musa bana işaret edip dışarı gelmem için el işareti yapınca, ben de dışarıya çıktım. Üst katta bulunan arkadaşı tanımıyordum. Kendilerinin iki gün önce Diyarbakır E tipinden geldiklerini söyledi. Benim geldiğimi duyan tanıdık arkadaşlar vardı. İsmimi duyunca hemen pencereye gelip benim hal hatırımı sordular. Ben de burada tanıdık yüzler görmenin sevincini yaşıyordum.
Cezaevine gelişimiz ve hangimizin hangi odada kaldığı çok kısa bir süre sonra herkes tarafından bilinir olmuştu. Birkaç günlük cezaevinde bölgedeki diğer cezaevlerinden getirilen mahkûmları boş olan odalara dağıttıklarından herkes birbirine yardımcı olma adına gelenleri sorup diğer arkadaşlara haber veriyorlardı. Bu şekilde kimin nerede kaldığını öğrenebiliyorduk. Ben den önce oraya gelen dosya ortağım Murat Kaya’nın hangi odada kaldığını öğrendikten sonra kendisine selam gönderdim.
Henüz cezaevinin fiziki yapısının nasıl olduğunu çözememiştim. Çok değişik bir yapısı olduğu kesindi. Alt katların havalandırmaları cezaevinin avlusuna bakarken üst katların havalandırmaları iç tarafta kalıyordu.
Ama Elazığ’da duyduğumuz gibi yer altına girmediğimiz için de seviniyorduk.
Odama yerleşmek için pek acele etmiyordum. Geceler uzundu ve ben ringin verdiği bir yorgunlukla kendimi halsiz hissediyordum. Üzerime sinen ringin mazot kokusu burnuma her gelişinde kendimi daha kötü hissediyordum.
Ringin mazot kokusundan kurtulmak için tek ihtiyacım olan banyoydu. Sıcak suyumuz olmadığı için Musa abinin kantinden aldığı Semaverde su ısıttım. İki defa ısıttıktan sonra onları banyodaki boş olan kovaya boşaltarak suyu ılıklaştırabilmiştim. Banyo yapıp çamaşırlarımı soğuk suda yıkadıktan sonra kendimi rahatlamış hissettim.
Aralık ayının son demleri havalar tam soğumuştu. Odamızdaki kalorifer kendisini ısıtacak kadar ısınmıştı. Odamızın içi dışarısı gibi olmasa da yine de iliklerimizde soğuğu hissedebiliyorduk. Musa abi benim banyodan çıkmamın ardından üzerime kalın bir şey giymemi tembihledi. Kaloriferlerin akşam yandığını gece kapandığı söyledi. Kendisi kabanı üzerinde olduğu halde ranzasında oturuyordu.
Banyodan çıktıktan kısa bir süre sonra hararetim dinince üşümeye başladım. Üzerime kalın bir şeyler giymekle beraber montumu giymek zorunda kaldım.
İkindi namazının ardından içtiğimiz çay içimizi ısıtmıştı. Kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Çayın tadı mı, yoksa memleketin havası ve suyundan mıdır bilmem, çay bana çok güzel gelmişti. Bir yandan çaylarımızı yudumlarken bir yandan da Musa abi ile konuşuyorduk. Musa abiyle konuştukça meğer birbirimizi gıyaben tanıdığımız ortaya çıkmıştı. Sohbetimiz daha bir koyulaşmıştı. Öyle ki akşam namazı vaktine kadar önümüzdeki semaverdeki çayların eşliğinde sohbet edip durmuştuk.
Akşam yemeğinin ardından yavaş yavaş yatağımı yapmaya başladım. Boş olan elbise dolabından birine yerleştikten sonra Yatsı namazının ardından yorgunluğumu hissettim. Erken yatma gibi bir alışkanlığım yoktu. Ama gözlerimden uyku akıyordu. Bunun nedenini farklı bir güne ve farklı bir tempoya bağlıyordum. Bu tür durumlar hepimizin başına geldiği için bunun geçici bir durum olduğunu biliyordum. Yine de Musa abiyi yalnız bırakmamak için gece on bire kadar uyumamaya çalıştım. Gece on bir de Musa abi yatma hazırlığı yaptıktan sonra ışıkları kapatıp yattık.
Gecenin yarısında yağmur şiddetini artırmıştı. Yağmur taneleri odanın camına inatla vurmaya başlamıştı. Musa abi yatağından kalktı. O an için sesten rahatsız olduğu için Musa abinin uyandığını zannettim meğer cama vuran yağmur suları camdan süzülüp odanın içinde birikmişti. Yerlere namaz için serdiğimiz battaniyelerimiz ıslanmıştı. Musa abinin battaniyeleri kaldırmaya çalıştığını fark ettiğimde ben de yataktan çıkıp ışıkları açtım ve Musa abiye yardım etmeye çalıştım.
Yerdeki battaniyeler, üzerlerinde namaz kılınmayacak kadar ıslanmışlardı. Odanın tam orta yerinde biriken yağmur sularını nasıl temizleyeceğimizi düşünüyorduk. Oda içinde suyolu yoktu. Ancak havalandırma kapısı açık olduğu zaman suyu dışarı atabilirdik. Ya da yerdeki suyu sünger ve bezleri şeyler aracılığıyla bir kaba alabilirdik. Biz de öyle yaptık. Yerdeki yağmur sularını bezler ve bulaşık süngeri yardımıyla boş bir kaba alıp yeri kurutmaya çalıştık. Musa abi;
–Yarın bir dilekçe yazıp ilk işimiz pencerelerden gelen sular için bir çözüm bulmak olsun, dedi.
Yağmur inadına durmak bilmiyordu. Biz yeri temizledikçe yağmur suları pencerelerden içeriye süzülmeye devam ediyordu. Pencere kenarlıklarına bıraktığımız bezler çok kısa bir zamanda ıslandıktan sonra sular bu defa bezlerden süzülüp odanın içine birikiyordu.
Bu şekilde yağmurla baş edemeyeceğimizi anladıktan sonra sabah namazının ardından tekrar son bir temizlik yapıp yataklarımızda uyumaya çalıştık.
Günün ilk ışıkları ile yağmur durdu. Sanki yağmur geceyle sözleşmiş gibiydi. Gece boyunca durmadan yağan yağmur, gündüz olunca kesilmişti. Bunu düşününce Rabbimin ayetleri geldi aklıma. “Korku ve ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları meydana getiren O'dur.”[1] Bu ayet gece yaşadıklarımız özetler gibiydi. Cezaevinde her zaman yaşadığımız bir şeydi korku ve ümit. Her iki zıt duyguyu o kadar çok yaşıyorduk ki onların zıt olduklarını bile unutur olmuştuk.
O zamanlar yargılandığımız DGM’ler bizi idam cezasıyla yargılarken bizler Rabbimizden ümit kesmemiş, O’nun engin rahmetine güven duyuyorduk. Bizi ayakta tutan tek şeydi belki ümit etmek. Neyi ümit ettiğimizi de bilmiyorduk. Tahliye olma ümidimizi yitirmiştik. Bir daha özgür kalamayacağımızı tahmin edebiliyorduk, ama yine de Rabbimizden her zaman ümitliydik. Korku ve ümit bizim manevi azığımızdı ve öyle olmaya devam ediyor.
Sabah sayımını kahvaltı masasında verdik. Gardiyanların çok acele işleri varmış gibi odaya girmeleri ve çıkmaları bir olmuştu. Gerçi sayılacak bir sayımız yoktu. Sonuçta iki kişiydik. İki kişiyi saymak için ne tür bir beceri gerekir ki? Musa abi yağmur sularının içeriye girdiğini belirten dilekçeyi gardiyana verip bir de durumu ona sözlü olarak anlatıp bu işin üzerin durmasını rica etti.
Gardiyanların her yerde durumu aynıydı. Tamam deyip dilekçeyi Musa abinin elinden aldığında bu işin uzayacağını hissetmiştim. Kahvaltının ardından dışarıda soğuk bir hava olmasına rağmen havanın açık olmasından istifade ederek dün gece ıslanan battaniyeleri dışarıya astık.
Sabah vakti alışkın olduğumuz dersler olmadığı için kendimi bir an için boşluktaymışım gibi hissettim. Musa abi Kur’an’ını alıp masada okumaya başlayınca, ben de onun yaptığı gibi yapıp Kur’an okumaya başladım. Kur’an’dan bir cüz bitirip kalktığım zaman Musa abi “Hasan hoca bir çay demle beraber içip içimizi ısıtalım” dedi.
Çayı demlemek için semaveri çalıştırmıştım ki odamızın kapısı açıldı. İlk aklımıza gelen, yağmur suları için verdiğimiz dilekçe için teknisyenin gelmiş olabileceğiydi. Odamızın kapısı açıldığında, elinde eşyaları ile bir arkadaşımız içeri girdi. Kendisini karşılayıp elindeki eşyalara yardımcı olduk. Biraz soluklanması için kendisine müsaade ettikten sonra Musa abi;
–Hangi cezaevinden geliyorsun, diye sordu. Yeni gelen arkadaş;
–Bingöl cezaevinden geliyorum. Benimle birlikte abiler ve birkaç arkadaş daha geldik.
