41.39
  
48.32
  
0.00
  
96.57

Zindan Hatıraları-Urfa

Zindan Hatıraları-Urfa

URFA E TİPİ KAPALI CEZAEVİ

Ring aracı cezaevine giriş yaptığı vakit ikindiden sonraydı. Cezaevine giriş yapan ring aracı askerlere ait olan küçük bir kulübenin önünde durdu. Benim inmemi istediklerinde tekrardan kayıt işlemleri yapılacağını anladım. Askerlere ait olan kulübeye alındıktan sonra benimle birlikte gelen dosyama göz atan uzman çavuş, hangi suç gurubundan olduğumu sorunca, kendisine “Hizbullah” olduğumu söyledim. Diyarbakır cezaevine ilk girdiğim zaman askerlerin gösterdikleri tavırdan çok farklı bir tavır sergiliyordu. Daha sıcak ve daha insancıldı. Kimlik bilgilerimi doğrulamak için ana adı ile baba adının ardından diğer bilgileri de teyit ettikten sonra dosyama bir daha göz attı. Benimle sohbet etmek için nerede ve nasıl yakalandığımı sorunca, bu sohbetin altında bir bit yeniği olabilir düşüncesiyle konuşmamaya karar verdim. Her ne sorduysa “Dosyamda yazılıdır” diyerek sohbet etmek istemediğimi ima ettim. Bunu anlamış olacak ki uzman çavuş da bir daha özel sorular sormadı. Kayıt işlemlerimin ardından fiziğimi kameraya aldıktan sonra parmak izlerimi aldılar. Askerlerle işim bittikten sonra uzman çavuş iki asker çağırıp koluma girmelerini söyledi. Onlar da sonra beni alıp cezaevinin bulunduğu giriş bölümünde gardiyanlara teslim ettiler. Gardiyanlar; kayıt işlemlerinden sonra buraya kendi isteğimle mi yoksa cezaevinin isteği üzerine mi gönderildiğimi sorunca, onlara; “Beni buraya cezaevi idaresi gönderdi. Burada bulunan abimin yanında kalmak istiyorum” dedim. Abimin kim olduğunu ve hangi odada kaldığını sorduklarında, kendilerine söyledim. Ama gardiyanlar hiçbir şey demeden benimle ilgili işlemlerini bitirdikten sonra bir gardiyan çağırıp beni müşahedeye götürmesini isteyince buna itiraz ettim. Abimin kaldığı odaya gitmek istediğimi belirtip bu konuda ısrarcı olunca, başgardiyan olduğu omuzundaki apoletinden belli olan gardiyan gelip neler olduğunu sordu. Ona durumu anlattılar. Ben de başgardiyana durumu izah etmeye çalıştım. Başgardiyan;

–Yeğenim bugün mesai bitti. Müdürlerden hiçbiri yok. Senin hangi odaya verileceğini ancak onlar karar verebilirler. Yarın sabaha kadar sabret. Müdürler gelince senin durumunu onlara söyleriz. Abinin de burada olduğunu söylersek, seni büyük bir ihtimalle abinin yanına verirler, diyerek beni ikna etti.

Müşahede odasına girdiğimde, odada yaşları farklı altı mahkûm daha vardı. Onlara selam verip tanıştıktan sonra onların hangi suçtan geldiklerini öğrendim. Benim de Hizbullah olduğumu öğrenince içlerinden cezaevini iyi bilen biri “Hizbullah odası arkamızda iki blok ötededir” dedi. Sesimin ulaşamayacağı kadar uzaktı.

Tek katlı olan bu müşahede odası Diyarbakır’da kaldığım tekli müşahede odasına hiç benzemiyordu. Odanın her iki kenarına çift katlı üçer ranza yerleştirilmişti. Odanın duvarlarına yazılmış yazılar dışında boyası sadece solmuştu. Pek temiz olmasa da müşahede odası olarak fena sayılmazdı.  Yatak ve battaniye ise üzerinde yatılabilecek durumdaydı. Odanın içindeki iki pencere dışardan on santimlik aralıklarla örülü kalın demirlerle havalandırmaya açılıyordu. Havalandırması genişti, duvarlar yüksek olsa da genişliği sayesinde insan rahat nefes alabiliyordu.

Abdestimi alıp namazlarımı kıldıktan sonra odadakilerle sohbet etmeye onları biraz daha yakından tanımaya çalıştım. Bu arada onlar da ismini duydukları Hizbullah’ı merak ettiklerini söyleyince, neleri merak ettiklerini sorup merakları gidermeye çalıştım. Her şeyden önce Hizbullah Cemaatinin İslami bir Cemaat olduğunu ve bölgedeki faaliyetlerinden kısaca söz etmem, onlar için aydınlatıcı olmuştu.

Akşam vakti geldiğinde henüz havalandırma kapısı kapanmamıştı. Akşam ezanını havalandırmada okuyup sesimi yükseltebildiğim kadar yükselttim. Bu şekilde abimin ve kardeşlerimin bulunduğu odaya sesimi ulaştırıp burada olduğumun işaretini verebilmeyi umuyordum. Yatsı ezanını da aynı şekilde okudum. Sesimin ulaşıp ulaşmadığını bilmiyordum. Sadece elimden geleni yapıyordum.

Sabah sayımından sonra yaklaşık bir saat geçmesine rağmen gelen giden olmamıştı. Oda kapısını çalıp gardiyanı çağırarak durumu ona anlattım. Gidip soracağını söyleyerek mazgalı kapattı. Gardiyanın gidişinden yarım saat geçtiği halde geri dönmeyince tekrar kapıyı çaldım. Bu sefer başka bir gardiyan geldi. Ona da bir önceki gardiyana söylediklerimi söyledim. Gardiyan giderken ona “Diğer arkadaşın gibi sende gittikten sonra gelmemezlik yapma” dedim.

Nedendir bilmem, ama çok sıkıldığımı hissediyordum. Belki de yıllardır görmediğim abimle bir an önce kavuşup hasret giderme istek ve arzusuna kapıldığım için sıkılıyordum. Sonuçta idarenin siyasi mahkûm olarak beni Hizbullah koğuşundan başka bir yere veremeyeceğini biliyordum.  Buna rağmen sabırsızlanmama bir anlam veremiyordum. Diyarbakır E tipindeki müşahede odasında üç gün kaldığım gibi burada da üç gün kalmaktan endişe ediyordum belki de... Çünkü cezaevinin böyle bir hakkı vardı. Dışardan gelen mahkûmları üç gün müşahede odasında tutup bir nevi onların iyi halli mahkûm olup olmadıklarını gözlemliyorlardı. Aslında müşahede odaları cezaevinin mahkûmlara bir nevi gücünü gösterdiği yerlerdi. Bakımsız ve kirli olması ise mahkûmları bezdirmek ve bir daha müşahede odasına gelmemek için cezaevinin kurallarına riayet etmeleri içindi.

Yeni yapılan cezaevlerinde Müşahede odalarının yanı sıra Bir de süngerli oda dedikleri mahkûmları cezalandırmak için yapılmış odalar vardır. Sözde mahkûmun kendisine herhangi bir zarar vermemesi için her tarafı kapalı olan bu odaların dört bir duvarına süngerler döşendiği için bu adı vermişlerdi. Tam bir işkence odasını andıran bu odalarda mahkûm kendine zarar vermiyordu, ama gardiyanların toplu olarak attıkları dayaklar mahkûmu sindirmeye yönelik bir uygulamadır.

Gardiyanın gidişinden bir yarım saat sonra müşahede kapısı açıldığında havalandırmada adli mahkûmlarla volta atıyordum. Kapının açılmasıyla kapıya bakmak için içeriye girdiğimde, gardiyanın adımı çağırmasıyla adımlarımı hızlandırdım. Gardiyan odadan çıkmam için hazırlanmamı söyleyince havalandırmadaki adli mahkûmlar da o esnada kapıya geldiler. İster istemez hangi odaya gideceğimi sordum. Sanki büyük bir sırmış gibi bana sadece abimin bulunduğu odaya gideceğimi söyleyip oda numarası vermekten çekindi. Oysa şu anda birlikte kaldığım mahkûmlar bile Hizbullah mensuplarının kaldıkları odayı ben den çok daha iyi biliyorlardı. Buna rağmen yine de gardiyanların hangi odaya gittiğimi değil de abimin bulunduğu odaya gideceğimi söylemelerine fazla aldırmadan odadaki adli mahkûmlarla vedalaşıp odadan çıktım.

İki blok arkamızda olduğunu bildiğim Hizbullah mensuplarının kaldıkları odaya taraf gittiğimizde içimde yıllardır görmediğim abimi görmenin heyecanını yaşıyordum. Yolumuz birkaç dakikalık olmasına rağmen beni odaya götürmek için gelen gardiyan bana benimle ilgili sorular sorup beni tanımaya çalışıyordu. Kendisine verdiğim cevaplarda benim nasıl bir kişiliğe sahip olduğumu anlamaya çalıştığı her halinden belli oluyordu. Ben ise o an için bunlara aldırmıyordum. Sadece abimle buluşacağımın heyecanını yaşıyordum.

1992 tarihinde abimin vesilesiyle Cemaatle tanışmıştım. Her ne kadar abimle birlikte Cemaat hizmetinde ortak bir çalışmamız olmamışsa da abimin çalışkanlığı ve Cemaat hizmetlerindeki faaliyetleri beni gururlandırıyordu. Her zaman kendisine gıpta ederek onu kendime örnek almaya çalıştım. Onun gibi hizmet ehli olabilmek için neler yaptığını gözlemler olmuştum. O zamanlar Kur’an dersi için benim için en uygun Cami, işyerime yakın bulunan Sümer Camisiydi. Abim ise başka bir Camiye gittiği için birlikte ortak hizmet alanında bulunma fırsatımız olmadı. Gerçi benim gibi henüz Cemaat çalışmalarına yeni girmiş birisinin hizmetlerde aktif olması beklenmediğinden, ilk olarak İslami eğitimimi almam gerekiyordu. Henüz İslami bir kimliğe bile sahip değildim. Beş vakit namazlara bile yeni yeni başlamıştım.  Rabbimizin ayeti kerimede buyurduğu gibi “Bedeviler dediler ki: "İman ettik!" De ki: “Siz iman etmediniz, ancak “İslam (teslim) olduk” deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Şayet Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayandır, pek merhametlidir.”[1] Benim de kalbime tam olarak imanın girmediğini ilk zamanlarda aksattığım namazlardan da anlayabiliyordum. Buna rağmen gönlümde yanıp tutuşan İslam’ın aşkını da fark edebiliyordum.

O zamanlardan beri abime karşı bir yandan kardeşlik hisleri beslerken bir yandan da İslam kardeşliği ile aramızdaki bağın daha bir güçlendiğini hissedebiliyordum. Birlikte vakit geçirmek için her ikimizin de vakti yoktu. İş dışındaki boş vakitleri Cemaatin hizmet alanlarındaki faaliyetlere sarf ettiğimizden, her ikimiz de birbirimizi anlamaya çalışıyorduk. O zaman henüz yeni yeni Cemaati tanımaya başladığımdan olsa gerek Cemaat faaliyetleri hakkında da pek bir bilgim yoktu. Bildiğim tek şey vardı, o da abimin İslam davası uğruna elinden geleni yaptığıydı.  Ben de onun gibi olmak istiyordum. Gecemi gündüzüme katıp İslam davasının bir ferdi olmak, bu uğurda elimden geleni yapmak istiyordum. Belki de içimdeki bu hislerin vesilesiyle abimi kendime örnek alıp onun gibi olmaya çalışıyordum.

Daha sonraki yıllarda abimin Cemaat içindeki faaliyetleri ve benim de artık bu faaliyetlerde kendi yerimi almış olmam nedeniyle artık görüşemez olmuştuk. Birbirimizi haftada bir ya görürdük ya da görmezdik. Ta ki abimin 1994’de yakalandığını duyuncaya kadar onunla pek nadir görüşüp haberleşebiliyorduk.

Ben, abimin yakalanmasından önce, 1993’de aranmaya başlanmıştım. Bu yüzden daha dikkatli ve temkinli davranmak zorundaydım. Abimin yakalandığını duyunca, kendimi yalnız kalmış bir yetim gibi hissettim. Oysa abimle görüşme imkânımız bile neredeyse kalmamıştı. Ama kendisinin iyi olduğunu bildiğim için gönlüm rahattı. Ancak Yakalandığını bildiğim halde kendisine yardımcı olabilmek adına elimden hiçbir şey gelmemesinin acısını yüreğimde her zaman hissettim. 

Ve şimdi yaklaşık yedi yıl sonra abimle tekrar bir araya geliyorduk. Geçen yedi yıllık süre zarfında kim bilir abim ne kadar değişmiştir, diye düşünmeden edemiyordum.

Gardiyan D Blokunda sol taraftaki koridorlara yönelince ben de kendisini takip ettim. Koridor girişindeki ilk odanın kapısını önünde durdu. Kapının üstünde büyük harflerde “D/5” yazıyordu. Gardiyan elindeki anahtar demetinden, üzerinde D/5 yazan anahtarı arıyordu. Anahtarı bulunca kapıyı açmaya çalıştığında kapının arkasından ayak seslerini duyabiliyordum. Gardiyanın kapıyı açmasıyla karşımızda bizi karşılayan birini görmek beni şaşırtmıştı. Sanki gelişimizi daha önceden biliyor gibiydi. Gardiyan selam verip “Size misafir getirdim. Cahit nerede? Kardeşini getirdim niye bizi karşılamıyor?” Diye sordu. Kapıdaki arkadaşla samimi bir dost gibi takılıyordu. Kapıda bizi karşılayan arkadaş; “Cahit abi koş koş” diye seslenince odadaki herkes ne olduğunu görmek için koşup gelmişti. O an abimle karşılaşmam her ikimizde de duygu patlaması yaşamamıza neden olmuş, gözyaşlarımıza hâkim olamamıştık. Bizim bu halimize şaşıran gardiyan “Ne oluyor yahu! Gören de bunların ta Nuh Nebi zamanından beri görüşmediğini zannedecek” diye hayretini ifade ediyordu. Kapıda bize karşılayan arkadaş; “Onlar yedi yıldır görüşmemişler” deyip bu anımızın normal olduğunu anlatıyordu.

Abimle hasret giderdikten sonra odadaki arkadaşlarla da musafaha edip onlarla selamlaştık. Onlardan bazılarıyla dışarda tanışıklığımız olduğu için kendimi daha rahat hissediyordum. Tanıdık bazı arkadaşların da Urfa cezaevinde olduğunu Diyarbakır’dayken abimle yazıştığımız mektuplarda öğrenmiştim.

Ayaküstü odadakilerle selamlaştıktan sonra içeri geçtik. Odanın içi battaniyelerle ve duvar kenarlarına dizilmiş minder ve yastıklarla tam bir şark havası görünümündeydi.  Bir an için kendimi ev ortamında hissettim. Duvarlarda asılı olan hikmetli sözlerden oluşan tablolar odaya manevi bir hava veriyordu. Odanın girişinde sol tarafta mutfak tezgâhı beni sevindiren en güzel şeydi.

Diyarbakır’da kaldığım iki aylık süre içinde bulaşıklarımızı banyo ve tuvaletin iç içe olduğu bir yerde yıkamak zorunda kalmıştık. Duvar diplerine dizilmiş olan minder ve yastıkların yüzleri birbirine uyum içindeydi. Temizliği ve titizliği her halinde kendisini belli ediyordu. En büyük sorun banyo ve tuvaletin içerde olmasıydı. Bu bütün cezaevlerinde değişmeyen bir şeydi. Oturduğumuz odanın içinde tuvalet ve banyo olmasına alışmak zorundaydık. Cezaevini değiştiremediğimize göre, kendimizi değiştirmemiz gerekiyordu. Biz de bunu yapıyorduk. Yemek zamanında mümkün olduğunca tuvaletin kullanılmamasının istenmesi gibi bazı kuralların konulması boşuna değildi.

Urfa cezaevindeki arkadaşların benim gelişime çok sevinmelerini, Cahit abim adına olduğunu düşündüğümden bunu normal karşılamıştım. Oysa sohbet esnasında arkadaşların sıklıkla cezaevi idaresinin beni odaya nasıl verdiklerini sorup durmaları, onların asıl sevinçlerinin Cahit abimden kaynaklı olmadığını anladım. Arkadaşların anlattıklarına göre cezaevi idaresi, Hizbullah mahkûmları arasında bir ayrıma gidip birbirleriyle irtibata geçmemeleri için tedbirler alıyormuş. Bunu duyduğumda bu sefer şaşırma sırası bana gelmişti. O zamanlar Urfa cezaevinde abim ve arkadaşlarının kaldığı oda olmak üzere üç farklı Hizbullah gurubu oluşturmuştular. Abim ve arkadaşlarının kaldığı odadaki arkadaşların geneli 1994’den beri tutuklu oldukları için onları tecrübeli diye atfedip yeni gelen mahkûmlara etki etmemeleri için onları ayrı tutuyorlardı. Bir diğer grup Urfa’da yakalanan Hizbullah mensuplarının oluşturduğu gruptu. Üçüncü grup ise yeni yakalanan ve Urfa cezaevine gönderilen Hizbullah mensuplarıydı. Benim de yeni yakalanan biri olarak abimin odasına verilmem cezaevinin bu uygulamasının kaldırılabilirliğini ortaya koyduğu için, Hizbullah mahkûmları arasındaki ayrıştırmanın son bulacağına dair bir umut oluşmuştu.

 Abim ve arkadaşlarının odalarına yeni biri gelmeyeli yıllar olmuştu. Benim yıllar sonra gelmem, bundan sonra da yeni arkadaşların gelebileceğine işaret ettiği için, bu durum onları heyecanlandırmıştı. Cezaevinde yıllarca aynı oda içerisinde aynı kişilerle kalmak başlı başına bir problemdir. İnsan monoton bir yaşam sürdüğü cezaevinde sürekli aynı kişilerle kalınca yaşamla birlikte konuşmalar ve sohbetler de zamanla monotonlaşıyor. Kısa bir süre sonra konuşacak, sohbet edecek konu kalmadığından artık sohbetler ve konuşmalar tekrarlardan ibaret kalıyor. Öyle ki uzun süre kalanlar birbirlerine bazen bir konu veya mesele anlattıklarında kaçıncı baskı diye espri yapıyorlar.

Uzun süreden bu yana yeni birilerinin gelmemiş olmasından dolayı abim ve arkadaşlarının merak ettikleri birçok şey vardı.  Özellikle 2001’de İstanbul/Beykoz’da Hizbullah Rehberinin şehadetiyle ilgili ve son dönemde yaşananlar hakkında merak ettikleri birçok konu vardı. Onları sormak için sabırsızlanıyorlardı. Hatta kendilerinden sonraki Cemaat çalışmalarını merak edenler bile vardı.  Oysa ben de onlar gibi birçok konuda bilgi sahibi değildim. Yine de bildiklerimi onlarla paylaşıp sordukları sorulara cevap vermeye çalıştım. Sohbetimiz koyulaşmaya başlamıştı ki mis gibi kokan kaçak çayın kokusunun ardından çaylarımız geldi. Çaylarımızı yudumlarken bir yandan da sohbete kaldığımız yerden devam ediyorduk.

Öğle vaktine kadar edilen sohbetin ardından namaz kılmak için hazırlanıp abdest almak için müsaadelerini istedim. Banyo ve tuvaletin temiz oluşu ayrı bir güzellikti.  Burada da su sıkıntısı olduğu için banyoya büyük su kazanı yerleştirilmişti. Böylelikle su kesintisinden fazla etkilenilmiyordu.

Namaz için üst kata çıktık. Burası ranzaların bulunduğu yatakhane bölümüydü. Duvar diplerine dizilmiş sekiz adet çift katlı ranza bulunuyordu. Yataklardan ikisi dışında diğerlerin de dolu olduğu üzerlerindeki yatak ve perdelerden anlaşılıyordu.  Odada yerlere serilmiş olan kilimler ve girişte zengin bir kitaplık dışında başka bir şey olmamasına rağmen tam bir ibadethane için dizayn edilmiş gibi bir havası vardı.  Sade olmasının yanı sıra insanın dikkatini dağıtacak hiçbir şey yoktu.

Ranzalar duvar kenarlarına yerleştirilmişti. Bu düzen odanın orta tarafında namaz için geniş bir alan oluşturmuştu. Ranzaların diziliş şekli, odadan en iyi şekilde istifade edilebilecek şekilde ayarlanmıştı. Namazların Cemaatle kılınması, neredeyse cezaevlerinin tamamında oturtulmuş bir kuraldı. Cemaat namazlarına verilen öneme binaen ve buradaki imkânları göz önünü alırsak, namazları Cemaatle kılmamak hata olurdu.

Öğle namazının ardından abim ve oda arkadaşları banyo yapmam için ısrar ettiler. Meğer bu bir adetmiş. Ringle yolculuk yaptıktan sonra ringin kokusundan kurtulmanın tek yolu giysileri değiştirmek ve banyo yapmakmış. Gerçekten de ringin kokusu insanın başını ağrıtacak şekildeydi. Mazot ve sigara kokusunun birbirine karıştığı, havasız ve kapalı bir alandı ring.  Ringde beş dakika kalmak, baş ağrısı için yeterliydi. O an için üzerinize sinen kokunun farkına varmayabilirsiniz, ama temiz havayı soluduktan sonra insan üzerine sinen kokudan tiksinir oluyor. Bu yüzden arkadaşlarımın ısrarlarıyla banyo yapmanın iyi olacağını düşündüm.