Musa abi “Abiler” lafını duyunca, Musa abinin gözleri parlamıştı. Yeni gelen arkadaşın abilerden kastı, o zamanlar cezaevinde olan Cemaatimizin Rehberi Edip GÜMÜŞ ile halen cezaevinde olan Hacı BAYANCUK abilerdi. Onların da en kısa zamanda kaldıkları Bingöl cezaevinden buraya geleceklerini bekliyorduk, ama bu kadar erken olabileceğini beklemiyorduk. Çünkü henüz cezaevi sistemi oturmamıştı. Yollarda hâlâ güvenlik sorunu vardı. Bu yüzden onların gelişlerini daha geç bir vakitte bekliyorduk.
Abilerimizin gelişi cezaevinde ayrı bir heyecan oluşturmuştu. Onlarla görüşmek, sohbet etmek imkânımız olacaktı. Bu, bizi de heyecanlandırıyordu.
Yeni gelen arkadaş yolculuklarının nasıl geçtiğini anlatırken ben de çayı demledim. Musa abi gelen abilerimizin durumunu ve onların sıhhatlerini sorduktan sonra, yeni gelen arkadaş kendisini tanıtınca, Musa abiyle birbirlerini gıyabında tanıdıkları ortaya çıkmıştı. Tıpkı dün Musa abiyle konuşunca birbirimizi gıyabında tanıdığımız gibi.
Biz Cemaat mensupları arasında yaygın olan bir durumdu bu. Birbirimizi gıyaben tanırız da ismen pek birbirimizi çıkaramayız. Bazen tanıdığımız birinin ismi söylenildiği halde onu tanımadığımızı bile söylediğimiz çok olmuştur.
Musa abiyle dışardayken hiç karşılaşmamış, onunla hiç tanışma imkânımız olmamıştı. Ama birlikte hizmetlerde bulunduğumuz arkadaşlarımızdan onun ismini sıkça duyardık. Aynı şekilde Musa abi de beni tanımadığı halde ben den bir şekilde haberdar olmuş, hakkımda kısa bir bilgi sahibi olmuştu. Şimdi cezaevinde aynı odayı paylaşınca birbirimizi aslında tanıdığımız ortaya çıkıyordu. Büyük ihtimalle yeni gelen arkadaşın durumu da benimkinden farklı değildi.
Yeni gelen arkadaşa yardım edip yatağını düzenledik ve dolabına yerleşmesine yardım ederek bir an önce yerleşmesi için elimizden geleni yapmıştık.
Odamızın sayısı tamamlanmıştı. Şimdi geriye kalan tek bir şey vardı, dersler! Derslerin başlamasıyla her şey eskisi gibi olacak kaldığımız yerden devam edebilecektik. Musa abi derslerin bir an evvel başlamasını istiyordu. Yeni gelen arkadaşın Arapçası ve eğitimi bizden daha önde olduğu için ben de seviniyordum. Ders alabilecek ve kaldığım yerden Arapçaya devam edebilecektim.
İkindi namazının ardından çay yaptık. Soğuyan havada içimizin biraz olsun ısınmasını umuyorduk. Kabanlar ve montlar üzerimizde olduğu halde kendi odamızda üşüyorduk. Bazen dışarının, tüm soğukluğuna rağmen odamızdan daha sıcak olduğuna şahitlik ederdik. Bunun sebebi, odadaki demirbaş eşyaların neredeyse hepsinin demirden yapılmış olmasından kaynaklanıyordu. Ranzalarımız, elbise dolaplarımız, kapı ve pencerelerimizin yanı sıra mutfak dolabımız bile kalın saçtan yapılmıştı. Her tarafımız bu kadar demirlerle çevrilmişken odanın ısınması neredeyse imkânsız gibi bir şeydi. Kalorifer ısısına karşı, odada bulunan diğer demirlerin soğukluğu daha ağır basmaktaydı. Soğuk hava ve sıcak havanın alan mücadelesinde galip gelen hep soğuk hava oluyordu. Kimi zaman iliklerimize kadar hissettiğimiz soğuk hava yüzünden okuduklarımızdan bile hiçbir şey anlamıyorduk. Dişlerimizin birbirine çarpması sonucu çıkardığımız sesler aramızda gülüşmelere neden oluyordu. Bu durumda yapılacak tek şey ellerimizi ovuşturup oda içinde hızlı adımlarla tur atmaya çalışmaktı. Bu belki de ısınmak için tek yoldu.
Çayımızı yudumlarken Musa abi yeni gelen arkadaşa;
–Yarından itibaren derslere başlasak nasıl olur? Diye sordu.
Bu soruyu beklemeyen arkadaş, o an için şaşırmıştı. Daha yeni birbirimizi tanıyorduk. Ders için biraz daha bekleyip birbirimizi daha iyi tanıdıktan sonra, der gibi bir Musa abiye bir bana baktı. Ama hiç tereddüt etmeden;
–Ben bu odada fazla kalmayacağım. Abilerin bulunduğu odaya geçeceğim. Birkaç gün sonra belki de en fazla bir hafta içinde abilerin odasına geçmeye çalışacağım. O yüzden derslere hiç başlamasak daha iyi olur, dedi.
Aslında arkadaşın dediği mantıklıydı. Çünkü yeni bir cezaevinde herkesin bir şekilde dağıtıldığı bir ortamdaydık. Herkes uyuştuğu arkadaşıyla bir araya gelmek için fırsat kolluyordu. Ben bile dosya ortağım olan Murat Kaya ile bir araya gelmek için bir fırsat kolluyordum. Bu fırsatın ne zaman olacağını bilmiyordum. Ama bir an önce gerçekleşmesi için dua ediyordum. Böyle bir düşünce içindeyken derslere başlamak bana da mantıklı gelmiyordu. Musa abi;
–Abiler benim burada olduğumu duyduklarında beni yanlarına çağıracaklar. Benim de bu odada fazla kalma gibi bir niyetim yok. Lakin bu ne zaman gerçekleşir, idare ne zaman oda değişikliğine izin verir, bilmiyoruz. O yüzden her geçen günü dolu ve hayırlı bir şekilde geçirmek için hiç vakit kaybetmeden derslere devam etmeliyiz. Şayet ayrılsak bile gittiğimiz yerde de derslere kaldığımız yerden devam ederiz, dedi.
Ne tuhaf ki Musa abinin bu sözleri de bana mantıklı geliyordu. Hangi odaya gidersek gidelim ders programımız değişmeyecekti. Buna rağmen yine de dersler için pek hevesli değildim. Belki de yeni odama alışamadığımdan olsa gerek, bir müddet daha dersler olmadan devam etme taraftarıydım. Ama asıl buna karar verecek olan kişi bize ders verecek olan yeni arkadaştı. Son söz her zaman hocaya aitti. Arkadaşımız Musa abinin tüm ısrarlarına rağmen derslerin ertesi gün değil de, oda değişikliğinin yapıldığı Cuma gününden sonra, şayet bir değişiklik olmazsa başlayacağını söyledi. Musa abi, arkadaşın derslere pek istekli olmadığını anladığından olsa gerek arkadaşın önerisini istemeyerek de olsa kabul etti.
Konuyu değiştirip Bingöl cezaevinin şartlarını ve sahip oldukları imkânlarının ne olduğunu sordu yeni gelen arkadaşa.
Her üçümüz de üç değişik cezaevinden geliyorduk. Kaldığımız cezaevlerinin şartları ve ne gibi imkânlara sahip olduğumuzu konuşup yaşadığımız şartları değerlendirdik. Her cezaevinin kendi şartları ve imkânları vardı. Türkiye’deki tüm cezaevlerinde şartlar ve imkânlar çok değişikti. Aynı genelge ve yönetmenlikle yönetilen cezaevlerinin arasındaki bu farklılık, bazen cezaevinin birinci Müdürünün düşüncelerinden kaynaklandığı gibi, bazen de zaman içinde cezaevinde meydana gelen olumsuzluklara karşı alınmış olan tedbirler neticesinde yapılan yasaklamalardan kaynaklanıyordu.
Bazı birinci Müdürler kurumlarındaki mahkûmların daha iyi şartlarda cezalarını çekmeleri için ellerinden geleni yapıp onlar için rahat edebilecekleri veya rehabilete olabilecekleri imkânlar sağlamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Sorumlu oldukları kurumları cezaevinden ziyade bir iş yurduna çevirmek için çalışıp hizmet etmek için çabalıyorlardı. Bazı birinci Müdürler ise mahkûmları toplumun zararlı ve hastalıklı bireyleri ya da insan muamelesini bile hak etmeyen mahlûklar olarak gördüklerinden, onları daha fazla cezalandırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Uygulamaların farklılığı bu anlayıştan kaynaklanıyordu.
Örneğin bir cezaevinde mahkûmların sosyal faaliyetler çerçevesinde sportif aktiviteler ve kütüphane faaliyetlerinden faydalanmaları için imkân tanındığı halde, bir diğer cezaevinde mahkûmlar sosyal faaliyetlerden mahrum edilebiliyor, ya da bu faaliyetlerden oldukça kısıtlı bir şekilde faydalandırılıyorlardı.
Bunların yanı sıra bazı cezaevlerinde mahkûmların odalarında el işi yapmalarına müsaade edilirken bazılarında ise oda içinde el işi yapmak bile yasak edilip el işi malzemelerinin odaya girmesine engel oluyorlardı. Bunun yerine haftada birkaç saat atölyeye çıkmaları gerektiği söylenilip mahkûmun tek uğraşı olan el işinden kendisini mahrum ediyorlardı. Bunların yanı sıra her cezaevinin yasakları bile farklıdır. Farklı gerekçelerle farklı şeylerin yasaklandığı birçok cezaevi vardır.
Mesela üzümden şarap yapan bazı mahkûmlar yüzünden o cezaevinde üzüm çok rahat bir şekilde yasaklanabiliyor. Birkaç kişinin istismar ettiği bir şey yüzünden sayıları yüzlerce olan diğer masum mahkûmlar da bu yasak kapsamına alınıyor.
Adana F tipinde firar eden bir mahkûm yüzünden Türkiye’deki tüm cezaevi duvarlarının dikenli tel örgülerle çevrilmesi gibi…
Ya da koli aracılığı ile ayakkabı içinde cezaevine sokulmak istenen esrar ve benzeri bir şey yakalandığı için artık o cezaevinde koli aracılığı ile gelen ayakkabıların yasaklanması gibi. Bunlar gibi binlerce örnek var. Kalemtıraşların kesici bıçağı yüzünden bazı cezaevlerinde yasak olarak kabul edilmesi mesela… Her cezaevinin yaşadıkları bu tecrübeler zamanla diğer cezaevlerine de yansıyor.
Jiletlerin yasaklanmasının sebebi, mahkûmun kendisine zarar vermesini önlemektir.
Bunların yanı sıra her bölgedeki cezaevleri bir nevi kendi kültürlerini de yansıtırlar. İlin veya ilçenin kültürünün cezaevinde yansımalarını görmek mümkündür. Gerek cezaevinde çıkarılan yemekler, gerekse o toplumda kabul veya ret edilen alışkanlık kendisini gösterir. Mahkûmun cezaevinde çalgı aleti ve benzeri aletleri alma hakkı var. Bulunduğu oda içerisinde bu aletleri kullanabilir. Bir cezaevinde personelin gözünde çalgı aletleri çalmak ve onlarla eğlence düzenlemek sıradan ve takdir edilen bir meziyetken, bir başka cezaevinde bu türden şeyler bayağı olarak görülüp toplumu yozlaştırdığına inanıldığı için çalgı aletleri ve benzeri aletlerle eğlence düzenlenmesine asla izin verilmemektedir.
Cezaevlerinin farklılıklarını konuştuğumuz her bir arkadaşımız, anlattıklarına bakarak zamanla edindiğim tecrübeler, her cezaevinin artıları ve eksilerinin olduğudur. En sıkı cezaevinin bile mahkûm için artı denilebilecek bir yönü mutlaka vardır. En iyi cezaevinin de eksi denilecek bir yönü olduğu gibi.
Konu, kaldığımız diğer cezaevlerindeki şartları konuşmakla sürüp gitti. Çayın verdiği sıcaklıktan mıdır yoksa konunun üzerinde hararetle yapılan konuşmalardan mı bilmem, ama ısındığımı hissediyordum.
Her üçümüzün de merak ettiği tek şey bu yeni yerimizde ne gibi şartlara sahip olacağımızdı. Henüz bunu bilmiyorduk. Öğrenmek için zamana ihtiyacımız vardı. Zaman ise belki de cezaevinde en çok sahip olduğumuz bir şeydi. Zamanı her ne kadar değerlendirmek adına elimizden geleni yapsak da günün yirmi dört saati sadece bize aitti.
Ailemizin rızkını temin etmek için işe gitmiyorduk. Çalışmak, para kazanmak, gelecek için planlar yapmak bizim için imkânsızdı. Dost ve akraba ziyaretleri, bazen can sıkıntısını atmak için yürüyüşe çıkmak gibi bir lüksümüz de yoktu. Kısaca dışarda bizi meşgul eden ve zamanımızın çoğunu harcamak zorunda kaldığımız şeylerden hiçbiri cezaevinde yoktu. Günün yirmi dört saatini bir odada, oda arkadaşlarıyla geçirmekle gidecek yerimizin olmaması bize epey boş zaman sağlıyordu.
Cezaevinde sadece boş zamanımız mı çoktu? Aslında sahip olduğumuz sadece zaman değildi. Zamanla birlikte sahip olduğumuz gençlik ve sıhhati de göz önüne almamız gerek. Genç yaşta olduğumuz ve henüz aklımız ve hafızamız hâlâ öğrenmeye meraklıyken bunları da değerlendirmemiz gerekiyordu. Çünkü biliyorduk ki sahip olduklarımız bize Rabbimizin bir lütfudur. Ve sahip olduğumuz diğer her şey gibi zaman ve gençliğimizden de sorgulanacağız.
Nitekim ibni Abbas (r.a) peygamber efendimizden şöyle buyurduğunu rivayet ediyor. “Beş şey gelmeden evvel beş şeyi fırsat bil:
- Ölüm gelmeden önce hayatının,
- Hastalık gelmeden önce sağlığının,
- Meşguliyet gelip çatmadan önce boş vaktinin,
- İhtiyarlık gelmeden önce gençliğinin,
- Fakirlik gelmeden önce zenginliğinin.”[2]
Diyarbakır D Tipi yeni açılan bir cezaevi olduğu için her gün bölge cezaevlerinden yeni yeni mahkûmlar gelmeye devam ediyordu. Cezaevinin kapasitesi 750 kişiydi. Bu kişilerin hangi cezaevlerinden geleceği daha önceden belirlendiği için cezaevi personeli her gün gelen mahkûmların yerleştirilmesi için seferber edilmişlerdi. Yeni gelen mahkûmların eşyalarının en ince ayrıntısına kadar aranıp içeriye yasak bir maddenin girmemesi için yapılan sıkı aramalar ve mahkûmların cezaevine kabulü aşamasında yapılan işlemler zaman aldığından, mahkûmlar peyderpey olarak cezaevine geliyorlardı. Mahkûm kabul işlemleri bitmeden cezaevinde hiçbir faaliyetin başlamayacağını biliyorduk. Bir arkadaşımızın dediği gibi “Gardiyanlar iki işi bir arada yapamazlar.” Ya da bir gardiyanın dediği gibi “Bir tavuk iki yumurta birden yapmaz.”
Arkadaşın dediği gibi Cuma günü değişiklikler yapılmayınca, derslere başlamaya karar verdik. Her gün Musa abiyle arkadaştan ders almak için bir program yapıldı. Günlük olarak her zamanki gibi sabah kahvaltısının ardından saat dokuzda Arapça grameri kırk beş dakika ardından on beş dakika mola, daha sonra Arapça fıkıh, o da en az bir saat sürecekti. İkindi namazından sonra ise Kur’an–ı Kerim’i tecvidli okumak için bu sefer Musa abi bize ders verecekti. Geri kalan boş vakitte ise herkes kendisince Risale-i Nur Külliyatından istediğini okumak koşuluyla günlük bir şeyler okunması kararlaştırıldı.
Ders programımız belli olduktan sonra Musa abiyle alacağımız derslerin müzakere vaktini de konuşup uygun bir vakit belirledik.
Gündüzlerimizi derslerimize ayırmıştık. Gündüzün neredeyse her vakti bizim için doluydu. Geriye bir akşamları kalıyordu ki kışları akşam vakitlerinin uzunluğunu göz önüne alırsak epey bir vaktimiz kalıyordu.
Akşam namazının ardından yemek yiyip çay içiyorduk. Yatsı namazının vaktine kadar çaylarımızı bitirmiş oluyorduk. Yatsı namazının ardından hiç de alışkın olmadığımız bir sessizlik odaya hâkim oluyordu. Her birimiz gece vaktine kadar kendi ranzamıza çekilip kendi özel ilgi alanımızla meşgul oluyorduk. Musa abi elindeki Arapça kitabının yarınki alacağımız dersine göz atıp dersi daha iyi anlamak için defalarca dersini okurken, diğer arkadaş ise yarın anlatacağı dersi okuyordu. Ben ise akşamları derslerle uğraşmak yerine Urfa cezaevinde edindiğim tefekkür saatimi hiç aksatmadan bu alışkanlığıma devam ediyordum. Şimdilerde düşünüyorum da acaba o zamanlar tefekkür yerine ben de Arapça derslerime gereken ilgiyi göstermeyerek hata mı ettim, diyordum. Bunu her düşündüğümde, içimden hiçbir pişmanlık duymamamdan olsa gerek bu alışkanlığımı sürdürmeye devam ediyorum.
Aylar mı çabuk geçmişti, yoksa bize mi öyle geliyordu bilmem ama birlikteliğimizin ikinci ayını da geride bırakıyorduk. İki aydır birlikte üç kişilik bir aile olmuştuk. Zaman zaman üst kattaki arkadaşlarla konuşup sohbet etmenin de etkisiyle iki ay bir göz açıp kapama kadar kısa bir sürede geçmişti. Hâlâ diğer cezaevlerinden mahkûmlar gelmeye devam ediyordu. Bu yüzden hâlâ cezaevinde hiçbir sosyal faaliyet başlamış değildi. Başgardiyanlarla yapılan görüşmelerde sosyal faaliyetlerin en kısa zamanda başlaması için ısrarcı olduğumuz her defasında bize; “Yakında başlar ve emin olun ki başladığı zaman sizler bile o kadar yoğun olacaksınız ki odanızda oturma fırsatınız olmayacak” derlerdi.