Cezaevlerinde banyo her zaman bir sorun olmuştur. Bu, bize has bir durum değildi. Cezaevinde kalanların yaşadıkları genel bir sorundu. Belki temizliğimize fazla önem verdiğimiz için banyo bizim için daha bir önem arz ediyordu. O zamanlar Urfa cezaevinde sıcak su probleminin yanı sıra soğuk suda bile sorun yaşanıyordu. Mahkûmların banyo yapmaları için cezaevi idaresi haftada bir gün mahkûmların banyo yapması için cezaevine ait olan hamamı yakıyor ve sırasıyla mahkûmları çıkarıp banyo yapmalarını sağlıyormuş. Bizim arkadaşların ilk gittikleri zamanlarda onların da banyo yapmaları için hamama çıkarmışlar. Arkadaşlar biraz meraktan olsa gerek bir poşetin içine eşyalarını doldurup hamamın yolunu tutmuşlar. Daha koridora çıkar çıkmaz koridorlarda peştamallı mahkûmların ellerinde sabun ve havlularıyla hamama doğru gittiklerini görünce ilkin biraz şaşırmışlar. Hamamın olduğu bölüme geldiklerinde ise gördükleri manzara karşısında şok olmuşlar. Hamam dedikleri yer, her mahkûmun girebileceği bazı bölümler ve orta yerde yıkanan mahkûmların kalabalığı bizim arkadaşları ürkütmüş.  Bu ortam İslam ahlakına aykırı olduğundan, banyo yapmadan geri dönmüşler. Ve bir daha hamama gitmemişler. Bunun yerine cezaevinin haftada iki gün sabahtan öğleye kadar verdiği sıcak suyla banyo ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmışlar. Tabi bir de güneş altına bırakılan su bidonları vardı. Yazın Urfa gibi bir yerde banyo yapmak sorun olmuyordu, ama kışın ister istemez banyo başlı başına bir sorun oluyordu. Sürekli yaşanan su sıkıntısı bu sorunu daha bir ciddi hale getiriyordu.

Sıcak suya en çok ihtiyaç duyduğumuz vakitler gece vakti ve sabah namazından sonra mecburi banyo ihtiyacıydı. Bu durumda imdadımıza çay yaptığımız yaklaşık beş litrelik semaver yetişiyordu. Kimisine bu su yeterli gelmeyebilirdi, o zaman da iki semaver ısıtmak zorunda kalıyordu. Sabah namazına kalkan birisinin eğer banyo yapma ihtiyacı varsa, semaverde su ısıtması gerekiyordu.

 Her bir semaver yaklaşık olarak yarım saatte ısınıyordu. İki semaver ısıtmak zorunda olanlar için bu yaklaşık bir saat ederdi ki sabah namazının vaktini zora sokuyordu. Bu yüzden bazı alışkanlıklarımızı değiştirmek zorunda kalıyorduk. Şu an itibariyle on beş yıldır cezaevinde olmama rağmen bu sıcak su sorunu çözülemeyen bir sorun olarak hep varlığını koruyor.

Banyonun ardından giydiğim elbiselerin yerine abim bana kendi elbiselerinden birkaç parça getirmişti. Meğer benim giydiğim elbiselerin ortama göre dar olduğunu düşünüyorlarmış. Bu yüzden giymem için bana geniş dikilmiş şalvar modeli bir pantolonla, üzerime geniş gelen yazlık ve iç tarafını göstermeyen bir gömlek getirdi. Abimi kırmadım. Bunu neden yaptıklarını bildiğimden bana verilen elbiseleri giydim.

Öğle yemeğinin ardından çay içmek isteyenler bardaklarını alıp havalandırmada çaylarını içtikten sonra kimisi öğle uykusu için ranzasına çekildi. Ben de benim için hazırlanan yatağa girdim. Kendimi yorgun hissettiğimden sadece uzanmak istiyordum. Ranzaların hepsinde perdeler vardı. Yatağına girenler mutlaka perdelerini çekerlerdi. Bu neredeyse istisnasız olarak arkadaşların bulunduğu tüm cezaevlerinde yapılan bir uygulamaydı. Bu, perde sistemi sadece bizim arkadaşlara has bir uygulama değildi. Bazı adli odalarda da perde kullanılıyordu. Sadece arama günlerinde perdelerimizi söküyorduk. Cezaevi idaresince ranzalara perde asmak yasaktı çünkü. Arama bittikten sonra perdelerimizi tekrar takıyorduk. Birkaç kez arama yapan askerler perdelerimizi aldıysa da yeni perdeler yapıp kendi bildiğimiz gibi yapmaya devam ediyorduk.

Öğle uykusu iyi gelmişti. İkindi vaktine yakın uyandığımda kendimi daha iyi hissediyordum. Abdest aldıktan sonra havalandırmada dolaşan arkadaşlarla birlikte ikindi namazına kadar volta attık. İkindi namazı için tekrar yukarı kata çıktık. Namazın ardındaki tesbihattan sonra herkes ranzalarının dibine oturmaya başladı. Bunun Kur’an okumak için olduğunu bildiğimden, ben de kendi ranzamın dip kısmına oturdum. Herkes bir sayfa Kur’an okuduktan sonra top oynamak isteyenler hazırlanmaya başladılar. Neredeyse tüm cezaevlerinde yapılan uygulamalar hep aynı gibiydi. İkindi namazının ardından okunan Kur’an–ı Kerim’den sonra bir nevi spor saati başlıyordu. Ne tür bir spor yapılacağı ise sahip olduğumuz havalandırmanın genişliğine bağlıydı. Her odanın sahip olduğu havalandırma genişliği aynı değildi. Bazen geniş olabildiği gibi dar da olabiliyordu. Urfa cezaevinde kaldığımız odanın havalandırması bana göre dar sayılırdı. Ama birçok cezaevi gezip görmüş olan arkadaşlara göre fena sayılmazdı. Bazen üçe üç futbol bazen de voleybol oynanırdı. Bir de bazen teke tek bazen çift kişilik manşet oynanırdı. Bu spor faaliyeti sahip olduğumuz tek aktiviteydi neredeyse. Gün içinde ikindi saatinden önce top oynamak ismi konulmamış yasaklardandı. Öğle ikindi arası yatmak isteyenlerin rahatsız edilmemesi için sesliğin korunması adına yapılan bir uygulamaydı. İsteyen kişi ferdi olarak kültürfizik hareketleriyle istediği saatlerde spor yapabilirdi. Ama bunun da tek şartı, ders yapan veya yatan arkadaşı rahatsız etmemekten geçiyordu.

Urfa cezaevinde öğrendiğim bir şey varsa, o da her işin bir saatinin olduğuydu. Günlük yaşamımızın her anı bir düzen içindeydi. Neredeyse herkes kendisine ait biyolojik bir saat edinmişti. Yeme içmemizin yanı sıra uykumuz ve kitap okumalarımız için bile bir saat vardı. Bunlar neredeyse şaşmazdı.

Bazen öğle yemeğinin geç geldiği olurdu. Bu, sahip olduğumuz tüm düzeni yerle bir etmeye yetiyordu. Küçük bir aksama bazı işlerimizin aksamasına yetiyordu. Her saatin nasıl geçirileceği belli olan bir ortamda en küçük pürüzler düzenimizi bozmaya yetiyordu.

Her zamanki gibi ikindi sporunun ardından yine banyo sorunuyla karşılaşıyorduk. Altı kişilik bir banyoya sahip olmadığımızdan her gün sırasıyla biri ilk olarak banyoya girecek şekilde ayarlanmıştı. Bu bile başlı başına bir sorun olmaya yetiyordu. Ne istediğimiz gibi spor yapabiliyorduk, ne de istediğimiz gibi banyo yapabiliyorduk. Her şey kısıtlıydı. Buna rağmen kendimize yaşanabilecek bir dünya inşa etmiştik. Kendimizi rahat hissedebileceğimiz adına yapabildiklerimizi yapıyorduk. Her ne kadar birçok şey yasak kapsamında olsa da, toplu alan için birlikte yaşamın getirdiği yasaklardı bunlar. Herkes birbirinin hak ve hukukunu gözetmek zorundaydı. Benim isteğim, benim kararlarım yerine, her odada bulunan sorumlu arkadaşın, istişareler neticesinde belirlediği kurallar, yasaklara ve uygulamalar işliyordu ve herkes bunlara uymakla sorumluydu. Bazen konulan yasaklar cezaevi sürecini daha zor bir hale getirdiği bile oluyordu. Ama bunun çaresi yoktu. Herkes kendisince fedakârlık yapmak zorunda kalıyordu.

Akşam yemeği saatinde spor yapanlar sporlarını ve banyolarını bitirecek şekilde kendilerini ayarlıyorlardı. Böylece hep birlikte sofraya oturup birlikte yemeklerini yiyebiliyorlar, ardından da hep birlikte sofrayı kaldırabiliyorlardı. Akşam yemeğinin ardından günün nöbetçisi çayını ona göre hazırlayıp demlerdi. Gün içinde yemek ve çayın vaktinde hazır olması, günün nöbetçisinden sorulurdu. Bu iş başlı başına bir sorumluluktu. Nöbet sırası kendisine gelen kişi asla “Ben nöbet tutmam” diye bir şey diyemezdi. Sağlık sorunları dışında herkes sırasıyla kendi üzerine düşeni yapmakla mükellefti. Bu, düzen için olmazsa olmaz bir uygulamaydı. Siyasi odalarda bu türden bir uygulama yapılırken adli odalarda “Meydancı” denen bir uygulama vardı. Meydancı; bir miktar para karşılığında odanın temizliğini yapan,  yemek ve çay hazırlayan ve bulaşıkları yıkayan kişiye denirdi. Aldığı cüzi bir paranın yanı sıra, sigarası odadakilerce karşılanır, odanın genel ortak masraflarından da muaf tutulurdu.

Bizde böyle bir uygulama hiç olmadı. Ve olmasına da asla müsaade edilmedi. Herkesin maddi durumu aynı olmadığı bir hakikattir. Bununla birlikte hepimiz aynı İslam davası için burada bulunuyorduk. Her şeyden önce bizler kardeştik. Kardeşlik hukuku her şeyin üstündeydi. Maddi durumu olmayanların, ihtiyaçları, bu kardeşlik hukuku içinde ve kendisine hiçbir şey hissettirilmeden karşılanıyordu. Bu konuda hiçbir kardeşin rencide olmasına müsaade edilmiyordu.

Akşam namazıyla birlikte havalandırma kapısı kapanıyordu. Bu uygulama her cezaevinde aynıydı. Havalandırma kapısı kapandıktan sonra bize kalan yaşam alanımız alt ve üst kattaki odalarımızla sınırlanıyordu.

Akşam namazının ardından haberleri seyretmek isteyenler televizyonu açıyorlardı. O zamanlar her odanın bir adet 37 ekran televizyon alma hakkı vardı. Birçoğumuz haberleri seyretmek için televizyon başına geçtiğimizde, gördüğüm uygulama beni şaşırtmıştı. Televizyon ekranında bir bayan görüldüğü takdirde televizyona yakın olan ve adeta bu iş için görevlendirilen biri elindeki kartonla bayanı örtüp sansür uygulamaya çalışıyordu. Televizyon sadece haber seyretmek içindi. Bunun dışında başka hiçbir şey izlenmiyordu. Televizyonda haber seyretmek, neredeyse radyo gibi bir şeydi. Televizyonda çıkan her türlü bayanı elindeki kartonla sansürlemeye çalışan arkadaşın çabası, bazen şakalaşmalara neden olsa da, bu durumdan sıkıldığım için artık bir daha haber izlemedim. Haber saatinde üst kata çıkıp ya ranzama çekilip yatsı namazına kadar kitap okurdum ya da televizyon seyretmeyen diğer arkadaşlarla üst katta sohbet edip odanın içinde volta atardım.

Televizyonda bayanları sansürleme uygulaması zamanla kalktı. Zaman geçtikçe yeni yakalananlar çoğaldıkça, bu uygulamaya bir son verildi. Bunun yerine bir Müslüman olarak nasıl uygunsa, öyle davranılmasına karar verildi. Zaten bir Müslüman olarak her türlü program ve filmi seyretmiyorduk. Bununla birlikte seyrettiğimiz filmlerde uygun olmayan sahneleri ya televizyonun teletex özelliğini kullanarak sansürlüyorduk ya da kanal değiştirerek uygun olmayan sahnenin geçmesini bekliyorduk.