Arkadaşların, cezaevi idaresiyle geliştirdiği güzel bir diyalog vardı. Bu diyalogun bozulmaması için bir süre daha beklemenin daha hayırlı olacağı kararı verilmişti. Hepimiz alınan karara saygı duyup karar gereğince idareden bir müddet daha sosyal faaliyet talebinden vazgeçmiştik.
Kaldığımız cezaevlerinde İslami kimliğimizin bize verdiği güzel ahlak sayesinde cezaevi idaresiyle her zaman güzel bir diyalog geliştirebiliyorduk. Bir abimiz bize her zaman şu tavsiyede bulunuyordu: “Bizler her nereye gidersek gidelim, her zaman takınacağımız tavır bir tebliğcinin takınacağı tavır olmalı. İdareye giden arkadaş idareden bir hak veya taviz koparmak peşinde olmamalı. Her ne kadar temsilci olan arkadaşın gayretleri arkadaşlarımızın rahatı için idareden bazı taleplerde bulunsalar da asıl görevlerinin tebliğ olduğunu unutmasınlar” sözleri olurdu.
Cezaevinde olduğumuz sürece abimizin ettiği nasihat çerçevesinde idare ile ilişkilerimizde hep bir tebliğci ve davetçi gibi davranmaya çalıştık. İdareden talep ettiğimiz şeylerin belki de birçoğunu elde edemedik, ama elde ettiklerimizi de Rabbimizden bize bir lütuf olarak verildiğinden şüphemiz yoktu. Rabbimizin buyurduğu gibi “And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.”[3]
Diyarbakır D Tipinde en rahat ettiğimiz konu, hiç şüphesiz görüşçülerimizin pek bir zahmet çekmeden geliyor olmalarıydı. Bu durum hem görüşçülerimizi hem de bizi sevindiriyordu. Daha önce kaldığımız cezaevlerinde kapalı görüşlerimiz ancak yılda birkaç kez gerçekleştiği halde şimdi her hafta kapalı görüşçülerimizin geliyor olması hepimiz için iyi bir moral oluyordu.
Bir saatlik kapalı görüşler ses geçirmeyen çift camlar ardında dinlenen telefonlar aracılığıyla da gerçekleşse de, yine de ziyaretçilerimizi görmemiz bize yetiyordu. Hani bazen sözlerin anlamsızlaştığı ve sadece gözlerin konuştuğu anlar olur ya, işte kapalı görüşlerde bunu hep yaşardık. Konuşmadan sadece birbirimizi görmenin verdiği haz bir başkaydı.
Kendi memleketimizde olmamızın bir diğer avantajı ise akrabalarımızdan bizi ziyaret etmek isteyenlerin rahatça geliyor olmalarıydı. Daha önce kaldığımız uzak cezaevlerinde yolun uzunluğu ve yolculuğun meşakkati yüzünden gelemeyenler sık sık olmasa da geliyorlardı. Bu, akrabalık ilişkilerimiz acısından güzel bir gelişmeydi. Bizim için D Tipi kapalı Cezaevi bir rahmet olmuştu.
Dışardayken kopma noktasına gelen akraba bağlarımızı tekrardan sağlamlaştırma imkânı bulmuştuk. Kendimizi rahat ifade ettiğimiz cezaevinde artık akrabalarımızdan saklayacak hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Mensubu olduğumuz Cemaatin ismini onur ve gururla taşıyıp kendimizi “Hizbullah” olmaktan gizlemeden konuştuğumuz için rahattık artık.
D Tipi Kapalı Cezaevinde sayımız üç yüze varmıştı. Görüş kabinlerinin yetersizliği nedeniyle görüşlere iki blok olarak çıkıyorduk. Her blok için belirlenen bir saat vardı. Saati dışında gelen görüşçüler kesinlikle kabul edilmeyip kapıdan geri çevriliyorlardı. Bazen cezaevi idaresi görüş saatinin başladığı anda içeri giriş yapanlar dışında, saatinde gelen görüşçülerin beş dakika gibi bir süre geç gelmelerini bahane edip ziyaretçilerimizi geri çeviriyorlardı. Cezaevi idaresinin bu şekilde davranması aramızda ilk gerilimin çıkmasına neden oldu. Neyse ki sorun, saati dışında gelenlerin görüş saatine kadar görüş yapmaları kararlaştırılıp bu gerginlik de güzellikle çözülmüş oldu.
Açık görüşler bir salon içinde kameralar ve askerlerin gözetimi altında yapılıyordu. Zamanla kameraların yaptığı bir işte askerlerin gereksizliği anlaşılınca artık açık görüş yerlerine askerlerin girmesine gerek olmadığına karar verildiği zaman bu bizim için güzel bir gelişmeydi. Ailelerimizle görüş yaptığımız zaman başucumuzda duran asker yüzünden aile edebi ve mahremiyeti zedeleniyordu. Askerin başucumuzda değil de biraz ötede durması için neredeyse her açık görüşte tartışıyor olmuştuk. Askerin bu konuda suçu olmadığını bildiğimiz halde sadece istediğimiz aile mahremiyetine biraz saygıydı.
D Tipinin yapılmasındaki amacın, “Terör Örgütlerinin aralarındaki bağı koparmak” olduğunu biliyorduk. Bunun için cezaevi idaresi aramızdaki bağı kesebilmek için çaba sarf ediyordu. İlk olarak her odada bir kişiyi çağırıp bir toplantı yapmak istediklerini söylediler. Buna karşı biz, kendi aramızda seçtiğimiz temsilci arkadaş dışında kimsenin gitmeyeceğini söyledik. Cezaevi idaresi temsilci arkadaşımızı kabul etmekten kaçınıyordu. Temsilciliği, “Örgütsel bir faaliyet olduğu” gerekçesiyle kabul etmek istemiyorlardı. Biz ise Cezaevi idaresine karşı tavır aldık. İdare bizden kimi çağırdıysa, çağrılarına cevap vermedik. Görüşmeleri gereken kişinin temsilci olduğunu söyleyip onları temsilcimize yönlendiriyorduk. Her oda alınan karara uyuyordu. Cezaevi, temsilci arkadaşı kabul etmekten kaçındığı için cezaevi idaresiyle aramızda bir gerginlik havası daha oluşmuştu. Her iki taraf aldığı karardan geri adım atmıyordu. İş uzadıkça uzuyordu. Sonunda cezaevi Müdürü, durumu cezaevinden sorumlu olan Savcıya bildirdi. Cezaevi Savcısı, yanında ikinci Müdürlerden ve başgardiyanlardan birini alıp tek tek odalarımızı dolaşıp bizimle konuşarak bir yandan üstü kapalı tehdit ediyor, bir yandan da bizi kendi kararlarımızı verecek aklı başında insanlar olarak gördüğünü söyleyip sorunlarımızı dinlemek için burada bulunduğunu söyleyerek kendisine sorunlarımızı anlatmamızı bekliyordu. Savcı, gittiği her odada yaptığı tehdit ve konuşmaların boş bir çaba olduğunu anladı. Bu, onu çok sıkmış olacak ki en son gittiği odadan da farklı bir tavırla karşılaşmayınca içindekilerini dökerek şöyle dedi: “Arkadaşlar, eğer şu anda kaldığınız odalarda biraz olsun rahat ediyorsanız, devletin sayesindedir. Sizin için inşa edilen bu cezaevinin amacı örgütlerin eli silahlı adamlarını bu cezaevinin alt katında hazırlanan güneş görmeyen odalarında çürütmektir. Ama devlet size bir şans daha vermek için şimdilik yerin altındaki odaları boş bırakarak sizi bu odalara yerleştirdik. Ama siz hâlâ Örgütle birlikte hareket etmekte diretip duruyorsunuz.” Ona cevap veren arkadaşımız;
–Sayın Savcı, bizler müebbet hapis cezasına razı olmuş insanlarız. Sahip olduğumuz İslam davası için kendi canımızdan vazgeçeli yıllar oluyor. Eğer sizin dediğiniz gibi içimizde bir pişmanlık olsaydı eğer, bu durumu daha gözaltında dile getirip bu zindan hayatından kurtulabilirdik. Kaldı ki bizi tehdit ettiğiniz yerin altıdaki odalarınız bize yerin üstü gibi gelir. Bizi korkuttuğunuz hayattan bizler daha vahimlerini göze aldık. Bizler bu dünya hayatından vazgeçeli yıllar oluyor. Bu dünya hayatı sizin olsun bizler ahiretimizin peşindeyiz. Devlet yaptığı zindanları bize minnet etmesin. Asıl minnet edecek olan bizleriz. İslam’a düşmanlığı ile bilinen Mürted bir örgütün saldırılarına karşı vatandaşlarını koruması gerekirken halkını bile korumaktan aciz olan devlet yaptığı cezaevleri ile bizi bir kez daha cezalandırmasını ise ahirete bırakıyoruz, dedi.
Savcı hiç böyle bir karşılık beklemediği için olsa gerek, bir de o an için arkadaşların saldırılarından korkarak işi biraz daha yumuşatmaya çalışmış sonra da istediğini elde edememenin mağlubiyetiyle arkadaşlara veda edip ayrılmış.
Kısa bir süre sonra cezaevi idaresi, Savcının yaptığı girişimin de sonuçsuz kalmasının ardından cezaevinde huzur istediği için temsilci arkadaşımızı kabul ettiğini ve görüşmek için kendisini çağırdığını duyduğumuzda, birlikte neler yapabileceğimize bir kez daha şahit oluyorduk.
Temsilcimizin kabulünün ardından sosyal faaliyetler ve beklenilen oda değişikliği taleplerimiz makul talepler olarak görüldüğünden kabul edilmişti. Şimdi her birimiz birlikte kalacağımız arkadaşlarla bir araya gelmek için ayarlamalar yapmaya başlamıştık. Herkes birlikte kalacağı arkadaşın isimlerini temsilci arkadaşa veriyordu. Ben de dosya ortağımla bir araya gelmek için onun ismini vermiştim. Aynı şekilde dosya ortağım da benimle bir araya gelmek için ismimi vermişti. Birlikte kaldığım Musa abi ve diğer arkadaş, abilerimizin bulunduğu odalara gideceklerinden emin oldukları için hiçbir tercih yapmamışlardı.
Daha tercihlerimizi yapma aşamasındaydık ki temsilci arkadaşın gönderdiği haber bizi şaşırtmıştı. Gelen habere göre “Musa abi hazırlansın birazdan abilerin olduğu B/1 e gidecek” denilmişti. Bu duruma Musa abi o kadar sevinmişti ki sanki aylardır bu anı bekliyormuş gibi heyecanlanmıştı. Nasıl heyecanlanmasın ki yıllardır görmediği abileri göreceğinin heyecanını yaşıyordu. Musa abinin eşyalarını daha hazırlamadan gardiyan mazgala gelip “Musa Özer hazırlan B/1 e gidiyorsun” dediğinde bir an önce Musa abiyi sevdiği dava arkadaşlarına abilerimize kavuşturmak bu vuslata bir son vermek adına ben ve diğer arkadaş ellerimizi daha çabuk tuttuk. O kadar kısa bir zamanda hazırlanmıştı ki gardiyan daha kendi yerine varmadan kapı ziline basıp gardiyanı tekrar çağırmıştık.
Gardiyan Musa abinin hazır olduğunu görünce kapıyı açtı. Musa abiyle her ne kadar tekrar buluşup karşılaşacağımızı bilsek de edindiğimiz adet gereği kaldığımız süre zarfında istemeyerek de olsa birbirimiz üzerinde bazı haklarımız olduğundan helalleşip onu uğurladık. Onun gidişinden sonra odada iki kişi kalmış olmamızdan mı, yoksa Musa abinin o güzel ve tatlı muhabbetinin yokluğundan mıdır bilmem, kendimi çok yalnız hissettim. Oysa daha önce kaldığım cezaevlerinde oda değişikliği yapıldığında hiç böyle bir hisse kapılmamıştım.
Oda değişikliği başlamıştı. Çok kısa bir süre sonra biz de birbirimizden ayrılacaktık. Bunu biliyorduk, ama o an için istediğimiz bir şey olduğundan, bunun bir an önce gerçekleşmesi için sabırsızlanıyorduk.
Musa abinin ardından derslere ara verdik. Çünkü şunun şurasında birlikte kalacağımız birkaç günümüz vardı. Bu günleri sohbet ederek geçirmek ve biraz da kafamızdaki beklentiler yüzünden derslerin verimli olamayacağını da bildiğimizden derslere ara vermiştik.
Ben dosya ortağımla bir araya gelmeyi beklerken dosya ortağım Kalp rahatsızlığı nedeniyle savcılıkça tahliye edildi. Dosya ortağımla bir araya gelmeyi beklerken, bu tahliye beni daha çok mutlu etti. Her ne kadar birlikte cezaevinde kalma imkânı bulamadıksa da tahliye olması benim için en büyük mutluluktu.
Oda değişikliği yapılacağı gün, ortağımın olmadığı bir kısma gitmek zorunda kaldım. Ortağım için gittiğim odada şimdi o yoktu. Başka bir yer talep ettiysem de tüm düzenlemeler yapıldığı için bu talebim, şimdilik idare etmem söylenerek, ertelendi.
Yanımdaki arkadaş, beklediği gibi abilerin olduğu B/1 e gideceği söylenince, keyfine diyecek yoktu. Neredeyse tüm odalarda arkadaşlar yer değiştirmişti. Belki birkaç oda bunların dışındaydı. Geri kalan tüm odalar değişmişti.
Bizim için ayrılan A, B, D ve I blokundaki tüm arkadaşlar yer değiştirmişlerdi. A ve B bloku yan yanayken D bloku Mürted Örgütün kaldığı kısımda kalıyordu. I bloku ise arka orta kısımda her iki bloktan daha bağımsız bir yerdeydi.
Yapılan oda değişikliği yeni bir düzenlemeyi de beraberinde getiriyordu. Topluma Kazandırma Yasası hâlâ yürürlükteydi ve yasaya başvuranlarla bir odada kalıyorduk. Oda değişikliği yapıldığı sırada Topluma Kazandırmaya başvuranların kaldığımız odadan çıkarılmaları kararlaştırılmıştı. Bunu kabul etmeyenlerin dilekçelerini geri çektiklerine dair idareye dilekçe vermeleri gerekiyordu.
Yasaya başvuranlardan bir kısmı arkadaşlarından ayrılmayı kendileri için bir zül kabul ederek Topluma Kazandırma Yasasından faydalanmak için verdikleri dilekçelerini geri çektiler.
Bazıları ise böyle bir uygulamaya tepkilerini sürdürüp arkadaşlarından ayrılmayı göze aldılar. Topluma Kazandırma Yasasından faydalanmak için dilekçe verenler bizden ayrılıp cezaevinin onlar için hazırladığı F blokuna yerleştirildiler.
Yasaya başvuranların ayrılmasından dolayı boşalan yerleri doldurmak için cezaevi idaresi Mürted Örgüt ile aynı blokta bulunmamızdan endişe ettiği için D blokunu bizden aldı. Bizim istediğimiz de tam da buydu. Mürted Örgütün bizden ayrı bir blokta olması bizim için de daha iyiydi.
Herkes yeni yerine yerleşmek için ellerinde eşyaları ile gideceği odanın yolunu bulmakta zorluk çekiyordu. Henüz cezaevinin yapısını kavramış değildik. Cezaevi koridorları bize labirent gibi geliyordu. Hangi koridorun nereye çıktığını bilmeden giriyor, sonra tekrar aynı yere geri dönüyorduk. Bu koridorlarda gülüşmelere sebep oluyordu. Koridorlarda karşılaşanlar kalacakları odaları bir diğerine sorarak buluyorlardı. Gardiyanların bile henüz çözemediği bu labirent gibi olan koridorlara alışmamız zaman aldı.
Akşama kadar herkes kalacağı odaya varmıştı. Her oda yeni misafirlerini ağırlıyordu artık. Yeni arkadaşlıklar ve yeni dostluklara kapı açılmıştı. Yıllardır değişik cezaevlerinde kalan dosya ortaklarının buluşması daha duygusaldı. Belki benim de dosya ortağım Murat Kaya tahliye olmasaydı, ben de o duyguyu yaşıyor olacaktım. Ama benim içimde ortağımın tahliyesinden aldığım lezzet vardı.
Yeni odam A/5 olmuştu. Her blokta toplam sekiz kısım vardı. 1. ve 4. Kısımlar alt kattaki odalardı. 5.ve 8. Kısımlar ise üst katlardaki odalardı. Üst katta da alt kattaki gibi üç oda vardı. Tek bir havalandırması olan üst katların odalarının fiziki yapısı oldukça boğucuydu. Odanın tavanı çok alçaktı. Havalandırmaya bakan pencereleri ızgara tabir edilen bir santim boşlukları olan baklava dilimli tellerle örgülüydü. Bundaki amaçlarını öğrenince cezaevi Savcısının dediklerini anımsadım.
Üst katta bulunan üç odanın aralarındaki bağı koparmak için havalandırmayı ortaklaşarak kullanmaları yerine, her odaya belli bir saat belirleyip odaların havalandırmayı dönüşümlü kullanmaları düşünülmüştü. Kendi saatinde havalandırmada bulunanların odalarda bulunanlarla alış verişlerini engellemek için de odaların pencereleri tel örgülerle kapatılmıştı.