Cezaevinde televizyon bizler için her zaman bir sorun oldu ve olmaya devam ediyor. Çözümü olmayan bir sorundur televizyon. Bir yandan haram olup olmadığı tartışmaları, öte yandan neyin ne kadar seyredileceği tartışmaları hâlâ devam ediyor. Televizyon seyredenler ve etmeyenler diye bazen iki grup olduğumuz zamanlar bile oldu. Bazen televizyon seyretmek kökten yasaklandı bazen de sadece haberler ve bizimle ilgili tartışma programlarına izin verildi. Sonuçta televizyon bizim için bir sorun olmaya devam ediyor.

Akşam namazının ardından tüm aktiviteler son buluyordu. Artık dolaşmak neredeyse yasak gibiydi. Haber seyretmeyip üst katta volta atmak için bile atacağınız voltadan birilerinin rahatsız olup olmadığı bile önemliydi. Şayet ranzasına çekilip kitap okuyan biri sizin ayak sesinizden rahatsız oluyorsa, sizin yapacağınız tek şey onu rahatsız etmemekti. Bu, genel bir kuraldı. Gündüzleri dolaşmak içindi, geceleri ise istirahat vaktiydi.

Yatsı namazının ardından adet haline gelen uygulamalardan biri de meyve veya çerez türü şeyler yemekti. Neredeyse her akşam bu uygulama devam ediyordu. Meyve dediğim, mevsimine göre cezaevi kantininin aracılığıyla haftada bir sefer alabildiğimiz şeylerden ibaretti. Akşam ikram edilen ise bazen bir elma bazen de portakal olurdu. Pahalı şeyler yememeye dikkat ediyorduk. Hepimizin geliri belliydi. Burada hangi koşullarda bulunduğumuzu unutmuyorduk. Bize maddi yardımda bulunan ailelerimizin, mağdur olmamamız için kendi ihtiyaçlarından vazgeçip gönderdikleri parayı idareli kullanmaya çalışıyorduk.

Yenilen meyve veya çerezlerin ardından gün neredeyse bitti sayılıyordu. Urfa cezaevinde konulan uygulamalardan biri de gece saat 10’da yarım saatlik bir “Tefekkür” saati denilen bir uygulamaydı. Tefekkür saatinde kesin bir sessizlik ortamı oluşturulurdu. Kimse bu saatte konuşmazdı. Bir nevi zorunlu bir saatti. İsteyen ranzasına çekilir, isteyen de odanın bir köşesinde oturarak bu tefekkür saatini ihya etmeye çalışırdı. Tefekkür saatindeki amaç; herkesin günlük olarak yaptığı hatalarından dolayı istiğfar etmesinin yanı sıra nefsi bir muhasebeydi. Gün içinde yaşanılanların yanı sıra aynı zamanda dışardaki dava kardeşlerimizin içinde bulunduğu durumu düşünüp onlar için dua etmek de bu tefekkür saatinde istenilen şeydi. İsteyen bu saatte istediği şeyi düşünebilirdi. Tavsiye edilenin yanı sıra herkes kendi eksikliklerini daha iyi bildiğinden, bu saati en iyi şekilde değerlendirmesi istenirdi.

Tefekkür saatinin bitimiyle konuşmalar başlardı. Üst katın lambası gece 11’de kapatılırdı. Böylelikle isteyen yatabilirdi. Bu saatten sonra üst kat tam bir sessizliğe bürünürdü. Kitap okumak isteyenler alt kata inip orada kitaplarını okuyabilirlerdi. Tabi alt katta isteyenler sohbet edip konuşabilirlerdi. Bundan rahatsız olanların onlara herhangi bir şey demeye hakları yoktu. Kısacası her şey kurallar çerçevesi içinde herkesin rahat edebilmesi için bu türden uygulamalar belirlenmişti. Sahip olduğumuz alanın darlığı yüzünden alanlarda ne tür faaliyetler yapılacağı saatlere göre belirlenmişti.

 Arkadaşları sabah namazına kaldırmak ve tedbiri elden bırakmamak için nöbet sistemi belirlenmişti. Gece saat 10’dan sabah namazına kadar olan nöbetler ikişer saatti. Belirlenen kişiler gece nöbetlerini tutarken aynı zamanda gecelerini ihya ederlerdi.

Cezaevinde edinilen alışkanlıklardan biri de hiç kuşkusuz gece namazıdır. Dışarda belki çok azımızın kıldığı gece namazı burada daha bir düzenli hale geliyor. Gece namazının ehemmiyetini bilmeyen yok gibi. Ama yine de bu konuda ısrarcı olunmaması güzeldi. Gece namazı kılmak isteyen, saatini kalkmak istediği vakte ayarlardı. Ya da kalkmak isteyen varsa, ismini yatakhane olarak kullanılan üst katın kitaplığında asılı olan bir kâğıda ismini ve karşısına da uyanmak istediği saati yazardı. Böylece gece nöbetçileri namaza kalkmak isteyenleri saati geldikçe kaldırırdı.  Sabah ezanı okunmadan, nöbetçiler herkesi sırasıyla uyandırırdı. Böylece abdest için sıra oluşmazdı. On altı kişilik bir odada sadece bir tane tuvalet olduğundan, abdest saatlerimizin çakışmaması için abdeste gittiğimiz saatler bile neredeyse belliydi.

Sabah namazının ardından günün nöbetçisi kahvaltıyı sabah 7.30’da hazır olacak bir şekilde hazırlamakla görevliydi. Nöbet iki kişiyle tutulduğundan genelde birisi uyur, diğeri uyanık kalırdı. Uyanık kalan, temizliğini yapar, çayı demler, kahvaltıyı hazırlardı.

Sabah sayımına kadar kahvaltı bitmiş, bulaşıklar yıkanmış olurdu. Sayımdan sonra saat 9’da dersler başlardı. Günün ilk dersi genelde Risale olurdu. Ama bu şart değildi. Risale olmasaydı eğer herkesin gruplar halinde aldıkları dersler vardı. Örneğin Arapça veya fıkıh dersleri başlardı. Sabahtan öğle vaktine kadar dersler sürerdi. Yaklaşık olarak herkes en az üç derse girerdi. Gündüz alınan derslerin mütalaası da genelde ikindi sonrası veya akşam namazından sonra çay vakti esnasında yapılırdı. Her grup kendi grup arkadaşıyla bir köşeye çekilip derslerinin mütalaasını yaparlardı. İsteyen istediği saatte mütalaasını yapabilirdi. Yeter ki bir başkasını rahatsız etmesinler. 

Derslere verilen önem her ne kadar üzerinde titizlikle durulması gereken bir konu olsa da asıl önemli olan konu arkadaşların rahatlığıydı. Bir arkadaşın rahatsızlığı kaldığımız odadaki tüm herkesi etkilediğinden, her birimiz bir başkasına saygı göstererek aslında kendimize saygı göstermiş oluyorduk. Sahip olduğumuz İslam ahlakı, her ne kadar kardeşlerin birbirleriyle nasıl davranmaları gerektiğinin çerçevesini çiziyorsa da bazen birimizden sadır olan olumsuz sözler veya hareketler olabiliyordu. Bunları cezaevinin şartlarına bağlıyorduk ve görmezden geliyorduk.

“Zaman birçok şeyin ilacıdır” sözü, belki de en çok cezaevlerinde kendisini daha iyi hissettiriyordur. Gerçekten de burada zaman birçok şeye ilaçtır. Kapanmaz dediğimiz yaralarımız bile zamanla kapandılar. Duyduğumuz olumsuz sözlere kulaklarımızı kapatıp zamana bıraktığımızda, zamanla o sözleri unuttuk. Kardeşimizin istemeyerek söylediği sözlerden dolayı pişmanlığına şahit oluyorduk. Bu da güzel bir şeydi. Hatada ısrarcı olmak kadar, hata yapan birisine henüz öfkeliyken ve sinirleri yatışmamışken müdahale etmek de hatadır. Bunu zamana bıraktığımız da ise her şeyin daha güzel olduğunu gördük.

Cezaevinde insanı sıkan ve onu bir başka şeye dönüştüren o kadar çok şey var ki. Her birimizin derdi, her ne kadar kişisel olsa da, aslında cezaevinde bir odayı veya koğuşu paylaşanlar için “kişisel” dertler bir nevi umumiyet kazanıyor. Bir oda içinde günün yirmi dört saatini birlikte geçirmek zorunda olanlar için kişisel diye bir şey neredeyse kalmıyor. Özellik de İslami şuura sahip olanlar için. Abdullah İbni Ömer radiyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.”[2]

“Dertler ve kederler paylaşıldıkça hafifler.” Bu nedenle her birimiz birbirimizin derdiyle dertlenip bu zorlu cezaevi sürecini el birliğiyle hayırlı bir şekilde geçirme endişesine sahibiz. Kaldığımız odada huzuru istiyorsak, öncelikle odayı paylaşanların huzurlu olmaları gerekiyor ki odada huzur atmosferi essin. Aksi ise mümkün değil.

Cezaevinin genel kurallarından biri de görüş günlerinde derslerin tatil olmasıydı. Görüş günleri dışında bir de Cuma günleri dersler tatil ediliyordu. Neden zindana Medreseyi Yusufiye dediklerini şimdi daha iyi anlıyordum. Tatil günleri dışında derslerin yoğunluğu bizi yeterince meşgul etmeye yetiyordu. Derslerin varlığı bizim için bir rahmetti aslında. Bir yandan bir şeyler öğrenirken öte yandan cezamız her geçen gün biraz daha azalıyordu. Ders sayesinde şeytanın bizimle fazla uğraşamadığını ise bizzat müşahede ediyorduk. Dersler sayesinde düşüncelerimiz dağılıyordu. Bazen cezaevinde olduğumuzu bile unuttuğumuz oluyordu. Oda içindeki sorunlarımızın genelde tatil günlerinde meydana gelişi ise dikkat çekiciydi. Tatil günlerinde derslerin boşluğunu kendimizle veya arkadaşımızla uğraşmakla doldurduğumuz gerçeği üzüntü verici olsa da cezaevinin bir diğer yüzüydü bu maalesef.

Her birimizin kendisince dertleri ve sıkıntıları olmasına rağmen elimiz kolumuz bağlı olduğundan dertlerimizi içimize atmaktan başka bir şey gelmiyordu elimizden. İçimize attığımız dertler yüzünden, bazen en küçük bir mesele sebebiyle arkadaşımızın kalbini kırabiliyorduk. Bu, belki de elimizde olmayan bir şeydi, ama zamanla bunu kontrol etmeyi de öğreniyorduk. Kendi derdimiz yüzünden bir başkasını üzmeye ve kırmaya hakkımızın olmadığını kavramak belki de uzun bir zamanımızı alacaktı, ama bu süre için de elimizden geleni yapmak zorundaydık.

Birlikte yaşamak zorunda kaldığımız arkadaşlardan her birimizin huyu, suyu, ahlakı ve kişiliği genelde farklıdır. Nasıl farklı olmasın ki? İnsan denilen varlık, başlı başına bir âlemdir. Odayı paylaşanların sayısına göre farklı âlemlerin olduğu bir yerde, tek bir kural ve tekdüze bir yaşamdan söz etmek imkânsızdır. Kaldığımız odada her birimiz aynı nedenle tutuklanmış ve bir araya gelmiş olsak da sahip olduğumuz ve yetiştiğimiz kültürün farklılığı bile kimi zaman sorun olabiliyordu. İslami düşünce ve ahlak sayesinde bu sorunlarımızın üstesinden gelebiliyorduk. Aksi ise mümkün değildi.

Cezaevinde sorunlarla karşılaşmak sıradan ve doğal bir şeydir aslında. Önemli olan bu sorunları çözebilecek kapasiteye sahip olanların bu konuda ellerinden geleni yapmalarıdır. Zaten cezaevi dediğin sorunun asıl kaynağı değil mi? Bazen öyle saçma sapan sorunlarla birbirimizi kırdığımızı düşününce, o zaman ağlanması gereken halimize şimdi gülüyorum. Basiretimiz mi bağlanıyordu yoksa şeytanın vesvesesine mi kapılıyorduk? Bunu o zamanlar bilmesek de, yaptığımızın yanlış olduğunu biliyorduk. Asıl önemli olan ise yaptığımız hatalardan ders çıkarabilmektir. Hata yapmak biz insanoğluna mahsus bir şey olsa da bundan ders alıp aynı hataya bir kez daha düşmemek için daha bilinçli hareket etmeli ve öfkemize hâkim olmalıyız. Bu konuda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden şöyle rivayet edilmiştir: Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “Aranızda pehlivan kime dersiniz?” diye sordu. Biri:

—Kendisini erkeklerin yenemediği kimseye!  Cevabını verdi.

“O değildir. Lâkin pehlivan kızgınlık anında kendini tutan kimsedir” buyurdular.

Cezaevinde arkadaşlarımızın geneli kızgınlıklarını tutanlar olduğundan, her biri birer pehlivandırlar aslında. Bir odayı paylaşmak zorunda kalanların yetiştikleri toplum ve ailelerinin farklılığını göz önüne alırsak, her birisinin kendisine has bazı özelliklerinin olduğu bir gerçektir. Bunu dışarda pek fark etmeyebiliriz. Ama günün yirmi dört saatini birlikte geçirince bu farklılık kendisini çok bariz bir şekilde gösteriyor.

Kültür farklılığı bir zenginlik olarak görüldüğünden, cezaevleri bu zenginliği barındıran hazine kutusuna benzetilebilir. İnsanları tanımak ve her şeyden önce Müslüman bir tebliğci olmamız hasebiyle insanları tanımak başlı başına bir ilimdir. Ve bu ilmin öğrenildiği yerlerden birinin adıdır cezaevi. O kadar çok çeşit insanı bir arada barından belki birçok mekân olabilir. Ama hiçbiri o insanları yalın bir halde gösterme açısından cezaevi gibi olamazlar. Bu bir ayrıcalık mı? Aslında bakış acısına göre “Evet” diyebileceğimiz gibi “Cezaevinde olmasaydım da bu türden bir ayrıcalıktan mahrum kalsaydım” da diyebileceğimiz bir yerdir cezaevi.

Yine de işin kader boyutuna bakmak zorundayız. Rabbimizin bizim için takdir ettiğini engelleyebilecek hiçbir gücün ve kuvvetin olmadığını çok iyi bilmekteyiz. Üstad Bediuzzaman’ın dediği gibi “Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.”[3]

Aramızdaki kültür farklılıkları kimi zaman bize bilmediğimiz bazı şeyleri öğretse de, bazen de sahip olduğumuz değişik kültür ve kişilikler yüzünden istemeden aramızda tartışmalara da sebep oluyordu. Tartışmalar bir noktaya kadar normal görülebilir. Ama kesinlikle fiziki kavgaya dönüşmemek kaydı vardı. Tartışmaların bir noktadan sonra fiziki kavgaya dönüştüğünü bilmeyen yok her halde. Bunu bilmek için cezaevinde olmak gerekmiyor. Dışarda da bu böyleydi içerde de bu böyledir.

Cezaevi idaresinin belki de en sık karşılaştığı sorunlardan biridir odalardaki mahkûmların fiziki kavgaları. Bu kavgalar çoğunlukla kanlı bitiyor. Ve bunun sonucu olarak da alınan sözde tedbirler tüm mahkûmları etkiliyor.

Bizim kaldığımız odalarda genellikle fiziki kavgalara pek rastlanmaz. Bunun birçok nedeni vardır. Ama bana sorarsanız en büyük nedeni, böyle bir şeyin olacağını tahmin ettikleri anda odadaki diğer arkadaşların araya girerek bunu önlemeye çalışmalarıdır. Bu konuda herkes çok duyarlı davranıyor.  Yaşadığımız her olumsuz hadisenin ardından akli selimle düşünme fırsatımız olduğu zaman yaptığımız şeyin yanlışlığını daha iyi görebiliyorduk. Kardeşlerimizin arasında, tartıştığı kardeşle üç günden daha fazla küs kalamayacağını hadisi Nebeviden bilmeyen yoktu. Bu yüzden en kısa zamanda tartışanların bir araya gelerek helalleşmeleri sağlanıyordu. Hiçbir kardeşimizin yaşadığı olumsuz hadise yüzünden bir diğer kardeşe karşı kalbinde kin gibi kötü bir haslet beslememesi, yaşanılan hadiselerin bir anlık öfkeden kaynaklandığının açık bir işareti olarak hepimiz görebiliyorduk. Bu da bizim için sevindiriciydi. Sonuçta hepimiz kardeştik, bunu unutmamak için de neden zindana düştüğümüzü de unutmamız gerekiyordu.

Birlikte kalmanın güzel yanları olduğu gibi bazen insan yalnızlığı da özlüyor. Ama yaşadığımız ortamda yalnız kalmamız neredeyse hiç mümkün değil. Sadece bize ait olan ranzamıza çekildiğimiz zaman yalnız kalabiliyorduk, onun dışında oda arkadaşlarıyla hep birlikteyiz. Bunun zorluğu ve sıkıntısı elbette var. Ama bunu değiştirecek bir imkâna sahip olmadığımız için birlikte kaldığımız kişilerle geçinmesini zamanla öğrenmek zorunda kalıyoruz.

Arkadaşlarımın bulunduğu odaya gelmemin üzerinden yaklaşık on beş gün geçmişti. Cezaevi idaresi yerli olan mahkûmların dışında kalan ve yeni yakalanıp Urfa cezaevine gönderilen Hizbullah mahkûmlarıyla bizi birleştirmeye karar verdiğinde, bu durum hepimizi sevindirmişti.  Bir zamanlar bizimle görüşmelerini engelleyebilmek için her yolu deneyen cezaevi idaresi şimdi kendi isteğiyle bizim birleşmemizi istiyordu. Diğer kısımda kalan altı arkadaşımızı bizim yanımıza vereceklerdi. Bu, başka bir sorun demekti. Kaldığımız oda on altı kişilikti. Bir de yan tarafımızda D6 vardı. O da bize aitti. Ama o oda on kişilikti ve orada o an için sadece sekiz arkadaş kalıyordu. Oda her ne kadar on kişilik olsa da on kişi için dar olduğundan sekiz kişi kalmalarına karar verilmişti. Yeni gelecek olan arkadaşların üçünü D/6’ya vermeyi düşünüyorlardı. Diğer üç kişiyi de D/5’e yani bizim odaya vermeyi düşünüyorlardı. Odada boş yer olmadığını biliyorlardı. Ama bu, cezaevi idaresi için pek bir sorun değildi. On altı kişilik odalara yirmi kişi bıraktıkları oluyordu. On kişilik odalara ise on dört kişi yerleştiriyorlardı. Bize de aynı uygulamayı yapmak istiyorlardı. Ama arkadaşlar idarenin bu talebini kabul etmediler. Arkadaşlarımızın yanımıza verilmesini istedikleri gibi yeni bir oda daha verilmesini istediler. İdare bizim bu talebimize ilkin karşı çıktıysa da temsilci arkadaşlarımızın mantıklı yaklaşımı ve açıklamaları sayesinde idare istemeyerek de olsa hem arkadaşlarımızı hem de yeni bir oda vermeyi kabul etti.

Yeni oda olarak D/7’yi bizim için boşalttılar. D/7 de on kişilik odalardandı. Bu yeni odayla birlikte yeni bir sorunumuz ortaya çıktı. Yeni odaya kimler gidecekti? Yeni gelen arkadaşlar, cezaevi şartları ve idareyle ilişkiler konusunda acemi oldukları için yeni odaya D/5 ve D/6’dan birilerinin gitmesi daha iyi olur düşüncesi herkes tarafından makul bir şey olarak kabul edildiyse de, yeni odaya gitmeyi pek kimse istemiyordu. Yeni odaya taşınma yeni bir eve yerleşme gibi bir şeydi. Bu da başka bir sıkıntıydı.

İdarenin teklifi ile sorumlu arkadaşlar nasıl bir düzen oluşturacaklarını konuşup aldıkları kararları bizimle paylaştılar. Alınan karara göre, yeni gelen arkadaşlar, rahat etmeleri için büyük koğuşlara alınacak, büyük koğuştan ve diğer odadan bazı arkadaşlar da yeni odaya gideceklerdi. Aldıkları bu karara pek şaşırmasak da yeni odaya kimlerin gideceğini merak ediyorduk. Bu merakımız fazla uzun sürmedi. Yeni odaya gidecek arkadaşların kimler olduğunu da bize açıkladıklarında kimimiz bunu bekliyorduk. Kimimiz ise isteksizce alınan karara uymak zorunda kaldılar.

Yeni bir oda açıldığı zaman temizlik ve düzen başta olmak üzere birçok işi olurdu. Kaldığımız odaları rahat edebileceğimiz bir şekilde düzenlerdik. Bu yüzden yeni oda için el becerisi olanların ilk olarak gidip odayı düzenlemeleri gerekiyordu. Benim de el becerilerimden faydalanmak için yeni açılacak olan odaya gitmem konusunda herkes neredeyse hemfikirdi. Abimin de oluruyla yeni açılacak olan odaya geçmeme karar verilmiş oldu.

Cezaevini, ilk olarak inşa edildiği zaman, koğuş sistemi dedikleri bir sisteme sahipti. Geniş ve büyük koğuşlarda yaklaşık 30 veya daha fazla kişi kalabiliyordu. Daha sonra bu kadar kişinin bir arada olmasını sakıncalı bulan zamanın Adalet Bakanlığı, bu büyük odaları küçültmeye karar vermiş. Tüm cezaevlerinde bir inşaat döneminden sonra koğuş sistemi yerine oda sistemi denilen daha az kişinin kaldığı bir yapı benimsenmiş. Koğuş sistemindeki odalar bölünerek kimi odalar 16 kişilik kimi odalar ise 10 kişilik olarak yeniden yapılandırılmıştı.

Yeni gideceğim oda küçük dediğimiz 10 kişilik odalardandı. Bu odaların en büyük sıkıntısı 10 kişiye göre çok küçük olmasının yanı sıra havalandırmasının da küçük olmasıydı. Ama yine de zorunlu olarak kalmak zorunda olduğumuzdan dolayı buna alışmak zorundaydık.

Yeni arkadaşların gelmesiyle bizim için ayrılan küçük odaya gitmek için her birimiz eşyalarımızı toparlamaya başladık. Yeni arkadaşların oda kapısından girmesiyle bizim de odadan çıkmamız bir oldu. Yeni arkadaşlarla selamlaştıktan sonra dördü bizim odadan dördü yan odadan olmak üzere sekiz kişi olarak yeni odamıza taşındık.