Allah’ın Rahmeti ile bu cezaevinin projesini kim hangi amaçla yapmışsa, Rabbim onların bu amaçlarını boşa çıkarmıştı. Şimdi her üç oda aynı anda bir havalandırmayı paylaşıyorlardı. Gündüz vakitleri hep bir arada olan odalar, akşam kapıların kapanmasından sonra kendi odalarına çekiliyorlardı. Akşamları herkesin kendi odalarına çekilmesi bile bir rahmetti. Üç kişilik odalarda kalabalıktan uzak ve biraz olsun huzur verici bir sessizlik havası hâkim oluyordu. Gündüzün kalabalığı ve her üç odanın bir arada bulunmasından dolayı biraz daha hareketli olan yaşam, akşam kapıların kapanmasından sonra dingin ve sakin bir yaşama dönüşüyordu. Herkes kendi odasında, gündüzün karmaşasından ve hareketliliğinden uzak, yorgun bedenlerini dinlendirmek için kendilerini ranzalarına bırakıp yarınki hareketlilik için istirahat ediyordu.
Üst katın sahip olduğu avantajlar, alt katlardan daha fazlaydı. Ama alt katın da kendi özelliğine göre bir güzelliği vardı.
Herkes yeni odalarına yerleştikten sonra Arapça dersleri ve diğer dersler tekrar başladı. Ama bu kez bu iş, bir düzen içinde ayarlanmıştı. Her odaya Arapça ders verecek hocalar verilmişti. Bu tesadüf olamazdı. Bunda yanılmadığımı ortaya çıkaran ise, B/7’nin Arapça’da ileri olan arkadaşların bir araya getirilerek eksikliklerini tamamlamaları için çok hızlı bir eğitime tabi tutuldukları bir kısım olmasıydı. B/7 kısmı, hepimizin arasında konuşulan bir konu olmuştu. Üç aylık bir eğitim sürecinden sonra Arapçalarını mükemmelleştirenlerin diğer odalara dağıtılacağı konuşuluyordu. Bu süre zarfında derslerimizin aksamaması için de içimizde en iyi olanlar ders hocalığına getirilmişti. Artık Arapça derslerine gereken önemi vermemiz ve herkesin elinden geldiğince derslere devam etmeleri isteniliyordu.
Arapça derslere önem veren abilerimiz bizden bir dil istemiyorlardı. Amaç dil öğrenmek, Arapça diline vakıf olmaktan daha ziyade başta Kur’an–ı Kerim olmak üzere Arapça telif edilen temel eserlerden dinimizi en iyi şekilde öğrenmemiz için Arapça dilini ve gramerini öğrenmemiz isteniliyordu. En azından herkesin Kur’an okuduğu zaman Rabbimizin ayetlerini anlayabileceği bir vukufiyet istiyorlardı. Özellikle herkesin mensup olduğu mezhebin fıkhını anlayacak kadar Arapça bilmesini ve fıkhın kaidelerini kendi araştırıp okumaları hedefleniyordu.
Tüm odalarda hummalı bir ders programı vardı. Asıl ders olarak Arapça üzerinde daha fazla duruluyordu. Yeni bir ders daha eklenmişti programa, o da Kur’an–ı Kerim’i tecvidli ve düzgün okuma dersiydi. Herkesin bu derse zorunlu katılması isteniliyordu.
Bu dersin ortaya çıkmasının hikmeti ise, Kur’an–ı Kerim’i okurken yanlış telaffuz edişimiz abilerimizin gözünden kaçmamıştı. Bu sorunu çözmek için tecvidde üstad konumunda olan seydamız Molla Mizgin, kıraati düzgün ilk gurubu eğitecekti. Sonra bu ilk mezunlar diğer odalara gidip herkesi bu eğitimden geçirecektiler. İlk grup bir ay içinde eğitimlerini tamamlayıp diğer odalarda derslerine başladıklarında, herkes bu derse katılmak zorundaydı.
Harflerin mahreçleri başta olmak üzere kelimelerin doğru telaffuz edilmesi için bu zamana kadar alışık olduğumuz okuma metodumuzu değiştirmek zorunda kaldığımızdan dolayı çok zorlanıyorduk. Kendimizi yeni yeni Elifbaya başlayan çocuklar gibi hissediyorduk. Her şeye sıfırdan başlamıştık. Sil baştan bir programa tabi tutulmuştuk. Herkes kendi kabiliyetine göre başarı gösteriyordu.
Harflerin mahreçleri ve tecvid kuralları öğrenildikten sonra, günde bir hizb veya iki hizbi hocanın yanında sesli bir şekildi okuyorduk. Her kelimenin mahrecine ve tecvid kurallarına riayet ederek okunan Kur’an bize de ayrı bir tat veriyordu. Okuyuşumuz değişmişti. Daha tane tane ve anlaşılır bir şekilde okumaya başlamıştık. Rabbimizin neden Resulünden Kur’an’ı ağır ağır okumasını istediğini şimdi daha iyi anlıyordum. “Ey örtünüp bürünen! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kuran oku.”[4]
Kur’an’ı ağır ağır okuyunca içime doğan huzur bir başkaydı. Her ne kadar bazı kelimelerin manalarını bilmiyor olsam da okuduğum ayetlerin dilimden yüreğime gittiğini hissedebiliyordum. Yüreğimin ayetlerle ilk kez buluştuğu anda duyduğu hazzı bundan önce hiç tatmamıştım. Daha önce okuduğum Kur’an’ın dilimden dökülürken boğazımdan aşağıya inmediğini fark etmem ben de bir pişmanlık oluştursa da şimdi sahip olduklarıma şükrettim.
Kur’an’ın tecvidli olarak okunması zorunlu hale geldikten sonra cezaevine ilk gelenlere de bu derslerden başlanılması ve onların da Kur’an kıraatlerini düzeltmeleri isteniliyordu.
Her birimizin Kur’an okuyuşunda büyük bir fark olduğu göze çarpıyordu. Bununla birlikte Kur’an kıraatini tamamlayıp icazet alanlar için düzenlenen tören bir gelenekti. Ve bu aynı zamanda herkesin kendisi için böyle bir tören hazırlanmasını ve Sarık bağlanması arzusunu da kamçılıyordu. Kur’an kıraatini bitirenler tecvidlerini pekiştirmek için diğer arkadaşlara ders vererek kendilerini geliştiriyorlardı. Altı ay gibi kısa bir sürede neredeyse herkes Kur’an’ı tecvidli okuyor hale gelmişti. Tabi zamanla okuyuşlarında bir değişiklik yapmayıp aldıkları derslere riayet ederek Kur’an okumalarını devam ettirmişlerse.
Kur’an–ı Kerim kıraatinin ardından tekrar ağırlık Arapçaya verildi. Arapça dersinde bir ilgisizlik başlamıştı. Ama bu ilgisizlik derslerden ziyade uzun süredir cezaevinde olmanın verdiği bir karamsarlıktan kaynaklanıyordu. 1993’den beri cezaevinde olan birçoğumuz, geçen bu süre zarfında okuduklarımızın bizim dışımızda kimseye faydalı olmadığını söylemeye başlamıştık. Bu haklı bir sitemdi bana göre. Okuduğumuz Arapça ve diğer bilgiler bizimle sınırlı kalıyordu. Çıkış umudumuzu kaybetmiş olduğumuzdan karamsardık. Bu yüzden sadece Arapça derslerine değil, diğer derslere karşı da soğukluk başlamıştı. Artık her gün aynı şeyleri yapıp aynı şeyleri konuşmak sıkıcı olmuştu. Buna rağmen derslere istenilmese de zorunlu olarak katılanların sayısı her geçen gün artıyordu. Öyle ki şikâyetler ardı ardına gelmeye başlamıştı. Derslerden kendilerinin muaf tutulmasını isteyenlerin sayısı artıkça abilerimizin endişesi de artıyordu. Buna bir çözüm yolu bulmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Her fırsatta arkadaşlarla konuşup onların derslere olan ilgilerini artırmaya çalışıyorlardı. Bu konuşmalarda istenilen etki bir türlü sağlanamıyordu.
Cezaevinin düzeni yerine oturunca ilk olarak değişik bloklardan iki kısım olmak üzere hobi dediğimiz ortak alana çıkmaya başladık. Ortak alan dediğimiz yer, bir blokun sosyal faaliyetler için ayrılmasından başka bir şey değildi. Alt kattaki üç odanın havalandırmaları arasındaki duvarlar kaldırılmıştı. Duvarların kalkmasıyla geniş bir alan olan havalandırmada top oynanması düşünülmüştü. Ama unuttukları bir şey vardı. Havalandırmada top oynandığı zaman topun havalanması sonucu toplar dışarıya çıkıyordu. Üstü açık olan havalandırmada futbol oynamak, neredeyse imkânsız gibi bir şeydi. Bunu fark eden cezaevi idaresi havalandırmaya Voleybol filesi takıp bizi Voleybola teşvik ediyorlardı. Futbol oynama şansımız olmayınca mecburi olarak Voleybol oynamaya başladık. Kısa bir süre sonra ortak alan odalarından birine iki adet tenis masası yerleştirildi.
Yaklaşık olarak iki iki buçuk saat süren hobiler bizim için abilerimizi görme ve onlarla konuşup sohbet etme fırsatı da veriyordu. Bir aylık periyotlarla tüm odalar değişiyordu. Zamanla iki kısmın çıktığı hobiler dört kısma çıkarıldı. Abilerimiz her konuştukları kişilerden Arapçaya gereken önemi vermelerini istiyorlardı. Abilerimiz görüştükleri arkadaşlara ettikleri nasihatleri bize ulaştırılmasını istediklerinden abilerimizin tavsiyesine uymaya çalışıyorduk.
Sosyal faaliyetler artırılmaya başlıyordu. Birlikte çıktığımız ortak alanın yanı sıra bazı arkadaşlarımızın okudukları Üniversite eğitimleri için Adalet Bakanlığından bilgisayar kullanma izni almak için başvuru yaptılar. Bakanlık bu talebe olumlu bakmakla birlikte son kararı her zaman ki cezaevi idaresine bırakmıştı. Cezaevi Üniversite okuyan ve bilgisayar talep edenleri belirledikten sonra onlar için hobi blokunun üst katındaki bir odayı bilgisayar odası olarak tahsis etti. Ardından cezaevi kanalıyla olmak üzere bilgisayar almak isteyenlerden kendi paralarıyla bilgisayar aldıktan sonra bilgisayar eğitimi faaliyete geçirilmiş oldu.
Hobi blokunun üst katında bulunan üç odadan biri bilgisayar odası olarak tahsis edildikten sonra geriye iki oda kalmıştı. Bu odaları da değerlendirmek isteyen arkadaşlar idareden el işi yapmak isteyen arkadaşlara bu odaların tahsis edilmesini istediler. İdare ilk olarak pek sıcak bakmasa da arkadaşlarımızdan atölyeye çıkıp el işi yapmak istediklerini belirten dilekçeler sıklaşınca, mecburi olarak bu talebi kabul ettiler. Geriye bir oda kalmıştı. Arkadaşlar, bu son odanın da resim yapmak isteyen arkadaşlar için tahsis edilmesini isteyince, idare bu seferki talebi itiraz etmeden kabul etmişti.
Bilgisayar eğitimi ve el işi atölyelerinde çalışmaları bir müddet gözlemleyen cezaevi idaresi, arkadaşlarımızın gerçekten de çalıştıklarını görünce, resim atölyesi için istenilen son odayı da arkadaşlara vermekten tereddüt etmemişti.
Bunların yanı sıra cezaevi idaresinden okul okuyan arkadaşlar için ders kurslarının açılması talebi gittiğinde, cezaevi bizim bilgiye olan düşkünlüğümüzü takdir edip elinden geleni yapma sözünün ardından çok kısa bir süre sonra kurslar açıldı. İlk olarak Üniversite okumak isteyenler için o zamanlar “ÖSS” olarak bilinen Üniversite Seçme Sınavına girmek isteyenler için Matematik ve Türkçe kursları açıldı. Yaklaşık olarak on beş kişilik kurslar dönüşümlü olarak devam ettiler. Ardından İngilizce kursları açıldı. Kurslar açıldıkça bir zamanlar başgardiyanın dediği gibi “Odanızda oturacak fırsatınız olmayacak” sözü gerçekleşiyordu.
Herkes bir kursa başlamıştı. Hafta içi kurslar ve hobiler yüzünden vaktimizin çoğu odamızın dışında geçiyordu. Bundan şikâyetçi değildik. Alışık olmadığımız yoğun tempo yüzünden kendimizi odamızda bulduğumuz anda ranzamıza uzanıp günün yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalışıyorduk.
Üniversite sınavlarına girenlerin aldıkları puanlar ülke sıralamasının ortalamasında olsa da arkadaşların başarısı cezaevleri arasında birinci sıradaydı. Cezaevi, açtığı kurslarla başarıyı yakaladığını görünce, başta birinci Müdür olmak üzere bundan memnuniyet duyduklarını temsilci arkadaşa belirtmişlerdi.
Adalet Bakanlığının eğitime verdiği önem ve mahkûmların okumaları için yapılan teşvikler istenildiği gibi bir sonuç vermemiş olsa da Diyarbakır D Tipinin eğitim başarısı bir umut olmuştu. Cezaevi Müdürünün idareciliği takdir edildikçe, birinci Müdür bundan sonraki taleplerimize daha olumlu bir yaklaşım sergilemeye başlamıştı.
İlk günlerde henüz birbirimizi tanımadığımız zamanlarda hakkımızda kendisine verilen bilgiler ışığında bize olumsuz bir yaklaşımla yaklaşan birinci Müdür, bizi tanıdıkça kendisine verilen bilgilerin taraflı ve yanlışlığına kanaat getirmişti. Zaman zaman odalarımızı ziyaret edip bizimle çekinmeden konuşması ve sözlerindeki imadan bize olan bakış açısının değiştiğini görebiliyorduk.
Her cezaevinde olduğu gibi bu cezaevinde de işlerin yolunda gitmesinden rahatsız olan personeller vardı. Sahip olduğumuz imkânları kıskananlar cezaevindeki faaliyetlerimizi düzenli olarak rapor edip bizi ve cezaevi idaresini şikâyet ediyorlardı. Bu şikâyetlerin başına dert açacağını tahmin eden birinci Müdür, bizim bazı faaliyetlerimizden vazgeçmemizi istediğinde temsilci arkadaşımız “Ne tür faaliyetlerden vazgeçmemizi istiyorsunuz” diye açıkça sorması üzerine birinci Müdür;
–Üst katlardaki koridor penceresinden alt katlarda bulunanlara bir şeyler alınıp verildiği, onlarla saatlerce konuşulduğu kameralardan tespit edildiğini, söylemiş. Bundan böyle üst kattakiler alt katta bulunanlarla konuşup bir şey alıp vermesin.
Bu yüzden yapılan şikâyetlerin başını ağrıttığını ve kendisinde bu konu hakkında savcılık kanalı ile bilgi istenildiğini belirtmesi üzerine temsilci arkadaş “Durumu istişare etmek üzere arkadaşlarımla konuşup size kararımızı bildiririz” demiş.
Birinci Müdürün talebi tüm odalarda konuşulup istişare edildikten sonra ortaya çıkan sonuç şu olmuştu. Şayet birinci Müdürün isteğini yerine getirip bizden istediği gibi üst kattaki arkadaşların koridor penceresinde uzak kalmalarını istesek yarın başka bir şey daha bizden talep edecekler. Öyle ki sahip olduğumuz her şeye bahane bulmakta mahir olan cezaevi idaresi elimizdeki hakları almakta hiç tereddüt etmez. Her ne kadar birinci Müdürün iyi niyetli olduğunu bilsek de onun dışında gelişen olaylara müdahale etmekte yetersiz kalıyor. Yaptığı ve bize tanıdığı hiçbir hak yasakları ihlal etmeden genelgelerin ve yönetmenliklerin kendisine tanıdığı yetki çerçevesi içindedir. Bir defa buna tamam desek arkası gelmez bu işin.
Neredeyse genel görüş bu şekilde olduğu için alınan karar da bu yöndeydi. Temsilci arkadaş alınan kararı birinci Müdüre ilettiğinde birinci Müdürün hayal kırıklığı yaşadığını söylemesi bizi de üzmüştü. Temsilci arkadaş kendisini zor durumda bırakmak istemediğimizi söylemesine rağmen bu onu teselli etmemişti.
Kısa bir aradan sonra teknisyenin üst katlardaki pencerelerin ölçülerini almaya gelmesi beklenilen bir şey olsa da tepkimizi ortaya koymuştuk. Birinci Müdür pencerelerden yapılan konuşmalar ve bir şeylerin alınıp verilmesinin genelgede bulunan “Odalar arasında bir şey alıp vermek yasaktır” ibaresinin ihlal edildiğini bu nedenle de üst kattaki koridorlarda bulunan pencerelere tel örgüler takılması için Bakanlıkça karar alındığını söyledi. Bunun üzerine üst katlarda bulunan tüm arkadaşların Adalet Bakanlığına ve değişik Sivil Toplum Kuruluşlarına dilekçelerle şikâyetlerde bulunulması kararı alındı. Her birimiz en az üç dilekçe yazmaya başladık.
Peki, asıl sorun neydi? Üst katın koridorundaki pencerelerde alt katla ne yapıyorduk ki bu durum bu kadar büyütülmüştü? Bunun üzerinde düşününce asıl sorunun Bakanlığa iletilen yanlış ve kasıtlı bilgi olduğunu anladık.
Üst katta bulunanlar alt kattaki arkadaşlarla sohbet ediyorlardı. Hatta idarenin dediği gibi zaman zaman bir şeylerin alınıp bir şeylerin verildiği de doğruydu. Ama bunlar sorun edilecek şeyler değildi. Çünkü her hareketimiz koridorlara yerleştirilen iki ayrı kameradan gözlemleniyordu. Cezaevi idaresini zor durumda bırakacak hiçbir hareketimiz yoktu. Her şey çok açık olarak kameralarda gözlendiği halde nasıl olur da bu iş büyütülmüş ve Bakanlığa kadar bir sorun olarak yansıtılmıştı.
Bu sorunu anlamamız için birinci Müdürden hakkımızda ne tür bir şikâyet olduğunu sorduk. Kameralarda her şey çok açık olduğu halde cezaevi idaresini riske eden hiçbir şey ve eylem olmamışken bu işin neden bu kadar büyütüldüğünü sorunca birinci Müdür temsilci arkadaşa;
–Kameralarda yapılan incelemelerde üst katta bulunanlar ellerinde kitap alt kattaki arkadaşlarınızla konuşurlarken görülüyorlar. Bu durum Bakanlığa ve Savcılığa “Örgütsel faaliyet” olarak aktarılmış. Bakanlığı asıl endişelendiren de bu olmuş.
Bizim gözümüzden kaçan ya da hiç aklımıza bile gelmeyen bir iddiayla karşı karşıyaydık. Kameralarda görülen şey doğruydu, ama ne yaptığımızı neredeyse tüm personel ve cezaevi biliyordu. Bu, sakladığımız bir şey değildi.
Kur’an kıraati ve Tecvid dersleri, Arapça dersler için hocalar üst katlara gönderilmişti. Üst kattaki arkadaşların yanı sıra koridor penceresinden alt kattaki arkadaşlarında derslerden istifade etmeleri için üst kattan alt katlara ders veriliyordu. Arkadaşların ellerindeki Kur’an–ı Kerim ve diğer Arapça kitapları gardiyanlar zaman zaman görmüşlerdi. Yapılan çalışmaları takdir eden personelin yanı sıra Kur’an–ı Kerim okunduğu zaman yüksek sesle okunduğu için kimi personel Kur’an okumasını bilmedikleri için içlerindeki hasretlerini bile dile getirmişlerdi. Her personel yaptığımız dersleri biliyordu. Bunu saklama gereği bile duymuyorduk. Yaptıklarımızın karşımıza “Örgüt faaliyeti” olarak çıkacağını hiç beklemiyorduk.
Adalet Bakanlığına yazacağımız dilekçelerin muhtevası belli olmuştu. Bu konu üzerinde duracaktık. Kameralarda elimizdeki kitabın Kur’an–ı Kerim olduğu açıkça belli oluyordu. Ve diğer kitapların ise Arapça gramer kitapları olduğunu belirtip alt kattaki arkadaşlar ile ders yaptığımızı ve bu dersleri sesli bir şekilde yaptığımız için tüm personelin bundan haberdar olduğu üzerinde duracaktık.
Yazdığımız dilekçeler Savcılık kanalı ile Adalet Bakanlığına ulaştırıldığı için savcılık yazdığımız tüm dilekçelerde belirttiğimiz konuyu cezaevi Müdüründen teyit edip yazdıklarımızın doğruluğunu onaylayınca, savcılık pencerelerin tel örgülerle kapatılması işlemini durdurup dilekçelerimizi geri çekmemizi istedi. Böylece üzerimizde oynanan hile akim kalmıştı.
Dersler hiç aksatılmadan yine üst kattan alt kata verilmeye devam ediliyordu. Hiç aksamayan derslerin devam etmesi bizim için çok önemliydi.
Ama bu yapılan bize bir şey öğretmişti. Bu hile ilk olmadığı gibi son da olmayacaktı. Yeni şeylerle üzerimize gelmeye çalışacaklarını artık daha iyi biliyorduk. Bundan sonra daha temkinli olmamız gerektiğini anlamıştık. Üzerimize her türlü iftira atılabileceğini, olmayan bir şeyi olmuş gibi gösterme gayretlerini öğrenmiş olduk.
Savcılığın verdiği kararla birinci Müdür rahatlamıştı. Daha rahat hareket eden birinci Müdür bizden de dikkatli olmamızı istiyordu.
Başımızdaki bu beladan yeni kurtulmuştuk ki başka bir sorunla karşılaştık. Bu kez üst katların tek bir havalandırmayı kullanmaları sorun edilmişti. Asıl sorun yine Adalet Bakanlığının hassas olduğu bir noktadan yapılan şikâyetti. D Tipi cezaevinin yapılış projesi üç kişilik odalardı. Bu sayede özellikle örgüt mensubu mahkûmların bir araya gelmelerini engellemek ve onları üç kişiyle sınırlı tutarak bir nevi tecrit uygulaması düşünülmüştü. Örgüt mensubu mahkûmların, düşüncelerini birbirlerine aktarmasını engelleyip bu şekilde mensubu oldukları yapılardan uzak duracaklarını hesaplamışlardı.
Bu nedenle üst katta bulunan üç odanın, belirlenen saatlerde havalandırmayı sırasıyla kullanacakları hesap edilmişti.
D Tipi mahkûmların diri diri gömüldükleri yer olacaktı. Her şey bu şekilde planlanmıştı. Bu zihniyet ile inşa edilen bu cezaevi Avrupa İnsan Hakları Komisyonu tarafından bile büyük eleştirilere maruz kalmıştı. Yapılan eleştirilere kulak tıkayan zamanın İktidarı sağırı oynayıp düşüncelerini pratiğe geçirmeye çalışıyorlardı. Türkiye’nin Terör olaylarında çok vatandaşı katledildiği için halk söz konusu terör olunca İktidarın her yaptığını makul görüyordu. Bunu çok iyi bilen siyasetçiler yaptıkları insanlık dışı tüm uygulamalar için ellerindeki terör kozunu en iyi şekilde kullanıyorlardı.
Çok hassas bir konu olan terör meselesi herkes tarafından bilinse de basın ve medyada bunu konuşmak ancak devletin yaptıklarını savunmakla sınırlı tutuluyordu. Devletin yaptığı zulmü konuşmak imkânsızdı.
3 Kasım 2002 tarihinde İktidara gelen AK parti Avrupa Birliğine katılmak için Türkiye’nin eski zihniyetinden kurtulması adına istenilen yasal değişikleri yapacağını kabul etti. Sırasıyla çıkarılan Avrupa’ya Uyum yasaları, birçok alanda olduğu gibi cezaevlerinde ve ceza sisteminde de değişiklikler yapılmasını öngörüyordu.
“Örgüt mensupları bir arada örgütsel faaliyetlerini sürdürmekteler” diye yapılan şikâyet Adalet Bakanlığını hiç vakit kaybetmeden harekete geçirmişti.
Üst katlarda bulunan üç odanın belli saatlerde havalandırmayı kullanmaları ve aralarındaki iletişime engel olunması için cezaevi idaresine talimat verdi. Hemen harekete geçen cezaevi idaresi, üst katların havalandırmayı bundan sonra belirlenen saatlerde kullanacağını söyleyince, bizden tepki gördü. Böyle bir tepkiyi bekleyen cezaevi idaresi bu işin Bakanlık tarafından istenildiğini söyleyince bizler durumu Bakanlığa bildirmek için bir müddet daha mevcut durumun devam edilmesini istedik. Verdiğimizi tepkiler ve cezaevindeki diğer mahkûmların da aynı tepkiyi vermesiyle cezaevi idaresi mevcut durumun bir müddet daha devam etmesine müsaade etti.
Durumun neden kaynaklandığını tahmin edebiliyorduk. Yine birilerinin yalan yanlış bilgilendirmesi sonucu olduğundan emindik. Bunun için yaşadığımız ortamı ve şartları bir de kendimiz Adalet Bakanlığına bildirmek için dilekçeler yazdık. Yazdığımız dilekçelerde özetle şöyle dedik. ”Yaşadığımız ortamın normal şartlarda bile İnsan Haklarına aykırılık teşkil eden yönlerini dile getirip yapılmaya çalışılan yeni uygulama ile mahkûmların sosyal olmalarının önüne geçilip onları başta kendi arkadaşlarından daha sonra toplumdan soyutlayan bu uygulamanın yeni sorunları nasıl ortaya çıkaracağını belirtik.” Yazdığımız her dilekçenin bir benzerini Sivil Toplum Kuruluşları ve Meclis İnsan Hakları Komisyonunu da gönderiyorduk.
Her birimizin yazdığı dilekçe savcılığa ulaştığında Savcılık ilk olarak yazdıklarımızın doğruluğunu araştırmak adına cezaevi idaresinden yazdıklarımız hakkında detaylı bilgi aldıktan sonra dilekçelerimizi Adalet Bakanlığına gönderiyordu.
Adalet Bakanlığı cezaevlerinde nasıl bir uygulama olduğunu bilse de kendisine gelen en küçük bir olumsuz şikâyeti dikkate alıp vebalden kurtulma peşindeydi.
Yazdığımız dilekçeler Bakanlığa ulaştığında, Bakanlık cezaevi şartlarını D Tipi Savcılığından sorduktan sonra yazdıklarımızdaki haklılığı görünce sonra mevcut uygulamanın devamı için karar verip üst katların bir arada olmalarına müsaade etti.
Bu sorunu da Allah’ın yardımıyla atlatmıştık. Sırada ne var diye bekliyorduk artık. Biliyorduk ki bunun arkası gelecektir. Her şey yeni başlamıştı. Özellikle yapılan her iki şikâyetin de akim kalması, bu şikâyet sahiplerini yapanları çok kızdırdığını tahmin ediyorduk.
D Tipinde kaldığımız süre zarfında cezaevi idaresi ve personelle birbirimizi daha iyi tanıdıkça aramızdaki sorunları konuşarak hal edebileceğimizi her iki taraf da anlamıştı. Çıkan sorunlarımız olsa da bunlar çözülmeyen şeyler değildi.
[1] Rad Süresi 12
[2] Camiusağir 698
[3] Hac Suresi: 40
[4] Müzemmil Süresi:1–4