Büyük odaya alıştıktan sonra küçük odalar gözümüze daha bir küçük görünüyordu. Kutu gibi bir yere geldiğimiz hissine kapıldık. Eşyalarımızı taşıdıktan sonra yerleşmek için her birimiz kendimize bir ranza seçip yataklarımızı yerleştirmeye başladık. Elbiselerimizi geçici olarak dolaplara bıraktıktan sonra odayı yıkayıp temizledik. Sonra mutfak olarak kullanılan bölümü düzenleyip kullanışlı bir hale getirmek için duvarlara çiviler çakarak kapkaçaklar için yerler yaptık. Mutfak dolabı veya ona benzer hiçbir şey yoktu. Sadece bulaşıklar için yapılmış olan kuru bir mutfak tezgâhı dışında. Bizi en çok mutfak bölümü uğraştırmıştı. Akşam vaktine kadar odamızın genel işlerini bitirmiştik. Sıra kendi özel işlerimize gelmişti. İlk olarak yataklarımızın perdelerini yapmakla işe koyulduk. Gerisini ise acele etmeden, günlere yayarak yapacaktık. Elbiselerimizi ve yataklarımızı tam olarak bitirmek üç günümüzü almıştı. Geçen üç gün boyunca alışkın olmadığımız bir tempoda çalışmak bizi yormaya yetmişti.

Her zaman olduğu gibi bu yeni yerimize de alışıyorduk. Kaldığımız odanın darlığına bile artık aldırış etmiyorduk. Kaldığımız oda dardı, ama gönlümüz genişti. Bu, Rabbimizin bize bahşettiği bir lütuftu. Her şeye kaldığımız yerden devam ediyorduk. Arapça dersler ve Risale dersi kaldığı yerden devam ediyordu. Sadece ikindi vakitleri oynadığımız topta biraz sorun yaşıyorduk. Bu zorunu aşmak için de genişletemediğimiz havalandırma duvarlarını çizip kendimizce bu duvarları saha içi olarak kabul edip oynamaya çalışıyorduk.

Zaman hiç anlamadığımız bir şekilde su gibi akıp gidiyordu. Zaman geçtikçe insanoğlu birçok şeye alışıyor da nedense bir türlü bu zindana alışamıyordu.

Mahkemem, yakalanışımın ardından geçen 7 ay sonra başladı. O zamanların DGM’si olan 4 nolu DGM’den yargılanmamın başlayacağını bildiren mahkeme ilamı elime ulaştı.

Bütün arkadaşlar, Urfalı yerli arkadaşlar dâhil olmak üzere, hepimiz Diyarbakır DGM’sinde yargılanıyorduk. Mahkeme günü geldiğinde Urfa’dan Diyarbakır’a götürülüp mahkeme olduktan sonra geri geliyorduk. Mahkemeler bizim için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Hâkimlerin taraflı kararları ve önyargılarını biliyor ve görüyorduk. Yine de mahkemeye gitmek zorundaydık. Mahkeme günleri, bizim için özgürlüğün bir anısı olarak kebap veya lahmacun yememiz için ayrıca bir fırsattı. Bizi mahkemeye götüren askerler öğle yemeği için mola verdiklerinde, parasını kendimiz verdiğimiz takdirde, bizim için yiyecek bir şeyler alıyorlardı. Biz de bu mahkeme günlerini fırsat bilip özlediğimiz yemekleri yemek için değerlendiriyorduk. Cezaevine dışardan yiyecek sokulması yasak olduğu için, mahkemeye gidenler aldıkları yemekleri içeriye sokamadıklarından, hangi arkadaşımız mahkemeye giderse, istediği yemeği yemesi serbestti. Bu durumda herhangi bir kınamaya maruz kalmıyorduk.

Zamanla mahkemeye gitmeler bile artık sıkıcı olmaya başlamıştı. Ama ailelerimiz için bir umut olan mahkemelere ailelerimizin umutlarını yıkmamak için gidiyorduk. Onlar için bir umut anlamına geldiği için mahkemeye gitmek üzere bu sıkıntılı yolculuğa katlanıyorduk. Bizler her ne kadar mahkemelerin taraflılığını bilip görsek de ailelerimiz için her bir duruşma bir umut gibiydi. Rabbimizin Rahmetinden umut kesmiyorduk. Bizde, sırf ailelerimiz üzülmesinler diye mahkemeye gidip elimizden geldiğince kendimizi savunmaya çalışıyorduk. Ailelerimizin ümitsiz olmalarını istemediğimiz için mahkemeye gittiğimizde birçok zorluğa katlanmak zorunda kalıyorduk. Urfa’dan Diyarbakır’a cezaevi aracı olan ringlerle gelmek tam bir işkenceydi. Özellikle yaz aylarında arabanın içinde pişmemiz yetmiyormuş gibi bir de mazot kokusuyla nefesimiz kesilir gibi oluyordu. Her mahkeme zamanı bunu yaşıyorduk. Mahkemelerin işleyişi bir tiyatro gibiydi. Önceden alınan kararlar ve önceden belirlenen senaryoları uygulayan hâkimler ve savcı, bu tiyatronun başoyuncularıyken bizler ise bu oyunda kullanılan figüranlarıydık. Her bir duruşma ile sonraki arasında en az iki aylık bir süre veriliyordu.

Cezaevi günlerim uzadıkça can sıkıntımın azalacağını umuyordum. Zamanla can sıkıntım azalacağı yerde daha fazla artmaya başladı. Bu durumun bana has bir durum olup olmadığından emin değildim. Diğer arkadaşlarımın da sıkıldığını fark etmiyordum. Çünkü yalnız kendimi görüyordum. Etrafımda olup bitenleri göremeyecek kadar kendi sorunlarımla ilgiliydim.  Bu durumum etrafımdaki arkadaşların gözünden kaçmamıştı. Ama bu tür durumlarda tecrübeli olan arkadaşlar, en iyi şeyin bir süre kendi halime kalmam olacağını bildiklerinden, bir süre hiçbir şeyim yokmuş gibi davranmaları bana iyi gelmişti.

Günlük dersler her ne kadar dertlerimizi unutmaya yarasa da aslında derslere tam olarak adapte olamıyordum. Ama bu bir süreçti. Bu süreci ne kadar çabuk atlatırsam, o kadar iyi olacağını bildiğim halde kafam hâlâ dışardaki ailemle meşguldü. Ailem için elimden duadan başka bir şey gelmemesi ise belki de en acı olan şeydi.

Cezaevinde boş vaktin çokluğundan olsa gerek zihin sürekli olarak meşguldür. Zihnin neyle meşgul olacağı ise size kalmış bir durumdur. İster boş şeylerle de zihni meşgul edebilirsiniz, isterseniz de zihninizi daha faydalı olan şeylerle de meşgul edebilirsiniz. Her ne kadar bu, kişinin elinde olan bir durum olsa da, aslında şeytanın verdiği vesveselerle daha çok zihnini boş ve çaresi olmayan şeyleri düşünmekle meşgul ettiğinden geri kalan zamanlarını karamsarlık içinde geçirmesine sebep oluyor.  Bu konuda Üstad Bediuzzaman’ın tavsiyesi “Cenab-ı Hakk'ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hâl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk'ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir. Çünki geçmiş her bir gün, musibet ise zahmeti gitmiş rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil, belki mütelezzizane şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes'ud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir. Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır. ‘Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım’ diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belahettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selbediyor.”[4]

Cezaevlerinde her ay üç kapalı bir açık olmak üzere mahkûmların yakın akrabalarıyla görüşme hakları vardır. Bizim gibi gurbet mahkûmlarının ziyaretçileri kapalı görüşlere pek nadir gelirlerdi. Daha çok açık görüş günü aileler bir araya gelip birlikte ziyarete gelmek için bir araba kiralıyorlardı. Bu şekil de ziyaretçilerimiz açısından daha rahat oluyordu.

Bizim görüş günümüz Salı günleriydi. Her ayın ilk haftasında ise açık görüşler başlıyordu. Açık görüşler daha önce sadece adli mahkûmlara verilen bir hak iken yeni bir genelgeyle 2001 yılında açık görüş hakkı siyasi mahkûmlar da dâhil olmak üzere tüm mahkûmlara tanınan bir hak olmuştu.

Açık görüş günlerinde sadece anne–baba, eş ve çocuklar gelebiliyorlardı. Görüş saatleri her cezaevinin kendi imkânlarına göre değişiyordu. Bizler Urfa’da yaklaşık olarak iki saate yakın görüş yapabiliyorduk. Bu süre aslında çok yetersiz olmasına rağmen gelen görüşçülerimizle bir anlığına bile olsa görüşmek, hem bizler için hem de görüşçülerimiz için iyi bir moral oluyordu. Ama yine de görüş günlerinde ailelerimizin dertlerini dinleyip onlara sabır tavsiye etmekten başka bir şey yapamıyorduk. Bu, o an için yapabildiğimiz tek şeydi. Bunun ne kadar işe yaradığı ise geçen süre içinde kendisini belli ediyordu.

Cezaevine girdiğimiz zaman, aslında bu zorluğa katlanmak zorunda olan tek kişinin yalnız kendimiz olmadığını, bizimle birlikte ailelerimizin de bir şekilde bu zorluğa katlanmak zorunda kaldıklarını görmek bize gerçekten de acı veriyordu. Biz, yüklendiğimiz dava uğruna bu zorluğa katlanabiliyorduk. Ailelerimiz de bizimle birlikte bu davanın yüküne ortak olduklarından, yükümüz onların desteği ve Rabbimizin rahmeti sayesinde hafifliyordu. Her ne kadar ailelerimizi dışarının dertleriyle baş başa bırakmış olsak da, aslında onları âlemlerin Rabbine emanet etmiştik. Yine de dışarı hayatının zorluğuna karşı ailelerimize teselli veriyor, onların bu dünya hayatına karşı Cenneti kazanmaları için dua ediyorduk.

Her açık görüş sonrası bizde bir gerginlik olurdu. Ailelerimizin çektiği sıkıntılardan mı yoksa ailelerimizle yaptığımız birkaç saatlik görüşten sonra mecburi ayrılığın verdiği hüzünden mi, koğuşa moralimiz bozuk olarak gelirdik. O gün hep ailelerimizle yaptığımız konuşmaları düşünüp onlar için daha bir dua ederdik. Onların yaşadıklarına daha fazla üzülürdük. Çoğu zaman kendi yaşadıklarımızı bile unutur ailemizin yaşadıkları sıkıntı ve dertleriyle dertlenirdik. Bu, aslında ailemize verdiğimiz değeri göstermekten başka bir şey değildi. Bununla teselli bulduğumuzu bile söyleyebilirim.

Açık görüş günleri dersler tatil ediliyordu. Bu da bize ailemizi düşünmemiz için fırsat veriyordu. Zaten istesek de o günlerde derslere adapte olamazdık. Bunu bilen arkadaşlar, görüş günlerinde derslerin tatil edilmesini uygun görmüşlerdi. Açık görüş günleri, belki de kendimizi gerçekten de cezaevinde hissettiğimiz günlerdendi. Çünkü tüm dertlerimiz ve sıkıntılarımız gün yüzüne çıkıyordu. İçimizde biriktirdiğimiz dertleri paylaştığımız tek günümüz, belki de sadece açık görüş günleriydi. Her birimiz görüşlerin ardından odamıza geri döndüğümüzde cezaevinde olduğumuzu hatırlardık. Az önceki neşemizden geriye kalan tek şey, yüzümüzdeki endişeydi. Bu endişeyi bertaraf edebilmek için, de odamıza geldikten sonra birbirimizle dertleşir, başta ailelerimiz olmak üzere onların hal ve hatırını sorar birbirimize sabır tavsiyesinde bulunurduk. Bu sabır tavsiyesinin yanı sıra, başımıza gelenleri bizden önceki Müslümanların çektikleri sıkıntılarla karşılaştırınca ne kadar da küçük bir sorun olduğunu daha iyi görebiliyorduk. Birbirimize Rabbimizin ayetlerini, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin pak hayatını ve O’nun sahabelerinin yaşadıklarını tekrar hatırlatmak zorunda kalıyorduk. Bunu yaparken, Rabbimizin; “Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, müminlere yarar sağlar.”[5]  Ayetinin üzerimizdeki tesirini görebiliyorduk. Yoksa birbirimize anlattıklarımız şeyleri her birimiz gayet iyi biliyorduk. Buna rağmen bu hakikatleri birisinin bize hatırlatması gerekiyordu. Bu şekilde üzerimizdeki görüş stresini atmamız daha rahat oluyordu. Neredeyse her görüşte yaşadıklarımız aynı olmasına rağmen, yine de ailelerimizle bir araya gelmemiz kadar bizi sevindiren başka hiçbir şey yoktu. Aslında mesele ailelerimizle konuşmak değildi. Zaten gerek bizim gerekse ailelerimizin yaşadıkları sorunlar hep aynıydı. Bu konuda her iki tarafın da bir diğerine yardımcı olmak için elinden hiçbir şey gelmediğini gayet iyi biliyorduk. Buna rağmen yine de her ay açık görüş günlerinde, özellikle eşlerin birbirlerini görmeleri ve birbirleriyle konuşmaları onları o an için o cezaevi atmosferinden kurtarmaya yetiyordu. Rabbimizin; “Onda 'sükûn bulup durulmanız' için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.”[6] Ayetinin hakikatini her görüş günü yaşıyorduk. Ve Rabbimizin buyurduğu gibi bunun üzerinde düşünüp Allah’a hamd ve şükrediyorduk.

Urfa cezaevinde kaldığımız odanın küçük ve dar olması bizde de bazen sıkıntıya sebep olabiliyordu. Bazen içimizde biriktirdiğimiz sıkıntılar sebebiyle, bir arkadaşımızın hoşumuza gitmeyen bir hareketi karşısında tüm öfkemizi o arkadaşımıza yönelttiğimiz oluyordu. Bu, hiç de hoş olmayan bir durum olsa da, insan olmamızın verdiği bir durumdu. Bir oda içinde kalmak zorunda kaldığımız arkadaşlarla ahlakımız, düşüncelerimiz ve kişiliğimiz, yetiştiğimiz ortamlara göre farklı farklıydı. Bu farklılık bazen aramızda sürtüşmelere neden olabiliyordu. Her ne kadar bu sürtüşmeler pek nadir olarak bazen ortaya çıksa da, yine de odada bulunanların her birisini etkiliyordu. O yüzden bunun önüne geçmek için elimizden geldiğince şeytanın verdiği bu vesveseye kanmamak ve şeytanın adımlarına uymamak için daha çok kendi nefsimizle uğraşmamız ve hatayı kendi nefsimizde aramamız için sürekli uyanık ve teyakkuzda olmamız gerekiyordu.

Cezaevinin en zor yanı ise farklı kişiliklere sahip kişilerin bir arada kalmasıdır. Bazen aramızda yaşanan sürtüşmelerden utandığımız halde yine de bunun tekrarlaması ise çok ilginçtir. Meğer cezaevindeki en büyük problemlerden birisi, oda içindekilerin uyuşmazlıklarıymış. Bunu bilmek bize iyi gelmesi gerekirken hiç de iyi gelmiyordu. Çünkü biz, ne diğer mahkûmlar gibi adli suçtan dolayı cezaevine girmiştik, ne de diğer siyasi suçlular gibi dünyevi bir amaç için cezaevine girmiştik. Biz, her şeyden önce Müslümandık. Cezaevine girişimizin sebebi ise İslami bir hayatı istediğimiz içindi. Bunun için katlanmak zorunda olduğumuz birçok zorluk olmasına rağmen kardeşimizden sadır olan bir küçük hataya bile katlanmakta zorlanıyorduk. Bunu üzülerek söylüyorum, ama cezaevinin bir gerçeği olarak bu tür sorunların önüne bir türlü geçilemiyor. Her ne kadar aynı inancı paylaşıp aynı inanç yüzünden cezaevine girmiş olsak da.

 Cezaevinin güzel taraflarından diyebileceğimiz birçok yönü var aslında. Her şeyden önce birlikte kaldığımız arkadaşlar arasındaki kardeşlik bağımız öylesine güçleniyor ki gerçek kardeşten bile öte bir kardeşlik bağıyla birbirimize bağlanıyoruz. Belki de bunun sebebi aylarca, hatta yıllarca birlikte kalmak zorunda olduğumuz kardeşlerimizle, iyi ve kötü günlerimizde birbirimizin yanında olup hüzün ve sevinçlerimize ortak olmamızdan kaynaklanıyordur. Bir oda içinde aylarca/yıllarca birlikte kaldığımız zaman, her birimiz birbirimizi daha iyi tanıyorduk. Birlikte gülüp birlikte hüzünlenecek kadar bir birimize yakın oluyorduk. Her birimiz birbirimizin derdini bilip el birliği yapıp derdi olan kardeşimizin bu derdine elimizden geldiğince yardımcı olmak için çalışıyorduk. Bazen bir kardeşimizin sıkıntısı olduğunda, bu sıkıntısından kurtulabilmesi için tüm konulan kuralları askıya bile alabiliyorduk. Yeter ki kardeşimiz iyi olsun diye, bir kişinin derdine ortak olabilme adına, odada bulunanlar da kendilerinden daha çok bu kardeşin derdiyle dertlenip bir an önce bunu atlatabilmesi için elinden geleni yapıyordu. Bu, her bir kardeşimizin bizim için ne kadar kıymetli ve değerli olduğunu göstermek açısından aslında önemli bir göstergeydi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet edildiği; “Kim bir mümin kardeşinin sıkıntısını giderirse, Allah da onun bir sıkıntısını giderir” sözü cezaevinde her daim hatırlamamız gereken bir düsturdu.

Günler bir şekilde geçiyordu. Aslında geçen günler midir yoksa kalan ömrümüzden mi geçiyordu diye kendimize soruyorduk. Cezaevinden çıkma gibi bir umudumuz olsa da, zahiren bunun o an için pek mümkün olmadığını görebiliyorduk. Bu konuda Rabbimize sığınıp bize taşıyamayacağımız yükü yüklememesi için dua ediyorduk.

Cezaevine girişimin birinci yılı geride kalmıştı. Günler su gibi geçmişti sanki. Şimdi dönüp de arkama baktığım zaman, cezaevinde yıllar ay, aylar hafta, haftalar günler, günler ise saat gibi geçmiş gibime geliyor.

Urfa cezaevinden ayrılmaya ve diğer cezaevlerine gitmeye karar verilmişti. Bizden diğer cezaevlerine sevk yazmamız istenildiğinde, ben de abimle konuşarak bizim için en uygun olan cezaevlerine sevk yazmaya karar verdik. İlk olarak gitmeyi düşündüğümüz cezaevi, ailemizin ziyaretimize rahatça gelebileceğini düşündüğümüz Batman cezaeviydi. Batman olmadığı takdirde ise Elazığ cezaevinin de olabileceğini abimle kararlaştırdıktan sonra sevk yazmaya başladık. Bizimle birlikte sevk yazanlar neredeyse çoğunluktaydı. Zaten aramızda zaman zaman sevk yazanlar vardı. Ama bir türlü sevkleri çıkmıyordu. Urfa cezaevinden ayrılmayı düşünmemizin en büyük sebebi, yeni yürürlüğe giren yasalar nedeniyle cezaevlerindeki mahkûmların sosyal faaliyetlerden faydalanmalarına olanak tanınmasına rağmen Urfa cezaevinin bu hakları vermekten kaçınıyor oluşuydu. “Yerim ve imkânım yok” deyip bize hiçbir sosyal hak vermemekte diretiyordu. Bu uygulama sadece bize özgü değildi. Tüm mahkûmlara uygulanıyordu. Ama belki de bizler bu uygulamadan en çok etkilendiğimizden bu haklardan faydalanmak için cezaevi idaresini sıkıştırıyorduk. Bu durumdan rahatsız olan cezaevi idaresi de bizden kurtulmak için elinden geleni yapıyor, bizim bir an önce gitmemiz için sanki şartları daha bir sıkıyordu.

Neredeyse hepimiz sevk yazıyorduk. Sevklerimiz on beş gün içinde reddedildikten sonra tekrar sevk dilekçesini yazıyorduk. Artık sevk dilekçesi yazmak ve ret cevabı almak neredeyse on beş günde bir yaptığımız bir alışkanlık olmuştu. Sevklerimize ret vermekten bıkmayan savcılıkla inatlaşmış gibiydik. Bizler aile durumumuzu belirtip sevklerimizin ailelerimizin ikamet ettiği memlekete veya oraya daha yakın bir yere yapılmasını istediğimizi belirten dilekçemizi gönderdikçe, savcılık da yazdığımız gerekçeleri hiç okumadan bizim sevk taleplerimizi reddedip bize geri gönderiyordu.

Bir gün arkadaşın biri, bu sevklerle ilgili şaka yapmaya karar vermiş. Sevk dilekçesi verenlerin yazdıkları yerleri bildiğinden, sevk yazanların istedikleri yerleri belirten bir liste hazırlayıp bunu akşam sayımından sonra gelen gardiyana vererek arkadaşlara bir şaka yapmak istediğini söylemiş. Genelde gardiyanlar bu türden şakalara veya mahkûmdan gelen herhangi bir isteğe kapalı oldukları halde arkadaşı tanıdığı ve kendisine güvendiği için arkadaşın bu isteğini kabul etmiş. Bu gardiyan, akşam saat dokuz civarında, elindeki listeyle ilk odadan başlayarak isimlerini okuduğu arkadaşların sevklerinin çıktığını söyleyip sabaha hazırlanmalarını istedi. Elindeki listeye bakmak isteyenlere de hiç çekinmeden gösteriyor, böylece herkesin görmesini sağlıyordu. Gardiyan, her üç odaya uğrayıp elindeki listeye göre isimleri okuyup sevkleri çıktığını söyleyince bu, hepimizde bir sevinç meydana getirdi. Sevki çıkanlar arasında ben ve abim de vardık. Sözde sevkimiz Batman’a çıkmıştı. Listeye göre herkesin sevki istediği yere çıkmıştı. Her üç odada bir bayram havası yaşanıyordu. Bizim odadan benimle birlikte sevki çıkanların sayısı üçtü.  Üçümüz de sevincimizi oda arkadaşlarımızla paylaştık. Ve vakit kaybetmeden eşyalarımızı hazırladık.

Asıl heyecan ilk odada yaşanmıştı. Yaklaşık sekiz kişinin sevki çıkmıştı. Sevki çıkanların sevincini ve neler yaşadıklarını daha sonra neler hissettiklerini bizzat onlardan dinleme fırsatım oldu.

Sevkinin çıkmasını en çok isteyenler arasında bulunan Yıldırım isimli kardeşimiz, sevk haberinden sonra neredeyse sevincinden uçacak gibi olmuştu. Yıldırım, Urfa cezaevine ilk gelenler arasındaydı. Yaklaşık beş yıldır Urfa cezaevinde kaldığı için içimizde belki de en çok o sıkılıyordu. Uzun süreden beri sevk yazdığı halde bir türlü sevki çıkmıyordu. Neredeyse sevk konusunda umudunu kaybetmişti. Yaşlı olan anne ve babası rahatsızlıklarından dolayı kendisini pek nadir ziyaret edebiliyorlardı. Ailesinin Batman’dan Urfa’ya gelmesi sırasında yolculuğun verdiği sıkıntı yüzünden neredeyse her ziyaretin ardından annesi fenalaşıyordu. Ziyaretin ardından bir haftaya yakın yatalak kalıyordu. Bu durumda ailesinin ziyaretine gelmesini istemediği halde annesi en az yılda bir defa da olsa oğlunu görmek istediğinden, oğlunun “Gelme” sözlerine aldırmıyordu. Annesi birkaç görüşte “Belki dünya gözüyle bu seni son görüşüm olabilir” dedikçe, Yıldırım’ın içi parçalanıyordu. Bu yüzden ailesine daha yakın olabilmek için beş yıldır Batman cezaevine sevk yazıp duruyordu. Bu sevk haberinden sonra yaşadığı heyecan ve sevincin tarifsiz olduğunu bana anlattığında duygulanmıştım.

Her üç odada sevke gidenlerin hummalı bir hazırlıkları vardı. Sevkleri çıkanlar bir yandan eşyalarını hazırlamaya başlamışlardı bile. Oda arkadaşlarından ayrılacakları için aslında buruk bir hüzün yaşansa da sevke gitmenin verdiği sevinç daha ağır basıyordu.

Bu sevk haberlerinden sonra geride kalanların yarından itibaren yeni bir düzenleri olacaktı. Bunu bilen sorumlu arkadaş herkesi toplayıp ilkin sevki çıkan arkadaşları kutlayıp onlar için hayır duasında bulunmuştu. Ardından sevkleri çıkanlara son bir nasihat ettikten sonra herkesin bir biriyle helalleşmesini ve diğer kardeşlerin, sevki çıkanların eşyalarını hazırlamalarında yardımcı olmalarını istemişti.

Bu arada bu şakayı yapan arkadaş, yaptığı şakanın nasıl bir felakete sebebiyet verdiğini gördüğü halde biraz korku ve biraz da mahcubiyetle kimseye bir şey deme cesaretini gösteremez olmuş. Ama arkadaşlarının eşyalarını hazırlayıp toparlandıklarını gördükçe, her geçen dakika vicdan azabı daha bir artmış. Artık buna daha fazla dayanamayıp sorumlu arkadaşı çağırarak kendisine olup bitenleri bir bir anlatmış. İlk olarak sorumlu arkadaş kendisine söylediklerinin bir şaka olduğunu zannetmiş. Ama arkadaş yaptığı şakayı tüm detayıyla anlatınca, sorumlu arkadaş öfkelenir ve yapılan bu şakayı nasıl düzeltebileceğini düşünür.

Sevklerin bir şakadan ibaret olduğunu öğrendikten sonra sorumlu arkadaş bu şakanın daha fazla uzamaması için odadaki tüm arkadaşların toplanmasını ister. Herkes alt katta gelip yerini alınca arkadaşların yüzüne tek tek bakar. Herkesin yüzünde bir neşe parıltısını görse de bunun bir şakadan ibaret olduğunu bir şekilde söylemek zorunda olduğundan lafı hiç uzatmadan olduğu gibi söylemeye karar verip “Arkadaşlar sevki çıkan arkadaşların sevki falan çıkmamış hepsi bir şakasıymış” der.

Sevkleri çıkanlar ilkin bunun ne demek olduğunu anlayamamışlar. Ama daha sonra şakayı yapan arkadaş durumu anlatıp herkesten özür dileyince, bunun gerçekten de bir şaka olduğu ortaya çıkmış.

Sevklerin çıktığı bir şakadan ibaret olduğunu söylenildiği halde kimseden en küçük bir tepki bile gelmemişti. Kısa bir aranın ardından sevkleri çıkanlardan bazıları yapılan bu şakanın haddini aşan ağır bir şaka olduğu ve buna benzer sözler söyledikleri halde, şakayı yapan arkadaş sitemde bulunanların haklı olduklarını bildiğinden başını önüne eğip herkesten tekrar ve tekrar özür dilemiş.

Daha sonra vakit kaybedilmeden bizim odaya ve diğer odaya da sevklerin bir şakadan ibaret olduğu söylenilince, şakayı yapan arkadaşa tepkiler daha bir artmaya başladı. Böyle bir şaka yapılmayacağını söyleyenler olduğu gibi bu şaka yüzünden kalbi kırılanlar da oldu.

Yapılan bu şaka benim için çok güzel bir tecrübe oldu. Anladım ki cezaevinde bazı konularda asla şaka yapılmaz. Sevk konusunda ve af konusunda şaka yapılmayacağını çok acı bir tecrübeyle öğrenmiş oldum.

Şakayı yapan arkadaş bir müddet daha acı sözlerin hedefinde oldu. Ta ki bu olayın şokunu herkes üzerinden atana kadar. Herkes bu olayın şokunu üzerinden attıktan sonra artık bu olay aramızda güzel bir anıya dönüştü. Şakayı yapan arkadaş bile yaptığı bu şakadan dolayı övünür olmuştu.

Bu sevk şakasının ardından birkaç hafta geçmişti ki cezaevi idaresi tarafından mahkûmlara bildirilmek üzere bakanlıkça yayınlanan bir bildiri duyuruldu.

Bildiriye göre Adıyaman cezaevi mahkûm alacakmış. İsteyenlerin Adıyaman cezaevine sevk yazmaları isteniyordu. Bu güzel bir haberdi. O an için Adıyaman’da bulunan arkadaşlarımızdan aldığımız haberlere göre kendilerine sosyal faaliyetler verilmişti. Bu durumda Adıyaman cezaevi tercih edilebilir bir alternatif konumundaydı. Bazı arkadaşlar kendi aralarında bunu değerlendirdikten sonra sekiz kişi Adıyaman’a sevk yazmaya karar verdi.

Hepimizin Adıyaman’a sevk yazmamamızın sebebi ise ailelerimizin görüşe gelip gitmelerinde yaşayacakları zorluğu göz önünde bulundurmamızdan kaynaklanıyordu. Bu yüzden Adıyaman seçeneğine ben ve abim gibi uzak bakanlar da vardı.

Sekiz arkadaşın Adıyaman’a sevk yazmalarının ardından hepsine olumlu cevap gelince bunun da bir şakadan ibaret olmadığından emin olmak isteyenler sevk cevabını getiren gardiyanı soru yağmuruna tuttular. Bu sevkin gerçek olduğunu öğrendikten sonra ancak sevinebildiler.

Sevkleri çıkan arkadaşların fazla bekletilmeden bir an önce Adıyaman’a götürülmesi, cezaevi idaresinin de işine geldiğinden, bir hafta içinde götürdüler.

Sevkleri çıkan sekiz arkadaşın Adıyaman’a gitmelerinin ardından cezaevi idaresi boşalan odalardaki yerleri doldurmak için bizden bir odayı alıp bizi tekrar iki odaya düşürdü. Bu, aslında bizim için de iyi olmuştu. Çünkü bazılarımızın aldığı Arapça dersleri yarıda kalmıştı. Tekrardan bir düzenleme yapılıp iki odaya düştüğümüz zaman ben yine abimle aynı odada kalma fırsatı bulmuştum.

Geride kalanlarımız sevk yazmaya devam ediyorduk. Her ne kadar umutlu olmasak da yine de sevklerimizi yazıp gönderdikten sonra, belki bu sefer çıkar, diye de umudumuzu kaybetmiyorduk.

Mahkemelerimiz devam ettiği için de her mahkemeye giden arkadaş, mahkeme koridorlarında karşılaştıkları diğer cezaevlerindeki arkadaşlardan da davetiye alıyordu. Bu, sevk taleplerimizi daha bir istekli hale getiriyordu.

2002 yılının Adli tatile girdiği zamandı. İlk kez bir arkadaşımızın yazdığı Elazığ sevkine olumlu cevap verilmişti. Bu, geride kalanlar için de bir umut olmuştu. O zamanlar sevki çıkanlar, mahkemesi olanlarla Diyarbakır DGM’ye gidip oradan da sevkinin çıktığı cezaevi askerine teslim ediliyordu. Elazığ’a sevki çıkan arkadaşımız on gün içinde Elazığ’a gitti.

Arkadaşımızın gidişinin ertesi günü iki kişinin sevki bu sefer Batman’a çıktı. Bu gelişmeler, geride kalanlar için güzel gelişmelerdi. Her geçen gün sayımız azalıyordu. Hangi arkadaş nereye sevk yazıyorsa genelde bir ay içinde olumlu cevap alıyordu.

Batman cezaevi o zamanlar çok dolmuştu. Öyle ki on iki kişilik odalarda yirmi kişi kalıyorlardı. Bunun getirdiği sıkıntıları düşününce, abimle birlikte Batman’a gitmekten vazgeçip Elazığ’a gitmeye karar verdik. Her ne kadar ailelerimizi düşünsek de, kalacağımız oda içinde rahat etmediğimiz takdirde, yaşayacağımız sıkıntılar yüzünden ailelerimizin de sıkıntıya düşeceklerini bildiğimizden, en iyi alternatif olarak Elazığ’a gitmemizin daha uygun olacağına abimle karar verip Elazığ’a sevk yazdık. Abim, hükümlü olduğu için sevk talebini bakanlığı bildirmesi gerekiyordu. Oysa ben, o zamanlar henüz tutuklu olduğumdan sevk dilekçemi savcılığa yazıyordum.

Dilekçelerimizi vermemizin ardından on beş gün sonra benim Elazığ sevkime olumlu cevap geldi. Henüz abimin dilekçesine bir cevap gelmemişti. Abimin sevkine bir cevap gelmesini beklemek istediysem de abimin ısrarıyla, kendisinin cevabını beklemeden, beş gün içinde mahkemesi olanlarla Elazığ’a gitmek için Urfa’dan ayrıldım.

Diyarbakır DGM’sine geldiğimizde ise Urfa askeri beni Elazığ askerine teslim ettikten sonra Elazığ mahkûmlarının bekletildikleri hücreye alındım. O an için hücrede bulunun altı arkadaş beni karşılayıp her birisiyle musafaha ettikten sonra abimi sordular. Abim benden daha fazla tanınan ve sevilen biri olduğu için soranlara en kısa zamanda geleceğini söyleyip sevk maceramızdan bahsediyordum.

 

[1] Hucurat Süresi: 14

[2] Riyazü’s Salihin

[3] Risale–i Nur Külliyatı: Mektubat 266

[4] Lemalar: 2. Lema Dördüncü Nükte

[5] Zariyat Süresi: 55

[6] Rum Süresi:21

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar